Cemile Gizem Dinçer mülteci çalışmaları alanına odaklanan bir araştırmacı ve aktivist. Akademi ve aktivizm ikiliğini -kendi deyimiyle- feminist metodolojiyle istikrarsızlaştırmaya çabalıyor. “Toplumsal Cinsiyetlendirilmiş Şiddet, Sömürü ve Direniş: İranlı Mülteci Kadınların Yalova’daki Deneyimleri” başlıklı doktora tezi iki ödül birden kazandı. Bunlardan ilki, saha çalışmasını desteklemek üzere 2018’de verilen “Şirin Tekeli Araştırma Ödülü”ydü. İkincisi ise geçtiğimiz ay aldığı, 2021-2022 akademik yılına ait “ODTÜ Yılın Tezi Ödülü”. Cemile Gizem Dinçer ile yaptığımız söyleşiyi paylaşıyoruz.

Güneş Terkol, Kabin Fantastik, 2023

Öncelikle kutluyor ve başarılarının devamını diliyoruz. Dilersen tezinin saha çalışmasından başlayalım. Neden Yalova’daki İranlı mülteci kadınlarla çalışmayı seçtin?

Hem güzel dilekleriniz hem de tez üzerine sorular ve sizler eşliğinde yeniden düşünebilme fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ederim. Aslında konu ve saha çalışmasının yıllar içerisinde şekillendiğini söyleyebilirim. Yüksek lisans araştırmam göçmen kadınların ev içi emeğine odaklanıyordu ve tam da o yıllarda göçmen dayanışma hareketi içerisinde yer almaya başlamıştım. Dolayısıyla daha önce hiç düşünmediğim kadar göçmenlik deneyimi üzerine düşünmeye başladığım bir döneme denk geliyor doktoraya başladığım yıllar. İlgimin mülteci çalışmaları alanına kaymasında da bu politik tartışmalar ve ağların içerisinde yer almamın önemli etkileri oldu. Yine, feminist olmam ve kadın kadına bir araştırma yürütmenin dönüştürücülüğüne inanmam, mülteci kadınlarla birlikte araştırma yürütme sebeplerimin başında geliyor.

Tabii tüm bunlar, sadece bu alana ilgimi değil aynı zamanda meseleye yaklaşımımı da derinden etkiledi. Tezin konu ve saha çalışmasını netleştirmeye çalışırken akademik bir sorunun peşinden gitmek yerine Türkiyeli ve göçmen aktivistlerle ve arkadaşlarımla uzun sohbetler gerçekleştirerek başladım. Böylece, daha önceki deneyimlerim sonucu zihnimde beliren soruları, çalışmak istediğim konuyu genel hatlarıyla birlikte tartışma fırsatı bulduk. Tez “konusu” olarak uydu kentlerde yaşayan mülteci kadınlara ve onların yaşam deneyimlerine odaklanmamı hep birlikte yaptığımız uzun konuşmaların şekillendirdiğini söylemek doğru olur. Bir başka deyişle, ne sahayı ne de araştırdığım konuyu, tepeden inme bireysel kararlarla, araştırmanın muhataplarını araştırmanın nesnesi, araştırmacı olarak kendimi ise “nesnel” ve “mesafeli” bir duruş sergileyen “bilen özne” pozisyonuna konumlandırmadan şekillendirmeye çalıştım. Aksine, bu süreci, araştırma muhataplarıyla, kolektif bir şekilde karar verdiğimiz, birlikte düşündüğümüz bir süreç olarak örgütlemeye çalıştık.

Uydu kent ve mülteci kadınlarla ilgili bir araştırma yapma fikri netleşmeye başladığında ise mülteci arkadaşlarımı arayıp benimle tanışmak isteyen arkadaşları olup olmadığını sormaya ve bu doğrultuda onların yönlendirdikleri mülteci kadınlarla tanışmaya başladım ilk iş olarak. Aldığım iletişim bilgileri doğrultusunda Manisa, Denizli, Çanakkale, Yalova ve Eskişehir gibi pek çok kentte farklı pek çok ülkeden göç etmiş mülteci kadınla buluştum. Yalova’da tanıştığım iki İranlı kadınla kurduğum yakınlığın bu noktada Yalova’da araştırma yürütmeye karar vermemde etkili olduğunu söyleyebilirim. Bu kadınlardan birinin kendini feminist olarak tanımlaması, diğerinin ise akıcı bir şekilde Türkçe konuşması ve deneyimlerini paylaşmaya çok açık olmaları hem bizim kurduğumuz yakınlığın hızla gelişmesinde hem de benim diğer kadınlarla ilişkilenmemde oldukça belirleyici oldu. Tabii bunun yanında, Yalova’nın göç ve uydu kent tartışması bağlamında sahip olduğu özellikler de etkiliydi. Mültecilerin hangi uydu kentlere hangi kriterlere göre yerleştirildiği devlet tarafından açıklanmasa da, Yalova’nın tek veya yalnız göç etmiş kadınların, Hıristiyan mültecilerin ve LGBTİ+ların yoğun olarak yaşadığı uydu kentlerden biri olduğunu başka çalışmalardan ve alandaki deneyimimden biliyordum. Ayrıca pek çok uydu kentten farklı olarak Yalova, sosyal ağların ve kayıt dışı iş olanaklarının yüksek olduğu İstanbul ve Bursa gibi büyük şehirlere yakın olması sebebiyle de Türkiye’nin iltica rejimini anlamak için ilginç bir uydu kentti. Tüm bu tartışma ve pratiklerin sonunda Yalova ve İranlı mülteci kadınlarla çalışma fikri şekillendi diyebilirim.

Uydu kentlerde yaşamak mültecilerin hayatını nasıl etkiliyor?

Belki önce kısaca uydu kentten bahsetmek gerekiyor, zira uydu kent deyince insanın aklına, kentin içinde mülteciler için belirlenmiş bir bölge, toplu konut, kamp vb. gibi alanlar geliyor. Oysa uydu kent dediğimiz kent içinde özel bir alana değil, o kentin il sınırlarına tekabül ediyor. Yani, Türkiye’de sığınma başvurusunda bulunmuş bir kişi, üçüncü ülkeye yerleştirilene kadar devletin kendisi için belirlemiş olduğu kentlerden birinde yaşamak zorunda. Bu süre zarfında kendisine sunulan herhangi bir destek olmadığı gibi, bu kentin içerisinde kendisine sağlanan herhangi bir barınma alanı da yok ve kentin içerisinde hareketini sınırlandıran herhangi bir düzenleme de. Devlet tarafından yönlendirildiğiniz bu kentlerde, il sınırları dışına çıkmamak koşuluyla herhangi bir yerde yaşayabiliyorsunuz. İsterseniz ev kiralayın, isterseniz sokakta yatın. Devletin bu noktada ilgilendiği ve aslında bu kentleri uydu kent yapan ise, İl Göç İdaresine düzenli aralıklarla imza atma zorunluluğunuz ve il dışına çıkarken almanız gereken seyahat izni. İzinsiz bir şekilde ilinizi terk etmek ya da imzanızı aksatmak dosyanızın kapanmasına ve sınır dışı edilmenize kadar pek çok ciddi sonuç yaratabiliyor. Bir nevi kapatma/hapsetme mekanizması gibi işliyor yani bu uydu kentler ve düzenli imza, seyahat izni gibi idari pratiklerle birlikte kamp ve şehir arasındaki sınırları da bulanıklaştırarak, mültecilerin hareket özgürlüğünü kısıtlıyor. Uydu kent olarak belirlenen kentlerin çoğunlukla küçük ölçekli kentler olması da aslında mültecilerin dilsel ve kültürel farklılıkları nedeniyle özellikle Türkiyeliler tarafından hemen fark edilmelerine ve gözetimi üzerlerinde daha çok hissetmelerine neden oluyor. Bu kapatılmışlık ve gözetlenme hissini “Yalova 2+1 ev gibi bu kentte hiçbir şeyi gizli yapma ihtimalin yok” diye ifade etmişti kadınlardan bir tanesi. Kısaca, uydu kent uygulaması, yarattığı kontrol ve gözetim, kadınların tüm pratiklerini, gündelik yaşamlarını da baştan sona şekillendiriyor. Kıyafet seçimlerinden sosyalleşme pratiklerine, emek süreçlerinden, kent kullanımına, ev yaşamlarına kadar her alanı etkiliyor ve başka pek çok uygulamayla da birleşip kadınların yaşamlarına içkin hale gelen şiddet ve emek sömürüsünün de koşullarını yaratıyor.

İranlı mülteci kadınların Türkiye’deki bekleyişleri sırasında “toplumsal cinsiyetlendirilmiş şiddet[i]”in (gendered violence) farklı ve çok katmanlı biçimleriyle karşılaştıklarını bulgulamışsın. Nerelerde yoğunlaşıyor ve nasıl tezahür ediyor bu şiddet?

Yalova’da saha çalışması yürütmeye başladığım ilk haftalarda kentteki herkes sahilde kocası tarafından öldürülen İranlı mülteci bir kadının hikayesini konuşuyordu. Uzun süre tanıştığım ve görüşme yaptığım tüm kadınlar, konuşmanın bir yerinde bu olaya ve yaşadıkları derin üzüntü ve öfkeye değiniyordu. Kadınlarla erkek şiddeti üzerine yaptığımız bu uzun konuşmalar, her zaman ölümle sonuçlanmasa da, şiddetin kadınların yaşamının her alanına nasıl sirayet ettiğini fark etmemi sağladı. Üstelik bu sadece erkek şiddetiyle de sınırlı değildi.

Cenevre Sözleşmesi’nin toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti bir zulüm olarak görmemesiyle başlayan yasal şiddet, Türkiye’deki iltica rejimi ve iltica kanunda kadınlara yönelik yeterli düzenleme yer almamasıyla devam ediyor. Kadınların deneyimleri bu yasal şiddet, iltica rejimi aktörlerinin (Göç İdaresi çalışanlarının mesela) sistemin kendilerine verdikleri gücü istismar etmeleriyle katmerleniyor ki bunu yarı-resmi (semi-legal) şiddet alanları olarak tarifliyorum. İzin almaya gittiklerinde kendilerine yöneltilen “kiminle gidiyorsun’’ gibi dosyaları ve izinle ilgisi olmayan sorular ya da bilgi almak için gittiklerinde trans kadınlara “ameliyat olup olmadıklarını soran’’ Göç İdaresi uzmanları, yine kurum çalışanlarının tacizi gibi pek çok şiddet hikayesiyle dolu kadınların anlatıları. Öte yandan bu şiddet, yasal, yarı-resmi şiddet alanlarında sınırlı kalmadığı gibi kadınların gündeliğine de nüfuz ediyor ve Türkiye’deki yaşamlarını baştan sona şekillendiriyor. Kadınlar Türkiye’de kaldıkları süre boyunca, ev bulmadan, sağlığa erişime, kamusal alanları kullanımlarından, ev sahipleriyle karşılaşmalarına kadar farklı ve çok katmanlı şiddet biçimlerine maruz kalıyorlar. Ev kiralarken birlikte olmayı teklif eden emlakçılar mı dersiniz, çalıştığı kafedeki müşterilerden peşine takılanlar mı, sokakta taciz mi yol kesme mi! Gündeliklerinin her alanına sirayet eden bu toplumsal cinsiyetlendirilmiş şiddet, kadınların bedenlerini de hedef haline getiriyor. Saçlarını nasıl şekillendireceklerinden, ne giyeceklerine kadar en ufak kararları bile bu şiddet ihtimali üzerinden veren kadınlar, bedenlerinin en ufak parçasında dahi şiddete ve bedenlerinin sömürgeleştirilmesine maruz kalıyorlar. Görüştüğüm kadınlardan bir tanesi, tırnaklarını uzatmayı çok sevdiğini ama çalıştığı kahveye gelen erkek müşterilerin bunu sorun ettiğini -kendisine küfrederek çayı ittiğini- ve bu yüzden çok sevmesine rağmen tırnaklarını kesmek zorunda kaldığını söylemişti. Yine, cinsel yönelimi sebebiyle göç etmiş kadınlardan biri uğrayabileceği şiddet ihtimalini düşünerek lezbiyen olduğunu saklamak zorunda kaldığını, İran’la Türkiye’nin tek farkının sadece istediği gibi giyinebiliyor olması olduğunu ifade etmişti.

Kadınların göç deneyimlerinin hemen hemen her aşamasında yaşadıkları şiddetin, kadınları emek sömürüsüne de daha açık hale getirdiğinin altını çizmek gerekiyor. Sömürülebilir emek olarak göçmen emeğini kuran tam da bu şiddet tehdidi ve yasal statülerinin yarattığı sınır dışı edilebilirlikleri aslında. Saha boyunca, emek sömürüsüyle karşılaşmamış, işvereni veya çalışma arkadaşı tarafından tacize, cinsel istismara uğramamış tek bir kadınla bile tanışmadığımı söylemeliyim. Görüştüğüm kadınlardan bazıları işyerlerinde tecavüze uğradıklarını anlattılar. Yani iltica sürecinden, emeklerine, bedenlerine, kadınların yaşamlarında şiddetin tezahür etmediği herhangi bir alan yok. Bu noktada, erkekler ile yasanın, heteropatriyarkal kurumsal yapının ve kurumsal gücün istismarının yarattığı kontrol, baskı ve sömürüyü sürdürmek için kullandığı şiddetin benzerliğine ve iç içeliğine işaret etmek için “toplumsal cinsiyetlendirilmiş şiddet” kavramını kullandım. Bu farklı aktörler tarafından uygulanan çoklu ve çok katmanlı şiddet biçimlerinin (erkek şiddeti, yasal şiddet, kurumsal şiddet vb.) Türkiye’deki mülteci kadınların yaşamlarını şekillendirirken nasıl iç içe geçtiğini, birlikte çalıştıklarını ve tüm bu şiddet formlarının toplumsal cinsiyetlendirilmiş yapısını görünür kılmanın bir yoluydu.

Önemli başka bir nokta da, yasal statülerinden kaynaklı güvencesizlik, sınır dışı edilebilme ihtimalinin kadınları şiddetle karşılaştıklarında yasal mekanizmalara başvurmaktan da alıkoyması. Tüm bu risklere rağmen karşılaştıkları şiddet sonucu polise başvuran kadınlar, ya polis tarafından suçlanıyor, başvuruları ciddiye alınmıyor ya da kadınların taciz/şiddeti yanlış anladığı ima edilerek, gerekli yasal prosedürler takip edilmiyor. Şiddetten korunmak için başvurulan yasal mekanizmalar da bir anda başka bir şiddet biçimi olarak beliriyor ki yasal mekanizmaların nasıl şiddetin kendisi haline geldiğini Türkiyeli kadınlar olarak biz de çok iyi biliyoruz. Ve buna rağmen bir yolunu bulup devam etmeyi de.

Kadınların bir yolunu bulup baskıya direndiğini, bir anlamda mağdur konumuna sabitlenmeyi kabul etmediklerini vurguladın. Bunu biraz açar mısın? Kendi aralarında kurdukları dayanışma ağlarının bunda bir rolü var mı örneğin? Türkiyeli kadınların da katıldığı oluyor mu bu dayanışmaya?

Mülteci kadınlar deyince çoğunlukla ‘kurban’, ‘mağdur’, ‘yardıma muhtaç’ sıfatları kullanılıyor. Kadınların yaşadıkları zorlukları anlatmak sürekli olarak bir mağduriyet anlatısıyla mümkünmüş gibi bir algı hakim konu göç ve hele de kadınlar olunca. Oysa, benim saha boyunca karşılaşmalarımın çoğu kadınların karmaşık, keyfi ve zorlu iltica süreçlerine karşı sürekli direndiği, ara yollar bulup, hayatlarına sahip çıktıkları bir hikâyeyi işaret ediyordu. Aslında onlara yapıştırılan bu ‘zavallı’ sıfatı, mülteciler tarafından da sürekli eleştiriliyor. Araştırma sırasında tanıştığım kadınlardan bir tanesi “Sanki hepimiz üstü başı yırtık, kuru ekmek yiyen ve savaştan kaçan insanlarmışız gibi. İran’da bir evim ve arabam vardı. İdam edilmemek için geldim. Biz de normal insanlarız” demişti. Yine bir başka gün, birimizin evinde buluştuğumuz bir akşam evdeki mülteci arkadaşlarımızdan bir tanesi, ‘’bizi böyle gülüp, içki içerken görseler asla mülteci olduğumuza inanmazlar’’ diye mevcut mülteci kadın temsilini şaka yoluyla işaret etmişti. Bu anlar aslında benim için de çok zihin açıcı, kendimi ve pozisyonumu sorgulatan anlar. Mülteci kadınlar sürekli acı çeken, bir köşede sürekli ağlayan, yalnızca hak ihlallerine maruz kalan özneler değil. Tıpkı bizler gibi, ağlıyor, gülüyor, kaygılanıyor ve direniyorlar. Ve bu direniş aslında göç etmeye karar verdikleri anda başlıyor.

Bu kadınların şiddet görmediği, emeklerine el konmadığı anlamına gelmiyor tabii ki. Hatta sahip oldukları yasal statü, şiddet ve sömürüyü katmerliyor, kadınları daha güvencesiz ve şiddete açık hale getiriyor. Fakat, mülteci kadınların hayatları, sürekli olarak farklı baskı ve sömürü biçimleri arasında gezindikleri, heteropatriyarka, kapitalizm, ırkçılık gibi tahakküm sistemleriyle müzakere ettikleri ve bunlara bilgi, deneyim paylaşımı ve karşılıklı bakım gibi dayanışma pratikleri geliştirerek direndikleri ve hayatlarına sahip çıkmaktan asla vazgeçmedikleri aktif bir mücadeleyi içeriyor.

Bu noktada, kadınların direniş pratiklerini kavramaya çalışırken, Türkiye feminist hareketinden öğrendiğim “kadınlar hayatlarına sahip çıkıyor” yaklaşımının oldukça yol gösterici olduğunu söyleyebilirim. Bu yaklaşımı, feminist duruş kuramı (feminist standpoint theory) zemininde göç otonomisi (autonomy of migration) literatürüyle diyaloğa sokarak yürüttüğüm tartışma, kadınların failliğini ve “eyleme güçlerini” vurgulamamı sağladı. Kadınların göç öncesi ve sırasında farklı baskı, tahakküm biçimlerine, şiddet ve sömürüye maruz kaldığı yine de tüm bunlara rağmen hayatlarına sahip çıkabilmek için bitmeyen bir mücadele içinde olduklarını görünür kılmak böyle mümkün oldu.

Günlük hayat içerisinde sayısız kez tekrar eden ve belki de üzerine hiç düşünülmeyen bu direniş pratikleri üçüncü ülkeye yerleştirilmeyi beklerken, beklemeyle aktif olarak ilişkilenmekten, şiddet ve cezasızlık karşısında sosyal medya kampanyası örgütlemeye, Göç İdaresi ve BMMYK’ya düzenli mail, dilekçe yazarak iltica süreçlerini takip etmeye, zihinsel ve fiziksel sağlıklarını korumak için spor yapmaya ve şiddetle başa çıkmak için mizah ve ciddiye almama gibi birçok farklı biçimi alıyor. Bu noktada, her ne kadar bu pratiklerin bir kısmı bireysel stratejiler gibi görünse de, tüm bu eylemlerin hem kadınların kendi hayatları hem de başka kadınların hayatları üzerinde dönüştürücü etkisi olduğu ve bu eylemlerin ancak dayanışmayla mümkün olduğunu söyleyerek kadınların hayatlarına sahip çıkma pratiklerinin politik eylemler olduğunu savunuyorum. Tüm bu şiddet ve sömürü sarmalına rağmen, kadınlar birbirleriyle kurdukları dayanışma ve bakım pratikleriyle devam edecek gücü buluyorlar kendilerinde. Yani sizin sorduğunuz ve benim aslında çalışmam boyunca göstermeye çalıştığım şey, direnişin ancak kadınların birbirleriyle kurdukları dayanışma pratikleriyle mümkün olduğu. Bunun içerisinde çok az sayıda da olsa Türkiyeli kadınlar da var tabii. Tacizci patronun bilgisini birbiriyle paylaşmaktan, yeni gelen bir mülteciyle evini paylaşmaya, iltica süreçlerine dair birbirini bilgilendirmeye ve belki sadece bir araya gelip sabahlara kadar yaşadıklarını konuşmakla bu direniş mümkün oluyor. Bir başka deyişle, direnişin bireysel olmadığı, kolektif bir zemini olduğu, hayatlarına sahip çıkmanın ancak dayanışma pratikleriyle mümkün olduğunu vurgulamak gerekiyor. Kadınlar birbirleriyle dayanışarak hayatlarına sahip çıkıyor, yaşamları üzerindeki tüm kısıtlamaları reddediyor ve bir yandan da mağdur mülteci kadın anlatısını da yapıbozuma uğratıyorlar.

Araştırma sırasında izleyeceğin yöntemi önemsediğini ve bu konuda kafa yorduğunu anlıyoruz yazdıklarından. Sahada nasıl bir metodoloji kullandın? Koşullar dilediğin gibi çalışmana elverdi mi?

Evet, aslında çalışmanın belki de en önemli kısmı benim için metodolojisiydi. Feminist ve göç siyaseti içerisinde bulunduğum süre boyunca zihnimde beliren soruları ve okuduğum eleştirel yazını birbiriyle konuşturabilmek için iyi bir fırsat sunuyordu. Araştırma boyunca feminist metodolojiden yararlandım. Tabii ki feminist metodoloji yekpare, tek bir şey değil. Her ne kadar, araştırma sürecinin politikliği, toplumsal gerçekliği anlamının ötesinde onu değiştirme çabası ve toplumsal cinsiyetin toplumsal gerçekliği anlamadaki önemi feminist metodoloji(ler)in[ii] ortaklaştığı konulardan olsa da, kavramlarımızı nasıl inşa edeceğimiz, nasıl yöntemler kullanacağımız benimsediğimiz feminist metodolojilere göre farklılaşıyor.

Bu noktada ben de, 1970’lerde Marksist feministler arasında ortaya çıkan, en temel varsayımı ezilenin bilgisinden hareketle iktidar ilişkilerini anlamak ve onu alt üst etmek olan feminist duruş kuramı ve kesişimsellik tartışmalarından beslenen bir feminist metodoloji benimsedim. Feminist duruş kuramının a) politika ve bilimsel bilgi üretiminin ayrılmazlığı; b) ezilenlerin ve özellikle kadınların toplumsal ilişkilerdeki dezavantajlı konumlarının onlara sağladığı epistemolojik avantaj ve beraberinde bilgi üretim sürecinde bu konumlara verilen epistemolojik ve politik üstünlük; c) deneyimi teorinin temeli olarak alma ve deneyim üzerinden erişilebilecek bilginin kısmı, konumsal ve durumsal olduğu vurguları benim için çok ufuk açıcı oldu.

Kesişimselliği ise mülteci kadınların farklılaşan deneyimlerini anlamak için kullandığım analitik bir kategori olmanın ötesinde, hem farklı tahakküm biçimlerinin birbiriyle iç içe geçmiş ilişkisini görünür kılmak hem de feminist bir yoldaşlık için uygun bir zemin yaratan politik bir araç olarak gördüm. Aramızdaki farklılıklardan ziyade ortaklıkları bu zeminin esas belirleyicisi olarak ön planda tutmayı önemsedim ki böylece feminist bir yoldaşlık kurabilmenin de zeminini yaratmaya çabaladım. Bu aynı zamanda, kendi pozisyonumu da araştırma boyunca sürekli sorgulamama sebep oldu. Bu sayede, özdüşünümsel (self-reflexive) bir araştırma yürütmeye çalıştım ve kendime dair hiçbir şeyi (ailemi, politik görüşümü, aşklarımı vb.) tanıştığım kadınlardan saklamamayı bunun yollarından biri olarak seçtim. Öte yandan, nasıl göçmen kadınların deneyimlerini kapitalizm, sınır siyaseti, emek sömürüsü, toplumsal cinsiyet, şiddet, belirsizlik, güvencesizlik gibi konular ekseninde düşünüyor ve tartışıyorsam, kendi araştırma ve gündelik yaşam deneyimlerimi (ve daha geniş anlamda bilgi üretimini) de bu çerçeveler içinde yeniden düşünmeye, mülteci kadınlarla birbirinden ayrık ve “istisnai” değil ortaklaşan deneyimlerimizin, mücadelelerimizin ve arzularımızın olduğunu görünür kılmaya çaba sarf ettim.

Tüm bunlar, elbette hiyerarşinin hiç olmadığı bir araştırma yürüttüğüm ve mültecilerin deneyimlerinin özgünlüklerini görmezden geldiğim anlamına gelmiyor zira tüm bu ortaklıklar hiyerarşileri zaten tamamen ortadan kaldırmadığı gibi sadece sahip olduğumuz yasal kağıtlar bile deneyimlerimizi farklılaştırıyordu. Fakat, benim yapmaya çalıştığım şey, kendi avantajlı/dezavantajlı konumlarımın ve göreli ayrıcalıklarımın farkında olarak öznelliklerime ve ‘alandaki’ ilişkilerime bunu açıkça yansıtarak bilgi üretim sürecini örgütlemek ve mevcut (eşitsiz) durumu kolektif süreçlere ve toplumsal mücadelelere hizmet eden yeni kolektif alanlar yaratmak için kullanarak feminist bir araştırmanın mümkün olduğunu göstermekti. Bu noktada, feminist araştırmanın en heyecanlandırıcı ve umut verici yönü, birbirimizle paylaştıklarımızla ve birbirimizden öğrendiklerimizle ne yapabiliriz sorusunu sordurması, bilgi üretimini gündelik hayatı dönüştürmenin vazgeçilmez bir parçası haline getirmesi ve araştırmanın kendisini yeni karşılaşmalara, oluşumlara, sorgulamalara ve birlikteliklere zemin hazırlayan feminist bir süreç olarak görmeyi sağlamasıydı.

Ortaklıklara odaklanmak, yapısal belirsizliklerin (ya da şiddetin, güvencesizliğin, heteropatriyarkanın, kapitalizmin) hepimizi farklı alanlarda ve farklı şekillerde nasıl etkilediğini görünür kılmanın yolunu açtı. Daha da önemlisi, karşılıklılığı yardımlaşmanın ötesinde, ortak mücadele içinde düşünmeye alan yarattı ve “ortak düşmanlara’’ karşı nasıl birlikte mücadele edebiliriz sorusunu sormayı mümkün kıldı. Böylece, ‘başkalarını kurtarmak’ gibi bir şiara düşmeden, araştırma yaptığım alandaki insanların siyasi özne konumlarını tanıyarak, cisgender, trans, heteroseksüel ya da lezbiyen, mülteci ya da vatandaş̧, farklı kadın grupları arasındaki ortak noktaları yakalamanın yollarını aradığım bir araştırma gerçekleştirmek olanaklı oldu. Ve bu noktada saha boyunca tanıştığım her kadına benimle birlikte bu çabaya dahil oldukları için minnettarım.

[i] Kadınların yaşadığı farklı şiddet biçimlerinin toplumsal cinsiyet etrafında şekillendiğini göstermek için kullandığım gendered violence kavramının Türkçede ‘toplumsal cinsiyete dayalı şiddet’ veya ‘cinsiyetli şiddet’ gibi kavramlarla daha anlaşılır ifade edilebileceğinin farkında olmakla birlikte, yine de gendered violence kavramın işaret ettiği özgünlüğü görünür kılmak ve Türkçe’de yaygın çevirisinin bu şekilde yapıldığını göz önünde bulundurarak metin boyunca toplumsal cinsiyetlendirilmiş şiddet olarak kullanmayı tercih ettim.

[ii] Feminist metodoloji ve araştırma sahasına dair yürüttüğüm detaylı bir tartışma için, Yıldız Ecevit’e Armağan olarak hazırlanan Feminist olan Politiktir kitabı içerisinde yer alan ‘’Akademi ve aktivizm ikiliğini feminist metodolojiyle istikrarsızlaştırma çabaları’’ başlıklı makaleye bakılabilir.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.