Yönetmen Alice Diop’un 2022 yapımı belgesel / dram niteliğindeki Saint Omer, aynı zamanda Diop’un belgesel film yapımcısı olarak çalıştıktan sonraki ilk uzun metrajlı filmi. Uluslararası camiada Biz / Nous (2021) belgesel filmiyle tanınan Fransız sinemacı, Saint Omer filmiyle Venedik Film Festivali’nde Büyük Jüri Ödülü almış.

Saint Omer “annelik” üzerine oturmuş bir göç hikayesi. Film 2016 yılında Fransa’nın sahil kasabası Berck’de yaşanmış gerçek bir olaydan yola çıkıyor. Bebeğini dalgalara bırakarak öldüren Senegalli Laurence Coly’nin mahkeme sürecini izliyoruz.

Film Afrikalı yazar Rama’nın akademideki bir dersi ile açılıyor. Yazar Rama, Fransa’nın Nazi işgali sırasında hayatta kalabilmek için Nazilerle çeşitli biçimlerde ilişki kurmuş yaklaşık 20.000 kadının saçlarının kazıtılarak kamusal alanda utandırılmaları ile ilgili olarak Marguerita Duras’ın Hiroshima Mon Amour romanına bir gönderme yapıyor.

Rama’nın daha sonra Laurence’in mahkeme sürecini izlemeye gittiğini görüyoruz. Yeni kitabına başlık olarak çocuklarını öldüren Medea mitinin adını vermesi, mahkemenin kendi meselesinin bir parçası olduğunu düşündürüyor. Film ilerledikçe de, aslında Laurence’in mahkemesinin Rama’nın hayatı ve kimliği ile yakından ilgili olduğunu, karakterlerin kimi zaman iç içe geçtiğini anlıyoruz. Laurence’in hayatını belirleyecek olan bu mahkeme Rama’yı ne yönde değiştirecek? Laurence’in trajedisinde kendi annesini bulacak mı?

Her iki kadının ortak noktaları var: İki kadın da Senegal’den Fransa’ya göç etmiş. Her iki kadının da anneleri ile uzak, sorunlu ilişkileri var. Rama da hamile ve bu çocukla ilgili olarak annesine benzeme kaygıları yaşıyor.

Laurence’in annesi zeki kızını kendi olamadığı kadın olarak yetiştirmek isteyen, Fransa’ya adapte olması için yerel dillerde konuşmasını yasaklayan, kızıyla duygusal yakınlığı olamamış, kocası tarafından başka bir kadın için terk edilmiş, yalnız ve çaresiz bir kadın.

Rama’nın çocukluğu ise uzak, depresif, yaralı bir anne ile, fark edilmeyen bir çocuk olarak geçmiş. Annesini rehabilitasyona götürmek istemeyecek kadar öfkeli. Ayrıldıkları nokta ise Rama’nın beyaz bir erkekle evli, başarılı bir yazar olarak tutunmuş olması.

Mahkeme Senegalli Laurence’in hayatını da mercek altına alıyor. Bir kadın 15 aylık bir bebeği neden dalgalara bırakır? Bunu Laurence de bilmiyor. Mahkeme süresince ayakta ifade vermeye, ayakta durmaya zorlanan Laurence, tam bir kurban rolüne oturtulamıyor. Belki de bu nedenle o dönemde birtakım medyumlarla ilişki kurduğunu iddia etse de kanıtlayamıyor oluşu onun mahkemeyi yalan söyleyerek yanıltma çabası olarak algılanıyor.

Laurence, zekâsı ve okul başarısıyla öne çıkıyor ve hukuk okuyor. Laurence’in hukuk değil, felsefe okuma isteği babasının maddi ve manevi desteğini çekmesi ile sonuçlanıyor. Artık kaldığı evden de ayrılmış, parasız ve desteksiz ayakta kalma çabasında. Bu dönemde yanına sığınıp sevgili olduğu yaşlı adam ise Laurence’i kimseyle tanıştırmayarak, ona saygı ve ilgi göstermeyerek hem görünmezleştirmiş hem de hiçleştirmiş. Kızının evde doğumundan sonra altı ay evden çıkmadan yaşıyorlar. Hem kızı, hem kendisi görünmez. Bu dönemde Laurence derslerine de devam etmiyor. Tanık olarak dinlenen Laurence’in felsefe hocası, tezinde Wittgenstein’ı konu ettiği, kendi kültüründen birisini konu almadığı için onu küçümseyerek, akademide de ırkçılığa maruz kaldığını gösteriyor. Mahkeme sürecini izleyen gazeteler “mükemmel Fransızcasını” öne çıkarıyorlar. Ama ne kadar zeki ve entelektüel olursa olsun, Senegalli bir göçmen kadın oluşu ve derisinin rengi nedeniyle görünmezliğe ve deliliğe mahkum Laurence. Mahkeme salonunun, giydiği kazağın, derisinin rengi olan kahverengi içinde de görünmez. Cinayet nedeniyle tutuklu bulunduğu hapishanede uğradığı saldırıyı da sineye çekmiş. “Bebeğini öldürmüş bir anneye kimse iyi davranmaz. Yaşadıkları dehşeti paylaşıyorum” diyecek kadar içgörülü. Mahkemedeki sakin, dengeli tavrı, bebeği öldürmesindeki “delilik” savını bir türlü kanıt yerine oturtamıyor. Psikiyatrik incelemede bir “tanı” konamamış çünkü… Diline ve kültürüne yabancı bir ülkeye göçmüş, Afrikalı bir kadının bu denli desteksiz, yalnız, görünmez ve ötelenen bir hayat sürmesinin tanısal bir karşılığı yok. Öte yandan gebelik depresyonu söz konusu bile olmuyor.

Mahkemedeki kadın ve erkek görevlilerin bakışlarındaki ve yorumlarındaki devasa fark, ataerkil toplumun kadınlara ne denli yargılayıcı ve ayırımcı baktıklarını kanıtlıyor. Film Laurence’in avukatının jüriye hitaben yaptığı ders niteliğindeki konuşma ile bitiyor. Hukuk kuralları gereği doğru kararı verebilir, ama adaleti sağlayamayabilir. Adalet; göçmen bir kadın ve annenin kendi hakikatine bakabilmekle, kadınları birbirine bağlayan ortak bağları görebilmekle yakından ilgili. Bu bağlamda film, yargının her daim erkek bakış açısıyla bakıyor olmayı sürdürdüğünü tarihsel kesitle de gözler önüne seriyor.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.