Toplumlar için “ortak iyi” nasıl mümkün olabilir?  Peki, bu testi geçemeyenlere karşı hissedilebilen dışlama ve korku testin güvenliğine gölge düşürmeyecek midir?

İşaret, 1992 doğumlu genç bir kadın yazarın etkileyici romanı. Bir tarihte İzlanda’da geçen bir etik dilemmayı konu ediniyor. Tüm ülke empati testi referandumuna hazırlanmaktadır. Bu testi geçemeyenler işaretlenecek ve iş bulmaları, ‘güvenli’ evlerde yaşamaları, toplumun kalanı ile ilişki kurabilmeleri bile neredeyse imkansız olacaktır. Zira bu kimseler bulundukları ortamda tedirginlik ve korku yaratmakta, farklı değerlere sahip olan, yalan söyleyen, aldatan, tecavüz eden kişiler olması muhtemel, potansiyel suçlular kabul edilmektedirler. Okullarda gençlerin test nedeniyle oluşan yaygın kaygılarını azaltmak için ‘empati testi’ yerine ‘hassasiyet değerlendirmesi’ dense de ebeveynlere test sonuçlarının bildirilmesi kararı ayrı bir gerginliğe yol açar. Testi geçemeyen 22 yaşındaki bir gencin intiharı toplumdaki gerginliği arttırır. On sekiz yaşındayken testi geçememiş, geleceğe dair umudu kalmadığı için depresyon ve uyuşturucuya sürüklenmiş sonra da hayatına son vermiştir.

Test için ülke çapında referandum kararı alınmışken öğretmen Vetur’un, psikolog Oli’nin, teste girmeme hakkı için savaşan Tristan’ın ve iş kadını Enja’nın toplumsal adaletsizlikler ve önyargılarla mücadele etmelerini bir yandan da tüm bu kargaşanın kişisel sorunlarına yansımalarını izliyoruz. Enja’nın şirkette tacize uğramasının, fikirlerinin çalınmasının, evde kocası tarafından sürekli aşağıya çekilmiş ve küçültülmüş olmasının bir önemi yoktur. Önemli olan onun testi geçememiş olmasıdır. Bu nedenle artık bir sesi de olmayacaktır.

Tecavüzlerin, hırsızlık, gasp ve adaletsizliklerin hüküm sürdüğü bir ülkede, tüm ülkeye empati testi uygulansa ve geçenler “işaretlenmiş” olsa ve böylece işaretlenmiş insanlar, evler ve mahalleler oluşturulsa ne olurdu? Toplumun bir yarısı “güvende” hissederdi belki… ya kalanlar, testi geçemediği için “toplumsal olarak ölü” kabul edilenler için? Toplumun diğer kayıp yarısını işsizlik, evsizlik, intihar ve göç bekliyorken toplumsal huzur mümkün olacak mı? Toplumlar için “ortak iyi” nasıl mümkün olabilir?  Peki, bu testi geçemeyenlere karşı hissedilebilen dışlama ve korku testin güvenliğine gölge düşürmeyecek midir?

Testin güvenilirliği yanında, ahlaki boyutu toplumsal bir yarılmaya yolaçar. Söz konusu etik dilemma distopya olarak yazılmış ise de biz yaşadığımız dünyada bu noktaya yavaş yavaş gelindiğini görmüyor, hissetmiyor muyuz?

Aslında cevapları zor sorular bunlar. Dilemma dememin nedeni bu. Benim kendimce cevaplarım var tabii. Bazıları şimdi için ütopik. Hepimiz için ‘güvenlik’ çok yaşamsal bir ihtiyaç. Ama güvenlik için özgürlüğümüzü feda etmişiz. Devletler ordular kurulmuş. O kadar feda etmişiz ki, hayatlarımızı iki dudağı arasında tutan şefler seçmişiz. Bunca eşitsizliğin olduğu bir sistemde cezadan başka çıkar yol yok gibi görünüyor ama başka seçenekler mümkün bence. Çaresizce ve haklı olarak “cezasızlık” diyoruz. Oysa hapishane sayıları habire artsa da, suçlar azalmıyor.

Bana göre öncelikle herkesin temel güven duygusuna ve birbirinin hakkını gözetecek biçimde asgari sevilme ve kendini gerçekleştirme hak ve olanaklarına daha çocukken sahip olması gerekiyor. Aile varken bu ne kadar mümkün ayrıca tartışılır. Ayrıca cinsiyetler arasında fark (cinsiyet olmaması demek daha doğru) ve dominasyon olmaması gerek ve bu asli şartlardan. Üretim ve bölüşümün de adil olması gerektiğini söylememe gerek yok. Şartlar genişletilip çeşitlendirilebilir. Bir ütopya gerçeğe dönmeden bahsedilen dilemmanın doğru ve adaletli cevapları olamaz bana göre.

Kitabın künyesi: İşaret, Frida İsberg. Çeviri: Su Akaydın, Domingo Yayınevi, 2024.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.