Herman, adalet olmadan iyileşmenin mümkün olamayacağını savunuyor. Yöntem olarak, bu kitapta mağdurlara adaletin anlamı nedir, ne değildir diye soruyor ve onların kendi yaşadıklarıyla “gerçek adaleti” tartışıyor. İnsan hakları, kadın ve şiddet konusunda çalışanların yakından bildiği sorun olan durumları tartışırken feminist bakış açısı ile önerileri sorguluyor.

Ayşe Devrim Başterzi: Merhaba, yeni çıkan bir kitapla ilgili söyleşmek için buluştuk bugün.

Şahika Yüksel: Hayran olduğum çok şey öğrendiğim bir yazarın, bir arkadaşımın yeni kitabı yayınlandı. Faile karşı mağdurun yanında taraf olan bir feminist yazarın uzun yıllardır beklenen yeni kitabı: Hakikat ve Onarım*. İster savaş, politika gibi kamusal alanda ister cinsellik, aile yaşamı gibi özel alanda olsun zorbalık zorbalıktır diye tanımlayarak kitabına başlayan bir yazar.

Judith Herman! Sadece ruh sağlığı alanında çalışanların yakından tanıdığı bir yazar olmanın ötesinde feminist mücadele içinde de aktivist ve düşünür. Sizin uzun bir süredir tanışıklığınız ve dostluğunuz var, biraz onun eserlerinden söz eder misiniz?

Judith Herman’ın kitaplarını tanıtırken tabu kıran, çığır açıcı demek mübalağalı olmayacaktır.  1981 yılında Baba-Kız Ensesti isimli ilk kitabını yayınladı, 40 enseste maruz bırakılmış kadınla klinik değerlendirme ve görüşmesi yanında ensestin antropolojik kökenlerine, popüler kültür ve pornografi ile ilişkisine bakan ve ne yazık ki geçerliliğini hiç kaybetmeyen bir ilk kitap. 1987’de Gartnell ve Olarte ile birlikte American Journal of Orthopsychiatry’de iki değil beş hakeme yollanarak yayınlanması olay olan, “Psikiyatristlerin meslek yaşamlarında cinsel sınır aşımları” yazısı yayınlanıyor. “Travma ve İyileşme” (1992) kitabı 2007’de Türkçeye de çevrildi hatta 10. basımını yaptığını görüyoruz.

Travma ve İyileşme’de Herman travmaya maruz kalan kişilerin iyileşme sürecinde güç ilişkilerine dikkat çekiyordu. Faillerin travma karşısında tüm toplumdan, topluluktan sessizlik beklediklerini, mağdurların ise ‘utanç’ içinde sustuklarını ve aslında maruz kaldıkları kötülüğün ötekiler tarafından da bilinmesine, tanıkların susmamasına olan ihtiyaçlarından söz ediyordu. O dönemde, travmaya maruz bırakılan kişilerin terapi sürecinde üç aşamadan söz ediyordu; öncelikle güvende hissetmelerinin sağlanması, ardından travma ile kaybedilen şeylerin yasının tutulmaya başlanması ve kişinin travmatik deneyimin kendisi için ne anlama geldiğini anlaması, anlamlandırması ve  terapinin son döneminde de kişinin geçmişi ile geleceği arasında travmanın kestiği bütünlüğü, akışı, sürekliliği sağlaması ve yaşanılan travmanın anlamını bilerek, sosyal ilişkilerini yeniden inşa ve restore etmesini yapılandırıyordu. Sanırım bu kitap bu tamirat sürecine yeni bir dönem ekliyor. Herman’ın son kitabının başlığı; Hakikat ve Onarım (Truth and Repair).

Herman, adalet olmadan iyileşmenin mümkün olamayacağını savunuyor. Mevcut yasal sistemde mağdurların kendilerini ifade edemediklerini ve adalete ulaşamadıklarını anlatıyor. Yöntem olarak, bu kitapta bu gerçeği kendi deneyimleriyle yaşamış olan mağdurlara adaletin anlamı nedir, ne değildir diye soruyor ve onların kendi yaşadıklarıyla “gerçek adaleti” tartışıyor. İnsan hakları, kadın ve şiddet konusunda çalışanların yakından bildiği sorun olan durumları tartışırken feminist bakış açısı ile önerileri sorguluyor. Yazar, elli yıldır en bildiği şiddet alanını, cinsiyetçi şiddet yaşamış tanıkları, bildiği toplum olan ABD’den seçiyor. Başka ülkelerde de benzer incelemelerin yapılmasını diliyor. Bu yazının yazarları bir grup feminist terapist ile bu hayali gerçekleştirmeyi ne zamandır planlıyoruz. Okurken, Türkiye’de aşina olduğumuz zorlukları, pek çok mağdurun öyküsünü hatırladım. Mağdurların bazıları cinsel saldırı deneyimi olan sonradan adalet ararken psikolog, avukat, hukukçu olarak kadına yönelik şiddete yeterli tepki vermeyen geleneksel kurumların değişimi için yöntemler geliştirme uğraşı veren kişiler.

Kitap üç bölüm, ilk bölümde güç hakkında, ikinci bölümde adalete bakış ve son bölümde iyileşme olarak planlanmış. Güç, çarpıcı örneklerle zalimin kuralları, eşitliğin kuralları ve patriyarka başlıklarında tartışılıyor. Adalete bakış, onaylama, özür, kabul edilebilirlik altbaşlıklarla işlenmiş. İyileşme bölümünde iyileşmenin mağdur, fail ve yaşadıkları topluluk için anlamı yer alıyor. Kadına yönelik şiddetin engellenmesinde, koruma ve onarım için farkı modellerin etkinliğini tartışıyor. Mağdur, fail ve daha geniş çevre-toplumun iyileşmesi için adalet gerekli konusunu işliyor. Kitabın son bölümlerinde ABD örneğinde adalet sistemi nasıl değişmeli, mağdurlara iyi gelecek şekilde onların gereksinim ve istekleri dikkate alınırsa neler olmalı ve en önemlisi cinsiyetçi şiddet ve tecavüzün engellenmesi için koruyucu model girişimlerini tartışma ortamı açıyor. Bu kitap adaletin daha iyi tasavvur edilme yollarını geliştirme hakkında.

Ülkemizde de birçok kadın ruh sağlığı uzmanı feminist bakışla şiddete maruz bırakılan kadınlarla çalışıyor ve aslında kadın örgütleri ve feminist aktivistler hep birlikte kadına yönelik şiddete dur demek için mücadele veriyor. Ancak önlemek kadar şiddete maruz kalan kadınların iyi olmalarını sağlamak için adalet belki bugünlerde herkes için ne kadar büyük bir ihtiyaç! Ancak adaletin ne olduğu ve nasıl sağlanacağı da önemli bir soru sanırım.

Hukuki çözümler tek başına adaleti sağlamakta yetersiz, onarıcı adalet yöntemleri çok kez sorunlu, adalet metrik hesaplarla sağlanmıyor. Kitapta açıkça cinsiyetçi saldırıların iki kişi arasında sınırlı olmadığı; zalimin saldırılarına, suçlarına tanık olanların yani mağdur ve failin içinde yaşadıkları topluluğun, örtülü veya açık rolü vurgulanıyor. Mağdurun/maruz bırakılanın zararının onarılmasında cinsel saldırıların sadece mağdur ve fail arasında geçmediği o toplulukta, aynı ortamda yaşayan tanıkların suskunluklarının da adaletli bir çözümü engellediğini aktarıyor. Türkiye’de bu duruma fena halde aşinayız, cinsiyetçi şiddete gözünü kapamamış kişiler olarak yaşadığımız tanık olduğumuz olayların örneklerini görüyoruz. Hangi örneği not düşsek; tecavüz eden profesör ünvanlı veteriner hekim ilk aşamada cezasız kalırken dava yeniden açılmasında ve sorumlu ve suçlu olduğu kararı çıkarken nöbet ortamında mağdur olan arkadaşımızın yaşadığı travmaları hatırlıyoruz. Aklıma karlı bir günde “geç oldu sizi araba ile evinize bırakayım” diyen yolda tecavüz eden patronun saldırısından sonra ağır travmatik sorunlarla hastaneye yatırılan kadının tecavüzün bedeli olarak bir de kocasından ayrılması geliyor. Kadın cinsel saldırıyı açıklamasa “gül gibi” evliliği sürecekti.

Herman, bir önceki kitabı Travma ve İyileşme’nin devamını yazma ihtiyacında olduğunu ifade ediyor. “Olası travmatik olaylara maruz kalmak, o insanları güçsüz yaptığına göre iyileşmede ana ilke güçlenmedir. İyileşebilmek için ön koşul günlük yaşamı kontrol edebilme hissinin ve seçeneğinin olmasıdır. Adalet sistemindeki farklı bileşenler ve polisin müdahalesi, kontrol ve gücü kendi tekeline aldığında iyi niyetli olduğunda bile zarara yol açabileceği için yasal müdahaleler mağdura saygılı olarak güçlendirmelidir. İyileşmenin son basamağı adalettir. Eğer travma bir sosyal problem ise iyileşme basitçe özel bireysel bir mesele değildir. Travmanın yarası sadece istismarcının neden olduğu şiddet ve kötü muamelelere sınırlı değildir. Gözlemcilerin eylemleri veya eylemsizliği, onların suç ortaklığı, onların istismarı bilmek istememesi veya mağduru suçlaması sıklıkla daha derin zorluklara neden olur”.

Biliyoruz ki, travmatik olaylara maruz kalma devam ederken travmatik deneyimin yol açtığı yarayı pansuman yolu ile iyileştiremeyiz. İyileşme sürecinde mağdur kaçınılmaz dostane olmayan çok kez de düşmanca karışık sorulara, cinsel saldırılarda yaygın olarak inanılan mitlere muhatap olur ve cinsel saldırının yaşandığını ispat etmekle mağdur yükümlüdür. Bu ispat sürecinde tekrar tekrar travmatize olma riskini, sadece fail değil topluluktaki yakınları tarafından da yalnız bırakılmayı göze alması gerekir. 20 yıl önce profesör jinekoloğunun tıbbi muayene diye sunduğu cinsel istismarı sadece tabip odasına bildiren bir kadın, “bir de mahkemede yıpranmak istemiyorum” demişti. 20 yıl sonra, aynı doktorun suçlu olarak hapse girmesini, aynı şiddeti yaşayan iki cesur kadın başardı. Özel travmatik öykülerinizi herkese açmaya cesaret edebilir misiniz? Açıklayacak olurlarsa gerçekler kabul edilecek midir? Yaşadıkları zarar onarılacak mı? Mağdur ve fail aynı toplulukta nasıl yaşayacak? Bunun fail için anlamı nedir? Uzlaşma istenen bir şey mi? Nasıl başarılabilir? Toplum güvenliği ve zarardan koruması nasıl sağlanır?

Çok önemli ve can yakıcı sorular bunlar… Bugünlerde ruh sağlığı alanında çalışan insanlar olarak sorumluluğumuzun sadece klinik bilgi ile sınırlı olmadığını, tüm bu yıkıcı şiddetin nasıl var olabildiğini ve bir virüs gibi nasıl ülkeden ülkeye evden eve yayıldığını anlamanın, tabiri yerindeyse tiranlığın ‘kodlarını’ çözmenin önemini anlıyoruz kitabı okurken. Kitabın özellikle girişi evden aile ilişkilerinden ulusal ve uluslararası düzeye kadar tahakküm ilişkilerinin nasıl yapılandığından, zorba/tiran tarafından rızanın inşasında kullanılan manevralardan söz ediyor. Patriyarkanın işleyişini ve mevcudiyetini nasıl sürdürdüğünü geçmişten bugüne ele alıyor. Sanırım günümüzdeki vahşi neoliberal düzenin ve onun yol açtığı iklim krizinin felaketleriyle de boğuşurken evlerin içinden ülke yönetimlerine kadar her yerde zorba gibi görünmeyen zorbaların giderek arttığını, pek çok defa fark edemeden bir ötekinin keyfine ve çıkarlarına uygun davranmaya başladığımızı görüyoruz. Herman, bir yandan tahakküm kuran ve onun yanında yakınında duranların dinamiklerine bakarken öte yandan mağdur edilenlerin nasıl susturulduğunu anlamaya çalışıyor. Güç ilişkilerine, tahakküm mekanizmalarına dair kitaptan yola çıkarak neler söylersiniz?

Güç ilişkisinin tarafları var. Egemen olan, zorba olanlarla ve ona itaat etme konumunda bırakılanlar arasında bitmeyen bir mücadeleden söz ediyoruz. Yazar patriyarkanın egemenlik kazanmasının bir örneği olarak, zorba/tiranın sosyal ilişkileri kendi çıkarına örgütlerken kullandığı ruhsal mekanizmaların çok derinlere nasıl yerleştiğini, nasıl işlediğini örneklerle açıklıyor ve tabiri yerindeyse işleyiş kurallarını, yöntemini ifşa ediyor. Patriyarka gizli şiddet olarak sadece kültür, adet, görenekler içinde değil kanunlara da girerek kendisini erk-ek adalet olarak da yeniden yeniden inşa ediyor.

Herman zorbaların/tiranların bir ötekine buyuran zapt eden egemen olan bir ilişki kurarken şiddeti sürekli olarak kullanmadıklarını hatta daha çok arada bir ‘ölçülü’ -yıldırtmayacak, bezdirmeyecek, baş kaldırtmayacak ancak korkutacak- şiddet kullandıklarından söz ediyor. Travma alanında klinik olarak çalışan feminist bir akademisyen olarak Judith Herman, güç ilişkilerinde madun olanlar, topluluktan dışlanarak marjinalize edilenler için adaletin ne olduğunu da ele alıyor.

Mağdurlar adaletin gerçekleşmesi için ne beklersiniz sorusuna farklı talepler dile getirse de ortak olan hakikatin tanınması ve tanıklık eden topluluk tarafından da suçun kınanmasını istiyorlar. Mağdurlar önyargılı bir tutumla yargılanmadan, yaşadıklarının tanınması ve kabul edilmesi ile bir topluluğa ait hissedebilirler ve güvenli bağlar inşa edebilirler. Bir topluluk içinde egemen olmayan, itaate zorlanan grupların üyeleri adalet aradıklarında ne onların hikayelerinin ne de onlardan birinin tanıklığının pek güvenilir bulunmaması ayrıca yaralayıcı bir etmen. Bildiğimiz şu ki adalet için sadece o mahkemedeki, o kötülüğü yapan kişinin ceza kararının alınması yeterli değil, maruz bırakılan kişinin ve hatta tanıkların ifadelerinin de saygılı bir şekilde dinlenilmesi, kabul görmesi ve güvenilir bulunmasına olan ihtiyacımızdan söz ediyor.

Hem klinisyen olarak hem de gündelik hayatın içinde sık sık karşımıza çıkan cinsel şiddetin her türü için bu ne kadar doğru. Şiddete maruz kalanların ‘güvenilir’ bulunmaması, tanıkların sessizliği ya da onların ifadelerinin de pek kıymet görmemesi…

Cinsel şiddet bireysel bir talihsizlik değil bir halk sağlığı sorunudur. Patriyarkal cinsiyetçi toplumlarda egemenler ve itaat edenler kurallarına göre idare edilir. Kuvvetli olan zayıf ve kırılgan olana istediği gibi davranır. Sıklıkla bu durumu bilenler, izleyenler yani tanıklar korkup susar, isteyerek sessiz kalır veya güçle iş birliği yapar. Bu riskleri göze alanlar işkenceyi, hapisi göze almış olabilir. Ceren Damar cinayetinin ardından katili savunurken öldürülmüş olan kadına iftiralar atan avukat ve Ceren Damar’ın babasının verdiği hukuk mücadelesi bu saldırıların öldükten sonra da sürdüğünün bir örneği.

Tiranların zorbaların tahakküm/hakimiyet kurma mekanizmalarına baktığımızda utancın ayrı bir yeri var. Utanç malum en çok suskunlukla, sessizlikle baş edilen bir duygu. Freud da kadınlar için ‘par excellence’ olarak tanımlanan utancın bir gelenek sorunu olduğunu söylüyordu ama bu patriyarkal gelenek kadınları şiddetle zapt etmeye çabalarken şiddeti uygulayan değil de maruz bırakılanın utanmasını ve sessizce başını önüne eğmesini istiyor. ‘Bir kadın olarak sus!’ demişti bir kendini ‘mahcup’ olarak tanımlayan politikacı.

Zalim gücünü sadece şiddet üzerine kurmaz şiddetin gizli kalması için mağduru utandırarak, yalıtarak etkiliyor. Utanç Herman’ın önemsediği bir konu. Suçun ifşa edilmemesinde önemli bariyerlerden olan utanç fail ve topluluk tarafından, özellikle cinsel saldırı ve ev içi şiddet mağdurlarınca içselleştirilmesi pekiştiriliyor.  “… utanma dost temasıyla hafifler, toplum içinde var olmaya ve işlev görmeye devam eder. Utanan kişi bunu başı önde görünümü ile belli eder. Zalimler bu postürü itaatin işareti olarak kabul eder”.

Doğruyu aramanın yorucu ve tehlikeli oluşu insanları kendi dünyalarına çeker. Seyirciler tanıklar sessiz kalır. Onların çelişkilerine de anlayabiliriz. “Bu benim işim değil, yapabileceğim ne var ki”. Kitapta gözlemciler şöyle tanımlanıyor; Onları salt basit ‘pasif tanık’ olarak değerlendiremeyiz zira onların bilmek/ bilmemekten çıkarı vardır. Egemenliğin taşıyıcı kemerleridir. Olanları haklı görerek sosyal sorumluluğu paylaşan tanıklardır”. Gözlemciler, mağdurları desteklemek için ayağa kalkabilirse zalimin gücü çatırdar. O nedenle geniş topluluğun ve tanıkların zarar görenin tarafında olması dayanışma ahlaki bir sorumluluktur. İnsanlık onuru için gerekir. Zalimler adaletsizliği miras bırakıyorsa diğerleri adaleti yaymalı.

Sanki kadınların maruz kaldığı fiziksel ya da cinsel şiddetten mahcubiyet duyması, utanması ve susması gerekiyor patriyarkal kabullere göre. Bu adalet arama ve hukuki süreçleri nasıl etkiliyor. Herman bu kitapta erkek adaletin ikiyüzlülüğünü, eşitsizliğini açıkça ortaya koyuyor.

Demokrasi ile idare edilen ülkelerde kanunlara göre tüm vatandaşların güvenliği özgürlük ve eşitliği korumak olarak anlaşılmalıdır. Hiç kimsenin diğerlerine şiddet, baskı istismar etme hakkı yoktur. Uygulamada böyle olmadığının her gün tanığı oluyoruz. Herkes eşit değil, eşitliğin bir hiyerarşisi var. Yasal uygulamada mağdurlar eşit haklara sahip değildir. Mahkemeler, polisler adaletin gerçekleşmesi ile ilgili kurumlardır. “Suç mağdurlarının perspektifinden bakıldığında onlar bu kurumlarda formal olarak temsil edilmezler”. Uygulamalarda, bazı mağdurlar onların ırkları, sınıfları, cinsiyetleri nedeniyle atfedilenlerle daha fazla hakkettiklerini ifade eder. Fail/suçlu tutuklansa bile işler savunma pazarlığında savcı avukatlar arasında çözülür biter. Mağdur bu kararın içinde yer almaz, var olan kurumlar adaleti mağdur için teminde yetersiz kalır.

Kitapta Herman, ABD ceza kanunlarının mağdur olanlar için değil, suçlanan kişinin haklarını korumak için çalıştığını söylüyor; mağdurun rolü sadece tanıklık ve ondan beklenen mantıksız, öfkeli olmaması. Kanunlar mağdurun intikam peşinde olmaması gerektiğini söyler ve sadece sıraları geldiğinde hâkimin sorularına yanıt verebilirler. Mağdurun intikam için can attığı varsayılır. Eğer deneyimli feminist avukatınız yoksa, aklıma öncülerinden sevgili Canan Arın geliyor hemen, Türkiye için de aynı şey geçerli. Kitapta mağdurlardan birisi, gazetelerde ‘bilincini kaybedecek derecede sarhoş kadın’ olarak anıldığını ve 16 heceden ibaret olduğunu söylüyor ve devam ediyor; “Yeniden kendi ismimi kimliğimi bulmam çok uzun zaman aldı. Ben bir partide çöp kutusunun arkasında bulunmuş sarhoş bir kurban değildim, geri dönüşsüz şekilde incinmiş bir insandım”.

Mağdur suçlayıcılık dünyanın hiçbir yerinde değişmiyor ve ‘haber’ değeri olan cinsel saldırılarda bu suçlayıcı cümlelerle ne kadar çok karşılaşıyoruz. Bir yandan da erkek egemenliğinin nasıl inşa edildiğini de görüyoruz. Mağduru suçlamak onun itirazını, öfkesini bastırmaya yönelik işliyor değil mi? Eh bu da patriyarkanın bekasını sağlıyor.

Kadınların ve ezilen, baskılanan diğer grupların haklı öfkesi, itirazı egemen normları bozar. Bu tehdit edici olarak görülür. Mağdurların öfkelenme hakkı yok sayılır. Hatta bu öfke gözlemcilerin/ tanıkların barışı ve huzurunu bozan bir etken olarak görülür. Mağdurun öfkesi tabudur. Adalet öç alma değildir. Cezalandırıcı öfke/ aşağılayan kızgınlık mağdurlar tek başlarına bırakıldıklarında yaşanan bir durum. Şiddetin nedenlerinin kökleri zalimin kuralları. Zalimliğin en genel biçimi patriyarka halen farklı toplumlarda farklı biçimlerde bulunuyor. Erkek üstünlüğü kadına şiddet demektir. Tecavüz erkek üstünlüğünü imleyen bir suç.

Cezasızlıktan da söz ediyor Herman. Dünyanın hiçbir yerinde kadına yönelik şiddet için koruma standartları tam olarak uygulanmıyor. Bizim ülkemizdeki deyişle kol yen içinde kırılıyor ve egemen sistem pek çok defa faili koruyor, devletlerden kurumlara mağduru sessizleştirip suçları görünmez kılan bir anlayış hâkim. Yargılanma sürecinde de kadınlar birçok zorlukla karşılaşıyor değil mi?

Mağdurların öykülerini kendileri dillendirme fırsatına, ortamına gereksinimi vardır. Oysa mahkemede onların hâkimin sorularına doğrudan yanıt vermesi ve müdafaa avukatının travmaları hatırlatan düşmanca-detaylı sorularını yanıtlaması istenir. Faille aynı ortamda yüz yüze detaylı olarak aktarmaları onları korkutur. Sıklıkla mağdurlar mahkemeyi ikinci bir tecavüz olarak tanımlıyorlar. Mağdur suçu ispatlamakla yükümlüdür. Bir vatandaş ve devlet arasındaki güç dengesizdir. Yüksek standartta deliller istenir. Nerede ise açıkça, adalet failin yanındadır. Mahkemeye çıkmaya cesaret eden mağdurların güvenliği ve iyiliği aynı düzeyde dikkate alınmaz. Bu nedenle mağdurlar kendi ailelerinden, failin yakınlarından korkudan veya kendileri utandıklarından tanıklık yapmaktan vazgeçer. Mağdurlar tecavüzün sahte bir suçlama olduğu kuşkusu ile yaklaşmadan kendi topluluklarının anlattıklarını önyargısız dinlemesini bekler. Sahte tecavüz bildirimleri çok seyrektir. Bu kişiler, hele düşmanca sorgulandıklarında saldırıyı çok tutarlı bir dille aktarmayabilir. Travmatik anılar diğer anılardan farklıdır. Deneyimleri sanki gerçek değildir, parçalı ve kopuktur. Acı veren uyaranlarla dolu anılar olup tam sıralamada aksamalarla şaşkınlık, unutkanlık olabilir. Bunlar mağdurun dediklerinin geçerliliğini bozucu olarak kullanılır. Patriyarkal cezasızlığı sonlandırmak, en alttakiler de dahil herkes için eşit ve saygılı olarak iyileşme ortamını genişletmek için mağdurların sözleri adaleti daha iyi anlatacaktır.

Adalet için şiddete maruz bırakılanların yanında durarak nasıl bir adalet talebinde bulunulabilir?

Mağdurlar, gerçeğin bilinmesini, tam olarak kabul edilmesini, samimi özür dileyerek ve hesap verilerek zararın onarılmasını, sadece failler değil aktif/ pasif iş birliği yapan seyircilerin de hakikati kabul etmesini talep ediyorlar. Salt faillerin bireysel olarak suç işlediğinin kabulü değil aynı zamanda buna olanak veren iş birliği yapanların da kabulü olarak geniş ölçekte bir tanınma talepleri var. Mağdurlar, kriz devresinde ve sonra, kendi topluluklarından farklı onarıcı eylemler istiyor. Görgü tanıklarından yapılanın suç olduğunu, yanlış olduğunu söylemeleri, failin değil kendilerinin yanlarında yer alarak ifadelerini doğrulamaları ve patriyarkal mitlere karşı mağduru suçlamamaları beklenir. Utancın mağdurun omuzlarından alınıp ait olduğu yere failinkine yerleştirilmesi de diyebiliriz.

Pek çok platformda sık sık konuştuğumuz meselelerden biri de kitapta yer alıyor: Özür dilemek.

Herman’ın da söylediği gibi içten özürler iyileştiricidir ama çok seyrektir. Samimi olmayan özürler ise zarar verir. Ancak içtenlikli bir özür bağışlama ve uzlaşma getirir. Failin bağışlanması için yapılan sosyal baskı, seyirciler, tanıklar için kolay bir çıkış yolu… Failler de resmi özürler diliyor. Oysa mağdurlar içtenlikle sorumlulukların kabul edilmesini bekliyor. Samimi özür açıkça veya dolaylı olarak bir ahlaki kabulü de içeriyor. İlişkiyi onarma olasılığı taşıyan emosyonel bir davranış. Aralarındaki güç dengesi de değişerek mağdurun kendine saygısı ve onuru tamir oluyor. Özür dilense bile mağdur hayal kırıklığına hazırlıklı olmalıdır. Özür buluşmalarının yüzleşmelerin amacı mağdurun sessizliği failin yüzüne karşı bozabilmesi güç dinamiklerinin değişmesidir. Cinsel saldırı tecavüz yaşayanların pek çoğu bir özür seansına karşı çelişik tutum alır. Özrün bir manipülasyon türü olma olasılığı da yüksektir. Faillerin çoğu yaptıkları için üzgün değildir. Sıklıkla cezayı hafifletme yolu olarak, kendi çıkarları için özür diliyorlar.

Belki özürden hemen sonra bir diğer can yakıcı ve popüler bir kavrama geliyoruz: Affetmek! Popüler, pozitif psikoloji kitaplarında sık sık mağdurun kendi iç huzuru için failin hiçbir talebi olmasa bile affetmesini öneren beyanatlarla karşılaşıyoruz, çok tehlikeli buluyorum doğrusu bu talepleri. Patriyarkal sistemin ekmeğine yağ süren bir fantezisi olarak epeyce popüler ne yazık ki. Erk sahipleri ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşırken mağdurlar -güya bu olayı kendilerine yük etmemek için- affedip hayatlarına devam edecekler! Ancak onarıcı adalet çalışmalarında topluluk önünde fail mağdurun yüzüne karşı suç işlediğini kabul ediyor ve özür diliyor. Topluluğun da iyi bir tanık olması durumunda bu bir tamirat girişimini başlatmakta etkili elbette. Geleneksel adalet anlayışı ile onarıcı adaletin işleyişinde mağdur ve fail için neler söylenebilir?

Kutsal kitaplarda Hıristiyanlık, Yahudilikte affetme yetkisi-otoritesi sadece tanrıya aittir. Onarım, hakikatin tanınması ile işlemeye başlar. Mağdurun hem faillerden hem de gözlemcilerden zarar gördüğünün kabulü ve herhangi bir mazeret olmadan tam bir özür dilenmesi mağdurların iyileşme sürecinin ilk adımı. Geleneksel adalet sisteminde failin itirafı ve suçu kabulü bir ceza şeklidir. Mağdurlar bu durumda çelişki yaşar zira onların gördüğü zararın onarımı eksik kalır. Failin zararı onarması için ne yapılabilir? Herman görüştüğü mağdurların azımsanmayacak bir bölümünün ceza ile ilgilenmediğini söylüyor. Adaletin öncelikle kendilerinin iyileşmesi merkezinde olmasını istiyor. Faillerin tercihi ise hapis veya para cezası gibi cezanın rehabilitasyonu yönünde uygulamalar istiyorlar. Pratikte ırk, cinsiyet vb. özelliklere göre adaletin herkes için aynı standartta uygulanmadığını biliyoruz. Cinsiyet temelli şiddet ve diğer risk gruplarında mağdurların kendi dillendirmeleriyle aktarmalarına fırsat yoktur. Sistem failin ne kadar nasıl cezalandırılıp cezalandırılmayacağı merkezinde çalışır, mağdurun iyileşmesi merkezine radikal bir değişim olabilir mi?

Onarıcı adalet üzerine neler söyleyebiliriz kitabın ışığında?

Son yıllarda onarıcı adaletin (restorative justice) çoğu zaman uluslararası hareketi, cezalandırıcı adaletten (retributive justice) daha iyi bir adalet vaat ettiği görülüyor. Onarıcı adaletin etkinliğini ve kullanılması riskli olan yerleri tartışmak gerekir elbette. Ben bu açıklamalardan sadece genç tek kez vahşet içermeyen suç işlemiş olanlara, küçük hırsızlık ve benzer suçlara uygulanması görüşünü savunanların daha haklı olduğu kanaatına vardım. Mala zarar veren, hırsızlık gibi, tekil olay içeren özellikle gençlerin yaptığı suçlarda onların cezalandırılması yerine uygulanmasında uzlaşma var. Gençlere hatalarından ders alma imkânı veriliyor. Birçok feminist, kadınlara karşı işlenen suçlarda, toplum temelli adalete güvenmenin güç olduğunu belirterek onarıcı adalet girişimlerine ihtiyatla yaklaşır. Kamusal adalet sisteminde cinsiyet temelli şiddete etkin şekilde yer verilmelidir mutlaka. Ayrıca, profesyoneller tarafından kişinin tehlikeliliği, değişme isteğinin samimiyeti ve rehabilitasyondan yarar sağlayıp sağlamayacağı da değerlendirilmeli. Zarar verdikleri kişi ile karşılaştıklarında empati kapasiteleri kısıtlı ise gerçek pişmanlık çok kez yaşanmıyor, bu da onarımı zorlaştıran bir etmen.

Onarıcı adalet için sanırım burası çok önemli. Suç işleyen kişinin öteki kişiye verdiği zararı onarma niyetinin olması ve bunu ahlaki bir sorumluluk olarak görmesi. Cinsiyet temelli şiddet söz konusu olduğunda bu niyet üzerine epeyce düşünmeliyiz sanırım.

Cinsiyet temelli şiddet ve cinsel saldırılar söz konusu olduğunda onarıcı adaletin uygulanmasıyla ilgili farklılıklar var. Bunlar iğrenç kötücül suçlar olup ciddi yaptırımlar olmalıdır. Mağdurlar arasında edepli/siz/ masum olanlar olarak ayrım var. Mesela ülkemizde Münevver Karabulut cinayeti ile Özgecan Aslan cinayetinde toplum ayrımcılık yapıyor. Burada onarıcı adalet pek işlemez, mağdurları zarar görmekten koruyamaz, gelenekselden daha tartışmalıdır.

Adaletin bir yandan da mağduru ya da diğerlerini failin şiddetinden/suçtan korumayı hedefleyen tarafı üzerine konuşmaya başlıyoruz.

Evet soru şu; bu adalet yöntemiyle gelecek zararlardan etkin koruma ne alemde? Hele ev içi şiddet, insan kaçakçılığını uygulayanlar gibi seri suç işleyenlerde mağdurlar ve fail arasında girift ilişkiler vardır. Bu tür ilişkilerde şiddet bir hata olmayıp egemenliğini sürdürmede bütünleştirici bir ögedir. ‘Dövülen kadın’ konusu savunucuları, bir şiddet girişiminden sonra, failin bol keseden özürler dileyerek ilişkiyi sürdürme umudunu beslediğini belirtir. Onarıcı adalet uygulamalarında özür ve uzlaşmada faillerin manipülasyonu ile biçimlendirilmiş bir merkeziyetçi düşünce baskındı. İyi niyetli toplum gönüllülerinin, istismar eden ilişkilerdeki bu güç dinamiklerini, failin ince yöntemlerle oluşturduğu eylemliliği anlaması beklenemeyebilir ve onarıcı adalet tehlikenin devamına fark etmeden hizmet edebilir.

O zaman bir diğer soru gündemimizde; faille ilgili ne yapalım?

Mağdur tek başına faille meselesini çözemez elbette onun sorumluluğu da değil. Herman’ın görüştüğü kişilerin tümü faillerin kamu önünde teşhir edilmesi istiyor. Herman’ın görüştükleri kabul ve açıklamanın mağdur ve toplum arasındaki iyileşmede en önemli öge olduğunu vurgulamıştır. Umutları gerçeğin toplum tarafından bilinmesi, yeniden başkalarına zarar vermelerinin engellenmesi için gerekli adımların atılması. Toplumun kabulü ve suçun ilanı vurgulanıyor. Onarıcı adaletle hukuk sistemi arasındaki bu önemli bir fark.

Mağdur güvende hissetmek için neye ihtiyaç duyuyor? Mağdurun iyileşmesi için gereken ne gibi sorular sorabiliriz.

Mağdurun öncelikle hedefi, failin rehabilitasyonu, toplumla yeniden bütünleşmesinden çok, kendi gereksinimlerinin, güvenliklerinin karşılanması ve kendi toplulukları ile yeniden bütünleşmeleri. Mağdurlar toplumun faillere ulaşmanın bir yolunu aradığının farkındalar ama toplumun önce kendilerini kucaklamasına utancı ve sessizliğini bozmasına gereksinimleri var. Bu nedenle zararı tazmin için para önermek mağdurlarda genel olarak iç çatışma yaratır.

Maddi tazminat kadar ve hatta ondan daha çok iade-i itibar diye değerlendirebileceğimiz bir şekilde mağdurun masumiyetinin ve zarar görmesinin toplumca tanınması, saygı duyulması, ona karşı topluluğun da hatalı davrandığını bilmesi ve ilan etmesinden sonra yeniden toplulukla güvenli bağlar oluşturabilmesi önemli. Adaletle iyileşme, ruhsal onarım ilişkisine geliyoruz böylece.

Sıklıkla mahkemede adaletin pratik olarak elde edilmesinin kabil olmadığını biliyoruz. Mahkemeler pahalı, uzun sürüyor ve hırpalayıcı oluyor. Fail ve toplulukları mağdurun çektiği zorluklar için nasıl özür diler? Salt paranın tazmin edilmesi mağdurun tek beklentisi değildir. Birçoğu zararlarını tazmin edebilecek para olmadığını söyler, parayı kaba bir hakaret olarak görür. Lybia Rivera, “tecavüz tüm hayatınızı yaşam boyu etkiler” diyor.

Bunu giderecek birebir maddi karşılık yok elbette ama maddi tazminatlar failin kötülüğünü kabul edip zararını telafi etme çabasının bir göstergesi olarak kıymetli olabiliyor sanırım. Buradan devletli adalete yani hukuka ve kurumsal adalete geçebiliriz.

Devlet kamu güvenliğini sağlamakla görevlidir. Garantörüdür. Güvenliğimiz ihlal edildiğinde yeniden tazmin edilmesiyle sorumludur. “Bu sorumluluğu yerine getirmenin önemli bir yolu mağdurun zararının giderilmesi davalarında kamu davası olarak maddi destek olması, mağdurun yaşadığında hatası olduğunun ve bu suç nedeniyle maddi zorluklar yaşandığının kabulü de demektir”. Durum kişisel bir talihsizlik değil toplumun bir problemidir. Ve kurumlarda kökten değişiklik gerekir. İşyerlerindeki cinsel taciz durumlarını da tekrar gözden geçirmeliyiz. #MeToo hareketi ile işyerindeki güç sahibi adamların davranışlarının ne olduğu ortaya çıkıyor. Bir kişi başı çektiğinde çoğul istismar olduğunun açıklanması cesareti bulaştırır.

Burada da üstüne çokça düşüneceğimiz meseleler var feminist kadınlar, örgütler olarak. Kurumsal işleyişlere de baktığımızda ülkemizde pek çok üniversitede, dernekte, örgütte etik komisyonlar, onur kurulları hatta cinsel taciz ve cinsel saldırıya karşı destek birimleri mağdurların şikâyeti ile işlemeye başlıyor. Çoğu zaman failler birtakım yaptırımlarla karşılaşabiliyor. Soruşturma süreçlerinde gizlilik esas ancak sonrasında da gizlilik korunuyor, kişisel verilerin korunması kanunları ile faillerin, ceza alanların baş harflerini görüyoruz sadece. Aslında bir yandan kendi çalıştıkları kurumlarda pek çok meslektaşları biraz da dedikodu gazetelerinin etkisiyle haberdar oluyorlar. Ancak bu gizliliğin devam etmesi neler sağlıyor emin değilim. Elbette özellikle kurumsal hiyerarşik ilişkilerin etkisiyle gücünü kullanarak kendinden kıdemsiz meslektaş ya da öğrencileri çok defa taciz eden birinin ne yolla ne süre kınanacağı ne zaman bu işi yapmaya uygun olmayacağı, mesela üniversitede kıdemli ve saygın bir akademisyense onun yazdığı makalelere atıf verilip verilmeyeceği gibi birçok alan çokça belirsiz. Ancak sanırım adalet girişimlerinde mağdurların yararını nasıl önceleyeceğimiz üzerine çokça düşüneceğiz.

Eğitim kurumlarında üniversitelerde cinsel taciz ve şiddet üzerine tüm dünyada bir mücadele sürüyor. Kampüslerin ‘tecavüz kültürü’ olarak nitelendirebileceğimiz iklimine karşı cinsel tacize maruz bırakılanlar konuşmaya ve direnmeye başladılar. Cinsel karşılıklılık ve saygıya dayalı yeni ahlak normları olan bir topluluk olarak yeni gelenek ve kurallar inşa ediliyor. Bütün öğrencileri cinsel karşılıklılık ve saygı konusunda eğitmek, maruz bırakılanları destekleyecek sistemler kurmak, genç erkeklerin saldırgan bir duruma tanık olduklarında biraderini korumak için pasif bir suç ortağı gibi susmak yerine müdahale etmesini teşvik etmek ve mağdurun değil de failin yalıtılma ve utançla karşı karşıya geleceği düzenlemelerle kampüsler içinde büyük bir değişim gerçekleştiğini anlatıyor Herman ABD’de. Erkekler arasındaki biraderlik kültürünün getirdiği tacizkar davranışlar ve birbirinin sırtını koruma kollama geleneğine karşı mücadele de kampüs tecavüzlerini önlemede etkili olmuş. Rosenfeld şöyle özetliyor: Öncelikle ilk basamakta ‘tecavüz kültürünü’ değiştirmek yani feminist deyişle ‘bilinç yükseltmek’ için eğitimler çalışmalar yapmak, ikinci adımda mağduru desteklemek. Türkiye’de iki yıl önce Boğaziçi Üniversitesi’nde kayyum rektörün kapattığı CİTÖK aklımıza geliyor. Bu merkezler mağduru/ maruz bırakılanı desteklemekte çok hayati roller üstleniyorlar. Ve üçüncü basamak ise faillerin sürekli disiplin ve kontrol altında tutulması.

Bu kitapta ilgimizi çekecek birçok başka başlık da var hakikatin açığa çıkması ve onarım için gereken adaletin nasıl sağlanacağına dair. Güç ilişkilerinin kodlarının çözülmesi, mağdurların/hayatta kalanların gündemini dikkate alacak şekilde baskı/tahakküm mekanizmalarının ortadan kaldırılarak toplumsal cinsiyet eşitliğinin inşası gibi. Tam da bu gündemi destekleyen İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırıldığı ülkemizde özellikle vurgulamak istediğiniz şeyler var mı? Son olarak neler söylemek istersiniz?

Hakikat ve Onarım kitabında adalet olmadan iyileşmenin mümkün olamayacağı ve yasal uygulamada mağdurların eşit haklara sahip olmadığı, açık örnekleri ile aktarılıyor. İstanbul Sözleşmesi uygulandığında adaletin gerçekleşmesi için kuvvetli bir araç ve kaldırılması adaletsizlik için ortam sağlıyor.

*Truth and Repair: How Trauma Survivors Envision Justice (2023) Judith Lewis Herman, Basic Books, New York.

1 Yorum

  1. Merhaba, aşağıdaki cümle bu şekilde mi? Anlayamadım özellikle “mağdurun yaşadığında hatasının olduğu..” ve devamını…

    “Bu sorumluluğu yerine getirmenin önemli bir yolu mağdurun zararının giderilmesi davalarında kamu davası olarak maddi destek olması, mağdurun yaşadığında hatası olduğunun ve bu suç nedeniyle maddi zorluklar yaşandığının kabulü de demektir”.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.