Evet, ben yıllardır bir feministtim ama hayatımdan gelip geçen kadınlara nasıl davranmıştım? Şöyle başlayayım; bir kadının didik didik edildiği bir masada oturmaya devam etmiş miydim mesela?
Çatlak Zemin’de yayınlanan önceki yazım, “Kendine ait bir mutsuzluk manifestosu” olmasaydı bugün bu yazı da olmayacaktı. Bana bunu yazdıran onun öyküsü ve bu öykünün bana düşündürdüğüdür.
Öncelikle anlatarak başlamak gerekiyor; bu kısım fazlasıyla kişisel. Birkaç yıl düzenli yazı yazsam da teşhisini “duygu çoraklığı” olarak koyduğum sebepten yazı yazmayı bıraktım. Uğraştığı herhangi bir şey olan herkesin bildiği gibi, o şeyi bırakınca zamanla bunu yapabileceğine inancın azalmaya, içinde ara sıra yükselen “yap” sesini bastırma gücün artmaya başlıyor.
Uzun süre yazmadıktan, düşüncelerimi Twitter’da ifade etme kolaylığına alıştıktan sonra (üstelik fazla düşünmem gerekmez ve anında geri dönüş alabilirken) yazmak benim için önemli bir karardı. Mutsuzluk ve mutluluk üzerine uzunca süre düşündükten sonra bu anlayıştan şikayet etmek ya da bireysel eleştirilere indirgemek yerine ortaya sağlam ve tutarlı bir şey koy dedim kendime.
Yazıyı yazdıktan sonra oldukça heyecanlıydım ve fikrine güvendiğim birkaç kişiye okuttum. Herkesten iyi olduğuna dair teyit almam gerekti; zira yapabileceğime olan inancım azdı.
Bu sırada Mart başıydı. Yazıyı birkaç yere gönderdim. Bu heyecanın karşılığında nasıl yazılacağına dair “öneriler” alıp itiraz ettiğimde ise yanıt alamadım.
Bu deneyimleri fazla açmaya gerek yok. Bu yazının konusu bunun bende yarattığı sonuç; beklediğim gibi oldu.
Geceleri yatarken bunu düşünmeye ve “yazamıyorsun işte, kabul et”ten “rezil ettim kendimi tüh”e uzanan uzun cümlelerle tökezleyen özgüvenimi önce yıkıp sonra da üstünde tepinmeye başladım. Yazıyı soran arkadaşlarıma “vazgeçtim ben o yazıdan, uğraşamam” gibi geçiştirmelerde bulundum; nihayetinde yazının herhangi bir yerde çıkmayacağını kabullendim ve köşeye çekildim. Bu kabullenme tam olarak üç ayımı aldı. Bu denli uzun sürmesi bana (da) “çok kırılgan bir ego”yu hatırlatsa da aslında mesele tamamen yazma alanında girdiğim fetret devrine ilişkindi.
Ardından bir sabah uyandım, yazıyı birkaç yere daha yollamaya karar verdim. Ve çıktı. Tanıdığım ve tanımadığım onlarca kadından övgü ve eleştiri aldım.
Beni bu yazıyı yazmaya iten esas neden yazıya geri dönüş yapan bir kadının bana şöyle demesiydi; “bence yazının son cümlesi yazıyı yumuşatıyor, ancak öneri yapmıyorum, dikkat notu yalnızca.” Bunu okuduğumda içimde kim bilir hangi yaşanmışlığa (20 maddelik bir liste çıkarabilirim şu an) tekabül eden bir şey cız etti. Birkaç defa tekrarladım; “dikkat notu yazmış”. Olmayan bir kelime bütünü kullanmıştı, yazdığım şeye saygı gösterdiği, bu yazının bir kadının elinden çıktığını bildiği için. Üstelik beni hiç tanımadığı hâlde.
Yazının yazılmasından yayınlanmasına dek geçen süreçte karşılaştığım tutumu, yayınlandıktan sonra aldığım bu eleştiriyi ve ikisinin bende yarattığı muazzam derecede farklı etki üzerine uzun uzun düşündüm.
İşte bu yazıyı bunu düşünürken kendime, çevreme ve hayata sorduğum sorular yazdırdı. Feminist, sosyalist, anarşist veya bir şeyiz işte; inançlarımız, doğrularımız, yargılarımız var. Peki bu iddialar mıydı inandıklarımızın altını dolduran, yoksa günlük hayatı yaşarken üzerine hiç de düşünmediğimiz küçücük davranışlar, bir mimik, bir gülüş, birçok kod taşıyan ve bunların binlercesinden oluşan ilişkilerimiz miydi? Doğduğumuzdan beri içimize işleyen “barbar” dünyanın değerlerinin kendi ilişkilenme biçimlerimizdeki izlerini görmeye gerçekten çabalıyor muyduk?
Her şeyi gözden geçirmeye işte böyle başladım. Özgüvenimi, özsaygımı, kendime olan inancımı bu denli etkileyen ve hiç de hayati olmayan bir meselede, tersi davranılması hâlinde hissettiğim güvenli alan duygusu bana şunu sordurdu; evet, ben yıllardır bir feministtim ama hayatımdan gelip geçen kadınlara nasıl davranmıştım? Şöyle başlayayım; bir kadının didik didik edildiği bir masada oturmaya devam etmiş miydim mesela? Yakın erkek arkadaşlarımın kadınlara davranışları konusunda yabancılardan daha toleranslı olmuş muydum? Bir kadının emeğinin sömürülmesi karşısında sessiz kalmış mıydım ya da daha dürüstçe sorayım, sömürmüş müydüm (özür dilerim anne)? Bir kadına “rağmen” bir erkekle yakınlık kurmuş muydum? Sözlerimi dikkatli seçmiş miydim örneğin, kararlarının, hayatının, ilişkisinin, bedeninin onun olduğunu daima kendime hatırlatmış mıydım? Topluluk içinde en ön planda olmak hoşuma gitmiş miydi yoksa başka kadınlara alan açmayı gözetmiş miydim? Eski sevgilimin yeni sevgilisi hakkında konuşmayı normal karşılamış mıydım acaba? Kadınlar arası hiyerarşik ilişkilerin kurulduğu yerlerde durmuş, parçası olmaya devam etmiş miydim? Yoksa sevdiğim kadınları kayırmış, sevgi duymadığım ya da benim için bir şey ifade etmeyenlerle yolum kesiştiğinde bu düzenin bana öğrettiklerini reddetmeyi göz ardı mı etmiştim? Geçmişe baktığımda gözümün önünden geçip giden yanlışlara dürüstçe sahip çıkıp bir özeleştiri vermiş miydim? Yoksa yalnızca “feminist” olmak, iyilerim, doğrularım bana yetmiş, yanlışlarımı görünmez mi kılmıştı?
Bu soruları çokça çeşitlendirdim; bazılarına evet bazılarına hayır yanıtı verdim, bir sonuca vardım. Teorinin hayata değmediği, iddianın yaşama uyumlanmadığı yerde büyük bir boşluk var. Hepimiz biliriz ki “yaşam boşluk tanımaz.” Ve bu boşluk konu kadınlar olduğunda tahmin ettiğimizden çok daha yıpratıcı; içini yanında olduğumuz değerlerle doldurmadığımızda ise bu boşluğun tam da karşıtı olduklarımızla dolması kaçınılmaz. Evet, yaşam boşluk tanımaz! Bu yüzden birbirimizin yurdu olmak için bir slogandan fazlasına ihtiyacımız var. Gerçek bir ilkeler bütününe, hatta bir sözleşmeye; yaşamın her alanında bağlı olduğumuz, kendimizin (de) bu toplumun bir ürünü olduğunu bize hatırlatan, savrulmalar yaşadığımızda bağlanabileceğimiz bir sözleşmeye. Dünya kulağımıza “boşver yap işte” dediğinde; yani o kadına sinir olduğumuzda, öteki hata yaptığında, bir diğerinin elbisesi çok kötüyken ve bunların hiçbiri, tek bir sebep bulunmazken de bizi feminizm zemininde tutacak bir şeye; rüzgar çok hızlı estiğinde tutunabileceğimiz, derine çakılmış bir kazığa.
Bahsettiğim deneyim bana bir cümleyi kuruş biçiminin, bir bakışın, bir yargının veya bir sessizliğin başka bir kadın için nasıl anlamlar yüklü olabileceğini göz önünde bulundurmamanın yarattığı tahribatı fark ettirdi. Ben de sistemin bizlere fazlasıyla hoyrat davrandığı bu dünyada üzerime düşeni hatırlamak, rüzgar hızlı estiğinde tutunmak için kadınlar arası bir “dostluk sözleşmesi” oluşturdum. Tanımak, paylaşmak, sevmek üzerinden değil; kendimize benzemeyene de saygı duymayı, bizim gibi olmayanla da yan yana durmayı, anlamaya çalışmayı ve insanca bağların temelini oluşturan politik bir ilişkilenme biçimi olarak “dostluk”.
Kafamda bunu oluşturdukça hikayeler de çeşitlendi. Bir tacizciye tepki göstermek kadar temel bir şey değil kastım. Çevremde yer alan herkesten (kendim de dahil) hayatındaki kadınlara nasıl davrandıkları yönünde hesap sormak.
Sara Ahmed’in “feminizm bir ödevdir” dediği yerden bu ödeve her gün çalışmak, feminist olmanın önümde açtığı yolu, bu yoldaki yerimi önce özne sonra nesnesi olduğum anlar/alanlarda her gün sorgulamak; bu nedenle kişisel dostluk sözleşmeme bağlı kalmak.
Sözleşmemde şimdilik olanları sayacağım;
– Tanıdığımız ya da sevdiğimiz için değil, bir şeyden dolayı önemli/saygın olduğu için, nitelikleri, bilgisi yüzünden veya benzeri bir sebeple değil, kadınlara hiçbir sebep aramaksızın saygı göstermeyi unutmamak,
– Kalkıp gitmeye çekindiğim “o masadan” herkesin keyfinin kaçmasını göze alarak kalkmak,
– O erkek arkadaşıma (evet sana) kadınlarla ilişkilerinde ne kadar büyük bir dangalak olduğunu söylemek,
– İş arkadaşımın cinsiyetçi şakalarına gülmemek, toplantıda konuşmaya çekinen bir kadına söz vermek, kadınlar arası rekabeti körükleyen söylem ve davranışlardan kaçınmak, rekabet etmemeyi ilke hâline getirmek,
Daha da küçültelim merceği:
– Bedeniyle/nitelikleriyle/hayatıyla barışık olmayan kadınlarla dikkatli konuşmak ve hepsiyle çok barışık olan kadınlarla da dikkatli konuşmak,
– Bir kadına özgüvenini kıracak şekilde şaka yapmamak,
– Kadın emeğine karşı dikkatli, destekleyici ve saygılı olmayı gözetmek (anladınız onu),
– Kadınları “daha fazlasını” isteme konusunda cesaretlendirmek,
– Estetiğe ve inceliğe indirgenmiş ataerkil güzellik anlayışını beslemekten kaçınmak,
– Cömertçe iltifat etmek,
– Kadınların fikirlerini yargılamadan dinlemek,
– İstediklerinde, giydiklerinde, yediklerinde, sevdiklerinde; kendine ait her şeyde son kararın ona ait olduğunu unutmamak,
– Neoliberal sistem içinde üretilen, üretilen ve yeniden üretilen, gerçeğin yalnızca bizden ibaret olduğunu tekrar eden bu tantanayı reddetmek ve uzak ya da yakın tüm ilişkiler için bir “anlamaya çalışma” ilkesi oluşturmak,
– Bu maddeleri insan olduğumu bilerek, hataya yer açarak aklımda tutmak.
Şimdilik sözleşmem bu kadar. Geliştirilmeye, eleştiriye ve öneriye açık.
Sara Ahmed demişti ki “feminizm bir ses kazanmaktır”; ben de ekliyorum “bazen sana bile karşı olan bir ses”.