Gelinen noktada ihraç edilen akademisyenlerin büyük çoğunluğunun idare mahkemelerinin kararları sonucunda görevlerine başladıkları gibi bir algı oluşmuşsa da bunun gerçeği yansıtmadığını, davası kabul edilen akademisyenlerle neredeyse eşit sayıda akademisyenin davasının da reddedildiğini vurgulamak gerekiyor

2012 yılında Türkiye’de barışı desteklemek için kurulan Barış için Akademisyenler 2016 Ocak’ta Bu suça ortak olmayacağız! isimli bir bildiri yayınladılar. Ülkede 2012 sonrası başlayan çözüm sürecini ve Kürt meselesinde barışı teşvik ettiler ve sayıları 2000’i geçen bu imzacıların yüzlercesi KHK’larla işlerinden edildi, dördü tutuklandı, çoğunluğuna dava açıldı. 2024’e girdiğimiz bu günlerde ise basına idare mahkemelerinin verdiği kararlar sonucunda “göreve iade” haberleri düşüyor ancak süreç o kadar basit değil. Hem bu yedi yılda akademi, ülkedeki baskılardan çeşitli şekillerde nasibini aldı ve bunun çeşitli sonuçları oluyor hem de ihraç edilmiş her akademisyenin süreci aynı işlemiyor. KHK’lı feminist akademisyenlerin kurduğu Aramızda Derneği üyeleri Ankara Üniversitesi’nden İnci Solak Akman ve Çukurova Üniversitesi’nden Esengül Ayyıldız ile söyleştik.

Kendinizi bize kısaca tanıtır mısınız?

Esengül: Bu söyleşiyi ilgilendiren bağlamda şöyle tanıtabilirim kendimi: Çukurova Üniversitesi’nden “Bu suça ortak olmayacağız!” dediği için 7 Şubat 2017 KHK’sı ile ihraç edilmiş iki akademisyenden biriyim. Hukuk Fakültesi’nden Taylan Koç ile birlikte ihraç edildik.

İnci: Hukukçuyum. Yaklaşık 15 yıl Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde görev yaptım. 7 Şubat 2017’de OHAL KHK’sı ile ihraç edildim. Uzun bir mücadele sonucunda avukatlık yapma hakkını elde ettim. İhraç edilen feminist akademisyenlerle birlikte kurduğumuz Aramızda Toplumsal Cinsiyet Araştırmaları Derneği’nde yürüttüğümüz çalışmalar başta olmak üzere hak savunuculuğu yapmaya devam ediyorum.

2016’da imza attığınızdan bu yana yaşadığınız hukuki süreci anlatır mısınız?

İnci: Bildiri metninin kamuoyuyla paylaşılmasının akabinde siyasetçiler, yandaş basın organları ve sivil toplum kuruluşları başta olmak üzere çok yönlü ve boyutlu bir hedef gösterilme ve linç süreci yaşadık. Bu dönemde YÖK, aldığı talimatla harekete geçti ve Üniversitelere imzacılar hakkında “gereğinin” yapılması için talimat verdi. Bildiriyi imzalayan akademisyenlerden Türkiye’deki üniversitelerde çalışanların büyük çoğunluğu hakkında disiplin soruşturması başlatıldı. Ben de Ankara Üniversitesi’nde onlarca meslektaşımla birlikte disiplin soruşturması geçirdim. Savunmalarımız alındıktan sonra hakkımızda verilecek kararı beklerken 15 Temmuz süreci yaşandı ve disiplin soruşturmalarımız sonuçlandırılmadan OHAL ilanının ardından yayımlanan OHAL KHK’larıyla kamu görevinden çıkarıldık. Bu disiplin soruşturmasının akıbetini de yıllar sonra idare mahkemelerine başvurduğumuzda Ankara Üniversitesi’nin mahkemeye sunduğu belgeler sayesinde öğrendik. Disiplin soruşturmalarımız sonucunda hazırlanan rapor ile dosyalarımız meslekten çıkarılma talebiyle YÖK’e gönderilmiş. Hazırlanan raporun ayrıntılarına burada yer vererek konuyu dağıtmak istemiyorum ancak o raporun mahkeme dosyaları arasında kaybolmayacağını ve üniversite dediğimiz yapının ifade özgürlüğünü kullanan akademisyenler hakkında “ne” yaptığını da kamusallaştıracağımızı belirtmekle yetineyim şimdilik.

AKP iktidarı sözünü ettiğim OHAL KHK’ları ile imzacı akademisyenleri 1 Eylül 2016 tarihi itibariyle kamu görevinden çıkarmaya, yaygın ifadeyle ihraç etmeye başladı. Ben de bu süreçte 7 Şubat 2017’de kamu görevinden çıkarıldım. Bu işleme karşı hem idare mahkemesinde dava açtım hem Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulundum. Ayrıca OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu’na da başvurdum. İdare mahkemesinde açtığım dava incelenmeksizin reddedildi ve istinaf yoluna başvurdum. İstinaf mahkemesi ilk derece mahkemesi kararını kaldırdı ancak yasal mevzuatı gerekçe göstererek dava hakkında karar verilmesine yer olmadığına ve dosyamın “karar vermek üzere OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu’na gönderilmesine” karar verdi. Anayasa Mahkemesi de başvurumu “başvuru yollarının tüketilmemesi” nedeniyle kabul edilemez buldu. Bu ifadelerin teknik olduğunun farkındayım, durumu şu şekilde özetleyebilirim: OHAL ilanından sonra anayasal OHAL rejimine aykırı olarak yaratılan OHAL düzeninde özünde bir idari işlem olan kamu görevinden çıkarma işlemine karşı başvurulabilecek yargı yolları kapatıldı ve yargı organları da bu ucube düzeni işlemin niteliğini vs. tartışmaksızın kabul ederek bizleri yıllarca sürecek başka bir hukuk garabeti olan OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu sürecine mahkûm etti. Biraz daha açmam gerekirse OHAL ilan edilip OHAL KHK’ları ile ihraç listeleri yayımlanmaya başladığında ortada bir Komisyon yoktu. Dolayısıyla da ihraç edilen kişilerden bir kısmı bu işlemleri idare mahkemeleri, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi nezdinde yargıya taşıdı ancak bu mahkemeler işlemleri farklı gerekçelerle denetlemeyi reddetti. Hatta Anayasa Mahkemesi içtihat değişikliğine giderek OHAL KHK’larını içeriğinden bağımsız olarak denetleme yetkisi bulunmadığına karar verdi! Dolayısıyla bu sürecin yaşanmasında yargı organlarının da sorumluluğunun ve payının bulunduğunun altını çizmek gerekiyor. Neticede OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu da imzacı akademisyenlerin başvuruları hakkında yaklaşık beş yıl sonra red kararları vermeye başladı ve hemen hemen hepsi hakkında da kısa süre içinde red kararı verdi. Bunun da bir rastlantı olmadığı, dosyalarımızın Komisyon’un görevini tamamlamasına yakın bir zamanda topluca incelenip önceden belirlendiği üzere red ile sonuçlandırıldığı ortada.

Bunların yanı sıra bildiriyi imzaladığım için hakkımda ceza soruşturması başlatıldı ve yargılandım. Dava devam ederken Anayasa Mahkemesi’nin Zübeyde Füsun Üstel ve diğerleri kararını vermesi üzerine ceza yargılaması bu karara atfen beraat ile sonuçlandı. Ceza yargılamaları esnasında şahit olduklarım hakkında uzun uzun konuşabilirim ancak yaşadığımız ortamda naif kalacak olsa da esasa dair söylemek istediğim hukukla değil ahlak ve vicdanla ilgili; başkaları adına utanmaktan çok yoruldum.

Son olarak mesleki açıdan yaşadığım hukuki sürece değinmek istiyorum. Hukuk fakültesi mezunuyum. Avukatlık yapabilmek için Ankara Barosu’nda staj yapmaya başlamıştım ancak OHAL KHK’sı ile ihraç edildikten sonra Adalet Bakanlığı avukatlık stajı dahi yapmamı engellemek için dava açtı ve gerek idare mahkemesi gerek istinaf mahkemesi tahmin edileceği üzere aleyhte karar verdi. Kamu görevinden ihraç edilmişsiniz, birçok hakkınız ihlal edilmiş ama muktedirlere yetmiyor, sizin her türlü faaliyetinizi engellemek istiyorlar. Yargı da bu isteği yerine getirmek için oldukça elverişli bir yapıda olunca sonuç belli. Bu süreçte hukuk fakültesi mezunlarının yapabileceği arabuluculuk, bilirkişilik, noterlik gibi meslek ve faaliyetleri de OHAL düzenlemeleriyle KHK’lılara yasakladılar. Anayasa Mahkemesi de bütün bu düzenlemeleri Anayasa’ya uygun buldu! Yıllar sonra, Anayasa Mahkemesi’ne yaptığım bireysel başvuru sonucunda hak ihlali kararı verildiği için yarım kalan stajımı tamamlayıp avukatlık ruhsatımı alabildim ancak bahsettiğim diğer faaliyetleri yapmam halen yasak. Sivil ölüm dedikleri böyle ilmek ilmek örülen bir şey.

Bunlar benim yaşadıklarım ancak ihraç edilen imzacı akademisyenler ve aileleri seyahat özgürlüğünden eğitim hakkına uzanan pek çok hak ihlaline uğradı.

Esengül: Bütün o vahşete itiraz etmemizin ardından, yani sesimiz yayıldıktan sonra, sağ medyanın ve toplumdaki bütün örüntülerinin kışkırtmasıyla kurumlar da harekete geçtiler biliyorsunuz. Çukurova Üniversitesi Taylan Hoca ve benimle ilgili hemen harekete geçti ve hakkımızda soruşturma açıldı. Biz soruşturma açıldığını gazetelerden öğrendik. DHA’nın servis ettiği haber her yerde yayınlanınca yani… Üniversitenin sarı zarfı daha sonra elimize geçti. O haberlerin dolaşımda olduğu gün Bolu’daki arkadaşlarımızın gece evlerine baskın yapıldığı haberleri de dolaşımdaydı. Aynı gün “Adana bugün alınacak” diye bize haber geldi. Cuma günüydü ve o hafta sonu TEM’i bekleme gerginliğiyle geçti, neyse ki gelmediler. Şubatın sonlarında soruşturmaya girdik. Adana Barosu Başkanı, Eğitim Sen avukatı ve Taylan Hoca ile ikimiz… Bir kadın olarak o erkek topluluğun içindeki pozisyonum, karşılıklı söz ve davranışların akışı, içinde olduğumuz oda ve oradaki makamlar filan ayrı bir konudur sahiden. Hukuk Fakültesi dekanı soruşturmanın başkanıydı. Soruşturmacıların bir kısmıyla lojman bölgesinde daha sonra karşılaştım sık sık… Uzaktan bakışlara maruz kalmaktan, “merak etme hocam bişey çıkmaz” diyenine kadar çeşitlilikte tavırlarla epeyce eğlendim kendi kendime…

Soruşturmadan sonra yaklaşık bir yıl hiçbir sonuç çıkmadı. Temmuz 2017’nin ikinci haftası TEM Adana’dan aradılar ve ifade vermem gerektiğini söylediler. Beş feminist avukatla beraber 16 Temmuz 2017 günü gittik ve ortamı en feminist neşeyle hareketlendirerek ifademizi verdik. Çok eğlenceliydi, polis memurlarının kafa karışıklığı ve ne yapacaklarını bilemeyişleri ve o derin eril cehaletleri hepimize ömür boyu anlatacağımız neşeli bir anı oldu. Oradaki ifade daha sonra hepimize açılan davalardaki dosyalarda yer aldı tabii…

O sırada Mehmet Fatih Tıraş doktorasını tamamlamıştı ve sonraki dönemde müthiş bir baskı altındaydı, dışarıdan verdiği dersleri elinden alındı. Haşim Akça adlı bir öğretim üyesinin özel çabaları vardır bu konuda, belirtmek gerekir. Dönemin Rektörü Mustafa Kibar meselenin sorunsuz kapatılmasını istemiş, bize de haber yollamıştı bizi korumak için elinden geleceğini yapacağından yana… O dönem rektör seçimleri yenilenecekti ve elbette oylarımıza ihtiyacı vardı.

Sonra 7 Şubat 2017 gecesi Taylan Hoca’nın ve benim isimlerimiz listede yayınlandı. O sırada annem ve babam lojmanda benimle birliktelerdi. İkisi de 12 Eylül’ü Bingöl’ün (Doğu Dersim sınırı diyelim) bir dağ köyünde, babamın öğretmenlik yaptığı okul ve lojman sınırlarında (köyden uzaktı orası, karşımızda bir mezarlık vardı ve askerlerle bir ay orada yaşamıştık o dönemde) iki küçük çocuklarıyla yaşamak zorunda kalmış, Alevi-Kürt (kızılbaş) insanlar. Babamın kardeşi 16 Mart’ta İstanbul’da lise öğrencisiyken öldürülenlerden. Hikâye çok yani. İkisi de öyle sakindiler ki, babam sadece “şimdi bir şey yapmamız gerekiyor mu? Hazırlık yapmalı mıyız, gelecekler mi?” diye sordu. Yani asker, polis gelip bizi alacak götürecek diye bekliyor. “Yok yahu sadece işten atıldık merak etmeyin,” deyince; “amaaan kızım boş ver. Boynuna nişan diye takarsın, gurur duyarız, başını diktir” dedi… Müthiş destek oldular. Çok şanslıydım sahiden. Ertesi gün sabah saatlerinde rektörlükten arandım, lojmanı ne zaman boşaltacağım soruldu. Bunun için on beş günüm vardı. (Ben İstanbul’dan oraya gitmiştim ve henüz beş yıl olmuştu.) Apar topar eşyaları üç kuruşa sattım savdım, bir kısmını annem ve babamın yaşadığı yazlığa gönderdim ve lojmandan çıktım. Odayı boşalttım… Eğitim Sen, bazı arkadaşlar ve öğrenciler bize veda ettiler. Kalan eşyalarımı arabaya yükledim ve yola çıkmaya hazırlanırken Mehmet Fatih’in intihar haberini aldık. Ondan sonra her şey bambaşka bir hâl aldı…

Daha sonra hepimize davalar sırayla açılmaya başlandı. Benim davam herkesinki gibi önce İstanbul’da açıldı. Avukatlarım Fikret İlkiz ve Fatoş Hacıvelioğlu’nun katıldığı ilk duruşmada, bizim talebimizle İstanbul mahkemesinin yetkisizliğine karar verilerek dosyanın “suçun söz konusu olduğu yere” yani Adana’ya gönderilmesine karar verildi. Sonraki duruşmalar Adana’da geniş bir avukatlar grubunun, Adana Baro Başkanı Veli Küçük’ün, HDP’li ve ÇHD’li avukatların ve sevgili arkadaşlarım Taylan Koç, Günal Kurşun ve son duruşmada da Bediz Yılmaz’ın katılımıyla görüldü. Hükmün açıklanmasının geriye bıraktırılması teklifini kabul etmemiştim ve ceza almam durumunda aşağı yukarı dört ay yatmayı göze almam gerekti. Neyse ki hiç gerek kalmadı tüm bunlara ve sonunda terör propagandasından yargılanmış ve suçsuz bulunmuş oldum. Karar oy çokluğuyla verildi. Heyetten birinin dokuz sayfalık, başından beri öne sürülen saçma sapan ifadeleri, iddiaları tekrar eden şerhi de dosyada yer aldı. O üye hakkında Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’na şikâyette bulunduk ama tabii ki oradan bir şey çıkmasını beklemiyorduk. Sonra OHAL Komisyonu sürecini beklemeye koyulduk. Komisyon’dan da sonuç çıkmadı.

İdare Mahkemesi’nde davanız görüldü mü? Şu an hangi aşamada?

Esengül: 21. Ankara İdare Mahkemesi’nden iade kararı çıktı. O karara göre iade edildim ve bölge istinaf mahkemesinde de karar onandı. Şimdi artık Danıştay aşamasından da bir şey çıkmazsa meselenin bu kısmı tamamlanmış olacak.

İnci: Kasım 2021’de OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu başvurum hakkında red kararı verdi. Bunun üzerine dava açtım ve Ankara 20. İdare Mahkemesi yargılama sürecinde ara karar ile Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele Daire Başkanlığından bilgi ve belge istedi. Gelen bilgi ve belgeler gazete haberlerinden ibaret olmasına karşın benim talimatla hareket ettiğim ve dolayısıyla irtibatlı ve iltisaklı olduğum gerekçesiyle davayı reddetti. “Matbu” olarak hazırlanmış ve boşlukları imzacı her davacıya özel doldurulan 20 sayfalık bu karar idari yargılama hukukunu hem usul hem de esas yönünden alaşağı eden “argüman” diyemeyeceğim ifadelerle dolu. Bu karara karşı istinaf yoluna başvurdum. İlk derece mahkemesi kararı Aralık 2022’de verilmiş olmasına rağmen istinaf başvurum Mayıs 2023’te istinaf mahkemesine gönderildi ve halen karar verilmesini bekliyorum.

Farklı idare mahkemelerinin farklı kararlar vermesini nasıl yorumluyorsunuz?

Esengül: Bu meselede en baştan beri sürdürülen kin ve nefret tavırlarına çok uygun. Hepimizin davası farklı farklı mahkemelerde açılmıştı hatırlarsanız. Aynı eylemden dolayı kimimiz KHK ile atıldık, kimimiz atılmadık, kimimiz yargılandık, kimimiz yargılanmadık… Çukurova Üniversitesi’nden aynı mesele nedeniyle iki kişi atılmıştık, ben iade edildim, Taylan Hoca’ya red verdiler ve istinaftan da ses seda yok. Hukuk dağa kaçtı, adaleti inek içti diyorlar açıkça…

İnci: İdare mahkemelerinin verdiği red kararlarına karşı hepimiz istinaf yoluna başvurduk. İstinaf mahkemeleri ilk derece mahkemesinin red kararı verdiği tek bir dosya hakkında dahi esastan karar vermiş değil henüz. İlk derecede kabul kararı verilen dosyalarda ise bir istinaf mahkemesi jet hızıyla yürütmeyi durdurma kararı verirken, bir diğeri ilk derece mahkemelerinin kabul kararlarına karşı üniversitelerin yaptığı başvuruların büyük çoğunluğunu reddediyor. Dahası bazı davalar hakkında henüz ilk derece mahkemeleri bile karar vermemişken, bazı davalarda süreç temyiz aşamasında. Bütün dosyaların aynı zaman diliminde karara bağlanması yargının işleyişi bakımından olağan olmasa da, bahsettiğim ölçüde bir farklılığın da dosya sayısı, iş yükü ağırlığı gibi gerekçelerle açıklanabilmesi bence mümkün değil.

Bildiriyi imzaladığımız günden bugüne hepimizin fiili tek ve aynı olmasına rağmen disiplin soruşturmalarından ceza yargılamalarına, kamu görevinden çıkarılmadan halihazırda devam eden davalara kadar bütün aşamalarda çok farklı işlem, karar ve uygulamalara maruz kaldık. Bu durum zaten hukuksuzluğun boyutunu açıkça ortaya koyuyor. Gelinen noktada ihraç edilen akademisyenlerin büyük çoğunluğunun idare mahkemelerinin kararları sonucunda görevlerine başladıkları gibi bir algı oluşmuşsa da bunun gerçeği yansıtmadığını, davası kabul edilen akademisyenlerle neredeyse eşit sayıda akademisyenin davasının da reddedildiğini vurgulamak gerekiyor. Ayrıca ilk derecede kabul kararı verilen bazı akademisyenlerin dosyalarında istinaf aşamasında yürütmeyi durdurma kararları verildi. Bu hocalarımızın bir kısmı henüz göreve başlayamamıştı, bir kısmının ise göreve başladıktan kısa bir süre sonra üniversite ile ilişikleri tekrar kesildi. Bazı imzacıların dosyası temyiz aşamasına gelmişken bazılarının dosyaları hakkında idare mahkemelerinin karar dahi vermemiş olması da ayrı bir sorun.

Farklı idare mahkemeleri farklı kararlar verdiği gibi aynı idare mahkemesi de imzacı akademisyenlerin davalarında farklı kararlar verebiliyor. Kamu görevinden çıkarılma nedenimiz bildiriyi imzalamak ancak bazı idare mahkemeleri Anayasa Mahkemesi’nin kendileri bakımından da bağlayıcı olan Zübeyde Füsun Üstel ve diğerleri kararını yok sayıyor. Bununla da yetinmeyip ağır ceza mahkemeleri tarafından verilmiş olan beraat kararlarına rağmen idari yargının sınırlarını aşıp adeta ikinci kez ceza yargılaması yaparak davaları reddediyorlar. Bu yargılamalar esnasında davacı hakkında farklı kurumlardan – ki bu kurumlar arasında MASAK dahi var! – ek bilgi ve belge talep etmekten Emniyet Genel Müdürlüğü veya üniversiteden davacı hakkında kanaat bildirmesini istemeye, sosyal medya paylaşımları ve dahi beğenilerinin tespitinden yıllar önce beraat edilen dava dosyanın istenmesine uzanan çeşitlilikte ara kararlar verilerek davacı hakkında kamu görevinden ihracını “meşru” kılacak kanıt yaratılmaya çalışılıyor. Hukukun olmadığı yerde kendilerince meşruluk arayışında olan yargı mercilerinin meşruluğa yüklediği anlamın da neye hizmet edeceği aşikâr… Nitekim mahkemelerin birçoğu ara kararlara verilen yanıtları dava konusu ile ilgili olmamasına rağmen gerekçe göstererek davaları reddediyor. Yaklaşık 25 yıldır idari yargı alanında çalışan biri olarak OHAL süreci ve sonrasında KHK’lıların ihraç sürecine ilişkin bu yargılamalarda tıpkı ceza yargılamalarında olduğu gibi herhangi bir eşik kalmadığını söyleyebilirim. Anlattıklarım Kafkaesk görünse de bizim hakikatimiz bu…

İdari yargıda sürecin bu şekilde işletilmesinin bilinçli bir tercih olduğunu, yıllardır yaşatılan belirsizliğin temyiz aşamasına kadar uzatılmasının da yıldırma politikasının bir parçası olduğunu düşünüyorum. Yargı bağımsızlığının retorikten ibaret olduğu bir sistemde mahkemelerin bu tutumu sürpriz olmasa da adaletsizliği derinleştirdiği açık.

Mahkeme süreçlerinde bir tutarlılık olmamasının etkileri neler oldu? Söylediğiniz gibi, bazı idare mahkemelerinde davalar devam ediyor kabul kararı verilen bazı dosyalarda ise üniversiteler yargı kararına rağmen akademisyenleri göreve başlatmıyor. Siz neler deneyimlediniz?

İnci: Öncelikle pozitif hukuk açısından şunu belirteyim: idare mahkemelerinin kararları birbirleri açısından bağlayıcı değil. Dolayısıyla benzer olaylarda bir mahkeme davayı kabul ederken bir diğeri red kararı verebilir. Ancak burada söz konusu olan bağlayıcılık meselesi değil hukuk devleti olup olmama meselesidir. Bizlerin davaları açısından da bunu daha önce de bahsettiğim gibi iki boyutta ele alabiliriz. Birincisi Anayasa Mahkemesi’nin dokuz barış bildirisi imzacısı hakkında verdiği, içeriğindeki tespitler sadece ceza hukuku ile sınırlı olmayan çok önemli bir karar var. Bu karar Anayasa’nın açık hükmü uyarınca yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar. Ancak mevcut durumda idare mahkemelerini bağlamıyor. Yani idare mahkemeleri Anayasa’nın açık hükmünü ihlal ederek karar veriyor. Bu meselenin birinci boyutu.

İkinci boyut ise idari yargı denetiminin kapsam ve sınırları ile ilgili. Tekrar pahasına da olsa belirtmek istiyorum. Bizler OHAL ilanına yol açan süreçle hiçbir ilgimiz olmamasına rağmen Bu Suça Ortak Olmayacağız başlıklı bildiriyi imzaladığımız için kamu görevinden çıkarıldık. Bu işleme karşı başka bir başvuru yolu bırakılmadığı için OHAL Komisyonu’na başvurduk ve başvurularımız reddedildiği için de idare mahkemelerinde dava açtık. Dolayısıyla bizlerin davalarında idare mahkemelerinin denetleyebileceği yegâne işlem OHAL Komisyonu’nun red kararıdır. İdari yargı yerleri sadece idari işlem ve eylemlerin hukuka uygunluğunu denetleyebilir, bunun dışında ve bunu aşan bir denetim yetkisi yoktur, olamaz. Oysa ihraç edilen barış akademisyenlerinin davalarında idare mahkemeleri idari işlemin hukuka uygunluğunu denetlemek yerine bizleri yargılıyor. Bunun anlamı da idari yargı adı altında adeta ceza yargılaması yapılmasıdır. İhraç edilme gerekçemiz bu kadar açıkken red kararı veren idare mahkemelerinin bir kısmı kamu görevlisi olmamıza engel teşkil edecek bir sebep bulmaya ve hatta yaratmaya çalışıyor, bir kısmı ise böyle bir ihtiyaç dahi duymaksızın örneğin bir sosyal medya paylaşımı nedeniyle terör örgütleriyle irtibatlı ve iltisaklı olduğumuza karar veriyor. Dolayısıyla burada denetlenen işlemin hukuka uygunluğu falan değil, bizlerin kamu görevlisi olmaya uygun olup olmadığımız. Bu uygunluğun tespitinde de 10 yıl önce yaptığınız bir sosyal medya paylaşımı ya da 30 yıl önce beraat ettiğiniz bir dava dosyası kanıt niteliği varmış gibi karara dayanak yapılabiliyor.

İdare mahkemelerinin bu tutumu ihraç edilen akademisyenlerin uğradığı haksızlığı ve adaletsizliği derinleştiriyor. Bazı üniversiteler idare mahkemelerinin kararlarını aylarca uygulamayarak bu haksızlık ve adaletsizliği katmerleştiriyor. Bu ülkede yürürlükte olan bir Anayasa var ve onun hükümlerine göre Anayasa Mahkemesi kararları bağlayıcı olmasına rağmen idare mahkemeleri bu kararı yok sayarak karar veriyor. Yine Anayasa’ya göre idare, mahkeme kararlarına uymak zorunda ve bu kararların yerine getirilmesini geciktiremez ama üniversitelerin bir kısmı da bu kararları aylardır uygulamıyor. Durumu özetle tepeden tırnağa hukuksuzluk olarak ifade edebiliriz.

Esengül: Benim karar da Mayıs’ta açıklanmıştı ve Eylül’e kadar uygulanmadı. Üniversitenin bu konudaki gönülsüzlüğünü nasıl yorumlasak bilemedik avukatımla… Adana sıcağına ve araya giren adli tatile bağlayarak iyimser de düşünebiliriz, bir “terörist”i üniversite sınırları içine sokmamak için bürokrasinin ayak dirediğini de… Tüm yaşadıklarımız elbette ikincisini düşündürüyor. Kararın uygulanması için gerekli olan süreyi aştıklarında savcılığa suç duyurusunda bulunduk ve sanıyoruz ki bu kararın uygulanmasında etkili oldu. Üniversite rektörlüğündeki bürokrasinin tavrı ise bunca yıllık haksızlık hukuksuzluk son buldu filan değil. Aksine, terör propagandasıyla yargılanmış birini gönül indirip aralarına kabul ettikleri yönünde… Adalet burada da ineğin midesinde yani. Avukatım ve ben yorulmadan bunun kavgasını veriyoruz.

Karar uygulandıktan bir hafta sonra altı ay ücretsiz izin alarak Hamburg’a The New Institute’a geldim. Bir yıl önce aldığım bir davet idi. Birkaç ay sonra dönüp göreve başladığımda üniversitede beni nasıl bir ortamın beklediğini bilemiyorum doğrusu. Öğrenciler arasındaki yeni faşist hareketlenmeleri dikkatle izliyorum şimdilik.

İadesi yapılanlara yedi yıllık hakları iade ediliyor fakat ülkenin içinde bulunduğu kriz ve değişen başka koşullar sebebiyle de, yani manevi/sosyal kısmının dışında maddi olarak da bir telafiden söz etmek zor. Nasıl yorumluyorsunuz bu durumu?

Esengül: Bu kısım işin başka cezalandırma tarafı. Hiç unutmuyorum; atıldığımızda şimdi okulda doçent olan biri bana edilen vedalardan birinde, bu süreç bittiğinde okula zengin döneceğimi, bir ev araba alacak kadar tazminata sahip olacağımı ifade eden bir şeyler demişti… İyi de hayat geçmiş olacak, o kadar da güneşli olmayacak ortalık meyanında bir şeyler gevelemiştim. İşin bu kısmını atlamış olmalarını beklemiyordum tabii… Üniversite geriye dönük haklarımı ödedi. Fakat borçları filan ödediğimde elimde dört yüz bin civarında bir para kalacak. Atıldığım zaman 2006 model bir Honda Jazz arabam vardı ve onu 35 bin liraya satmak zorunda kalmıştım. Şimdi aynı arabayı ikinci el alamıyorum bile… Buradan anlayabilirsiniz sanırım “maddi telafi”nin ne demek olduğunu…

Türkiye tarihinde kötülüğün bu denli ayrıntılı biçimde örgütlendiği bir dönem olmuş mudur bilmiyorum. Kendi sıradan hayatlarımızda yaşadığımız yalnızca bir örnek. Bu iktidarın ve bu süreçte dönüştürdüğü bürokrasinin memlekete yaptığı en büyük kötülük ve düşmanlık adalet, eğitim ve sağlık sistemini çökertmek, kurumları yerle bir etmek oldu sanırım. 12 Eylül sonrası Özal ile başlayan değerler sistemindeki erozyon bu dönemde artık çürümeye dönüştü galiba. Demirel’in “işini bilen” memuru/vatandaşı bu hengamede “zararı kâra çevirebildiyse” ne âlâ😊 Yine bu süreçte en fazla duyduğum ifadelerden biriydi bu.

İşlerini kaybeden, görevlerinden edilen akademisyenlerin önemli bir kısmı da feminist veya toplumsal cinsiyet alanında ders veren, akademik üretim yapan kadınlar. Bu zaman diliminde üniversitelerde toplumsal cinsiyet çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

İnci: Yedi yıl gerçekten de uzun bir süre ve üniversiteden uzaklaştırıldığımız için “içeride” ne olduğuna dair bilgimiz de sınırlı. Üniversitelerde görevlerine devam eden arkadaşlarımızla yaptığımız görüşmeler, Aramızda Toplumsal Cinsiyet Araştırmaları Derneği olarak hazırladığımız raporlar, yürüttüğümüz atölye çalışmalarının yanı sıra iktidarın toplumsal cinsiyet konusuna yaklaşımı doğrultusunda YÖK’ün attığı adımlar kuşkusuz ki süreç hakkında fikir veriyor ancak üniversitelerde gerçekten ne olup bittiğini ilk elden gözlemleme şansımız olmadığı için haliyle bir kısıtlılık söz konusu. OHAL sürecinde üniversitelerde yaşanan tasfiyelerin yarattığı tahribat ve sonrasında bürünülen sessizliğin üniversiter yapı üzerindeki etkileri hepimizin malumu. Bizler ifade özgürlüğümüzü kullandığımız için ihraç edilirken üniversitelerden buna ilişkin kolektif bir ses yükselmedi. Bu sessizlik ve umursamazlık üniversite üzerindeki baskının parti-devlet rejimiyle birlikte daha da artmasına ve akademik özgürlüklerin giderek daha da tırpanlanmasına yol açtı.

Toplumsal cinsiyet alanında yapılan çalışmalar bakımından bir yorum ya da değerlendirme yapabilmek için de biraz geriye gitmek gerekiyor. Bu alanda gerek üniversitelerde gerek sivil toplumda yapılan araştırma ve çalışmalara yönelik baskı değişik formlarda olmakla birlikte hep vardı ancak özellikle OHAL rejimi ve sonrasında yaşananların bugün karşı karşıya olduğumuz saldırılar bakımından belirleyici olduğunu düşünüyorum. OHAL rejiminin toplumsal alana yansımaları ve hukuksuzluğun ulaştığı boyut yalnızca üniversiteleri değil bütün kamuyu, en çok da bu alanda çalışan ve savunuculuk yapan sivil toplum örgütlerini etkiledi. Yine OHAL rejiminde toplumsal cinsiyet çalışmaları alanında uzmanlaşmış çok sayıda akademisyenin üniversitelerden tasfiyesi bu konuda verilen pek çok dersin kapatılmasına, yüksek lisans ve doktora tezlerinin danışmansız kalmasına ve tabii ki bu kişilerin üniversite çatısı altında akademik çalışma yürütmesinin engellenmesine yol açtı. İhraçların etkisi bununla da sınırlı kalmadı. Üniversitelerde 2000’li yıllarda oluşturulmaya başlanan CTS birimlerinin (üniversitelerdeki cinsel taciz ve saldırıyı önleme birimleri) bir kısmı işlevsiz kaldı, bu yapılara yönelik müdahaleler başladı. Bunların yanı sıra LGBTİ+ öğrencilerin kurdukları kulüplere müdahale edilmesi, kampüs içindeki etkinliklerinin engellenmesi de sonuç olarak bazı üniversitelerdeki görece özgürlükçü ortamı yıkıma uğrattı. 2019 yılında YÖK, 2015’te başlattığı Toplumsal Cinsiyet Araştırmaları Projesini durdurup Tutum Belgesini uygulamadan kaldırdı. Siyasi iktidarın ifade özgürlüğünü yok etmeye dönük hamleleri, Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden hukuka aykırı bir biçimde “çekilmesi”, kayyum rektör atamaları gibi pek çok icraat doğrudan ya da dolaylı olarak üniversitelerde toplumsal cinsiyet çalışmaları alanındaki akademik örgütlenme ve faaliyetleri olumsuz etkiledi. Toplumsal cinsiyet alanında yeni dersler açılmasının farklı gerekçelerle engellenmesi, bu alanda çalışan lisansüstü öğrencilerin danışman bulamaması ya da öğrencilerden tez konusunu değiştirmesinin talep edilmesi, belli konularda akademik çalışma yürütmenin YÖK tarafından fiilen engellenmesi, akademik çalışmalarda otosansürü bunlara örnek gösterebiliriz. Böyle bir ortamda toplumsal cinsiyet alanında çalışma yapmanın son derece güç hale geldiği aşikâr.

Esengül: Hakikaten, bu süreçte yalnızca biz akademisyenler değil, çalıştığımız alanlar da, içinden geldiğimiz devindiğimiz ekoller de üniversiteden tasfiye edilmiş oldu. Bu açıdan iki örgütlenmeyi çok önemli buluyorum: Aramızda Toplumsal Cinsiyet Araştırmaları Derneği ve İnsan Hakları Okulu… “Toplumsal cinsiyet çalışmaları”nın kendisi bir akademik alan olarak üniversitenin dışına atılmış oldu. Bizler, kendine feminist/queer diyenler, demeseler de toplumsal cinsiyet perspektifiyle akademik çalışmalar yapan ve dersler verenler kendimizi bir anda yan yana bulduk ve Aramızda’yı kurduk. Hatırlarsanız, Suruç Katliamı sürecinde KAOS GL ve LGBTİQ+ hareket doğrudan hedef alınmıştı. Feminist ve LGBTİQ+ alanın kazanımlarını büyük bir düşmanlıkla hedef alan, sarsan bir dönemin bağıra çağıra geldiği çok açıktı. Aynı durum insan hakları alanı için de geçerli. Yani 1990’lardaki hak mücadelelerinin açtığı alanları doğrudan hedef alan yeni faşizm performanslarıyla karşılaştık ve çeşitlenerek varlığını sürdürüyor bence… Ancak toplumsal cinsiyet alanı -önce kendi zihinsel dönüşümünü esas aldığı için belki de- öyle kuvvetli ve dönüştürücü bir politik alan ki, öyle kolay kolay yok edilemeyeceği de ortada.

Aramızda içinde kurulan çalışma gruplarından biri üniversitelerdeki toplumsal cinsiyet alanında neler olup bittiğini takip ediyor. Geçtiğimiz Aralık ayında Ankara’da 19 üniversiteden akademisyenlerin katıldığı “Akademide Toplumsal Cinsiyet Çalışmalarını Savunmak, Görünürleştirmek, Güçlendirmek” başlıklı bir çalıştay düzenlendi. 2019’da YÖK’ün Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi’ni ortadan kaldırmasıyla alan daha da daraltılmıştı hatırlarsanız. Bu daralttıkları alanları açmak, akademide yaşanan zorlukları izlemek, açmazlar ve imkânlar üzerine düşünmek özgürlüklerimize sahip çıkmak açısından çok yaşamsal. Toplumsal cinsiyet alanında çalışmaları akademi içinde sürdürebilmek, Kadın Çalışmaları Merkezlerinin şimdiki sağ muhafazakâr politikaların aracı haline getirilmesini engellemek için yeni politikalara ve düşünme biçimlerine ihtiyacımız var. Aramızda’dan Selma Koçak’ın KAOS GL’nin web sitesinde yayınlanan haberinde, demin bahsettiğim iki günlük çalıştaya katılan akademisyenlerin, toplumsal cinsiyet çalışmaları bağlamında akademide yaşanan en yakıcı meselenin LGBTİQ+’lar olduğunu vurguladıkları belirtiliyor. Çalışmalarda LGBTİQ+ ifadesinin kullanılmasının ve bu alanda yapılan çalışmaların engellenmesinden tutun, CİMER’e yapılan şikayetlere, bu alandaki sivil toplum örgütleriyle yapılmak istenilen çalışmaların engellenmesine dek çeşitlenen yelpazede bir baskı ortamı var bugün akademide… Bu alan yalnızca üniversitelerdeki yönetimler, bürokrasi, kurumlar düzeyinde değil sağcı, muhafazakâr, ülkücü öğrencilerin de saldırılarının hedefi halinde …

Aramızda tam da bu yaşananlar üzerine, yani KHK ile işlerinden atılan ve bu alanda çalışan akademisyenlerin kurduğu bir dernek söylediğiniz üzere. Aramızda’yı bize biraz daha anlatır mısınız?

İnci: Aramızda OHAL koşullarında kuruldu ve zor zamanlardan geçerek bugünlere geldi. Kuruluş aşamasında da sonrasında da sivil toplum alanında deneyimli kişiler ve STK’lardan ciddi dayanışma gördük. Kendi adıma hem bunun hem de “aramızda” kurduğumuz dayanışmanın ihraç sonrasında maruz bırakıldığımız süreçlerde çok önemli ve değerli olduğunu söyleyebilirim. Bugünden geriye dönüp baktığımda bunu da başardık, onu da yaptık dediğim pek çok şeyin yaşadığımız tüm zorluklara rağmen nasıl bir emek ve özveriyle gerçekleştirildiğini görebiliyorum. Bizi biraraya getiren temel neden üniversiteden uzaklaştırılmamız olsa da, Aramızda’nın bugüne gelmesini sağlayan şey yalnızca akademideki çalışmalarımızı farklı biçimlerde sivil toplum alanında sürdürme isteği değil, birlikte üretmeye, eylemeye ve mücadeleye olan inancımızdı. Halen de öyle.

2017’de yapılan çalıştay ve toplantılar sonrasında kuruluş fikri şekillendi ve nihayetinde Aramızda Toplumsal Cinsiyet Araştırmaları Derneği olarak kurulduk. Derneğin merkezi Ankara olmakla birlikte, üyelerimizin büyük çoğunluğu farklı şehirlerde yaşıyor. Bu başlangıçta birlikte üretebilmek açısından bir zorluk gibi görünse de Aramızda açısından olumlu ve zenginleştirici bir deneyim oldu. Yine farklı alanlarda çalışıyor olmamız Aramızda’nın faaliyet alanını genişlettiği gibi birbirimizden beslenmemizi sağladı ve yaptığımız çalışmaları keyifli hale getirdi. Şu anda aktif olarak görev almasalar da Aramızda’nın birlikte ürettiğimiz pek çok arkadaşımız için farklı bir anlam taşıdığını düşünüyorum.

Yedi yıllık zaman zarfında farklı konularda pek çok çalıştay ve atölye düzenledik, Off-University’de toplumsal cinsiyet dersleri verdik, Aramızda Söyleşiler başlığıyla söyleşiler yaptık, feminist takvim hazırladık, “Nasıl Feminist Oldum?”, “Nedir bu?”, “Kuşaktan Kuşağa Feminizm” gibi podcast serileri yayımladık, toplumsal cinsiyet alanında üniversitelerdeki CTS birimlerinin durumu, anabilim dalları ve derslerinin içeriği gibi farklı konularda raporlar hazırladık ve halen bu faaliyetlerin pek çoğunu sürdürmeye devam ediyoruz. Bu çalışmalarla savunuculuk faaliyetlerinin yanı sıra OHAL dönemi ve sonrasında toplumsal cinsiyet çalışmaları alanında yaşananlar bakımından da bellek oluşturma çabasındayız.

Bu süreçte kurulan dayanışma ağlarına dair başka ekleyecekleriniz olur mu?

Esengül: Üniversite bir kurum olarak krizde. Avrupa ve Amerika’da da durum pek parlak değil. Bizim yaşadığımız ülkede çözülme hızlı oldu. Bu çözülme sürecinde kurulan dayanışma akademileri, tüm olumsuzluklarına rağmen, önemli bir tecrübe bence. Avrupa’da da “ne olacak üniversitenin geleceği” tartışmalarıyla epeyce karşılaşıyoruz bu dönemde. Bu tür tartışmalarda, dayanışma akademileri süreçlerini -eksiğiyle gediğiyle- bir tecrübe olarak paylaşmanın ve ortak bir uluslararası alan kurmaya gayret etmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Aramızda’da kendini iyi hisseden ve hem bizden önceki kuşağa hem de bizim kuşağa musallat olan hayaletin varlığını hisseden biri olarak, akademik alanın aynı zamanda pratikler, eylemler ve teoriler alanı olarak buralarda kurulabileceğini düşünecek kadar iyimserim. Aramızda olarak bağımsız uluslararası bir toplumsal cinsiyet çalışmaları akademik alanının kurulmasına yol açacak, zemin oluşturacak adımlar atabilirsek, bizim kuşağın yaşadığı tüm bu tecrübenin hakkını verdiğimizi düşüneceğim. Dünyanın gittiği yer bakımından bizi iyi şeyler beklemiyor çünkü ve bu konuda uğraşma sorumluluğu duyanlardanım.

 

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.