Emperyalizm, siyonizm ve sermaye işbirliğiyle hızla inşa edilen bu sürecin Suriye’deki işçi sınıfını, sosyalistleri, kadınları, LGBTİ+’ları tam anlamıyla nasıl etkileyeceğini tüm hatlarıyla bugünden tespit etmek mümkün olmasa da bazı sonuçlar bariz. Suriye Milli Ordusu Minbiç’te gerçekleştirdiği saldırıda Zenubiya Kadın Topluluğu’ndan 3 kadını öldürdü.
Filistin halkının 8 Aralık 1987 tarihinde siyonist işgale karşı başlattığı birinci intifadanın 37. yıldönümündeyiz. Gazze’de soykırım saldırılarını sürdüren işgal devleti, emperyalist suç ortaklarıyla birlikte bölgesel savaşı körükledi ve 8 Aralık 2024 tarihinde Suriye hükümeti düştü. Netenyahu bu haberi coşkuyla karşılarken “İsrail’in Hamas’a, Hizbullah’a ve İran’a yönelik saldırılarının doğrudan sonucu” olduğunu söyledi ve Esad yönetimini “İran’dan Hizbullah’a giden bir silah hattı” olarak tarifledi. Suriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün topraklarını kapsayan Biladü’ş-Şam coğrafyasında siyonist işgal her geçen gün ilerlerken; Suriye’de yaşananları Filistin’den ayrıştırarak yorumlamak ve iki ayrı mesele olarak ele almak mümkün değil.
Filistin halkı, tanklara karşı savurduğu taşlarla başlayıp sonrasında silahlanarak sürdürdüğü birinci intifadanın 37. yılını, on dört aydır kesintisiz devam eden soykırım saldırılarına direnerek karşıladı. 37 yıl önce, Cebaliye Mülteci kampı yakınlarındaki bir kontrol noktasında Filistinli işçilerin askeri araçla ezilerek katledilmesinin ve 17 yaşındaki Hatem Abu Sisi’nin bir işgalci asker tarafından öldürülmesinin üzerine başlayan birinci intifada, işgal ordusunu Filistin topraklarından defetme hedefiyle Batı Şeria, Gazze ve Kudüs geneline yayıldı. Bugün “intifada” kelimesi ezilenlerin kolektif hafızasında önemli bir yer tutuyor. Emperyalizme ve siyonizme karşı direnen Filistin halkıyla dayanışmak için tüm dünyada gerçekleştirilen eylemlerde “küresel intifada” sloganları yankılanıyor.
Filistin halkı yüz yılı aşkın süredir siyonizme, emperyalizme, işgale, yerleşimci sömürgeciliğe, etnik temizliğe ve ırk-ayrımcı apartheid rejimine karşı mücadelesini sürdürüyor. Dünden bugüne, Filistinli kadınlar kimi zaman direnişin ön saflarında kimi zaman cephe gerisindeki görevlerde ama her zaman bu mücadelenin bir parçası oldular. Filistinli kadınların direnişe katılımı, ilk Yahudi kolonilerinin inşa edildiği on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru başladı. 1893’te yeni bir Yahudi yerleşiminin inşasına karşı düzenlenen eylemler kadınların ilk dikkat çekici siyasi faaliyetiydi. 1911 yılında Afula bölgesindeki siyonist yerleşimcilere karşı başlatılan silahlı mücadeleye kadınlar da katıldı. 26 Ekim 1929 tarihinde düzenlenen ve 200’den fazla kadının katıldığı Filistin Arap Kadın Kongresi’nde İngiliz mandasına karşı mücadele gündem edildi. Filistinli kadınların eğitimini, toplumsal rollerini ve sosyal haklarını savunma hedefiyle 1933’te Yafa’da kurulan kadın örgütü Zahrat al-Ukhawan, 1948’de gerçekleşen Nakba’ya giden yolda direnişçilere tıbbi yardım, yiyecek, su ve mühimmat desteği sağladı. Filistinli kadınlar hem işgal askerlerini gözlemleyip edindikleri bilgileri Filistinli direnişçilere aktararak, hem silah satın alıp direnişçilere ulaştırarak, hem de silahlı mücadeleye bizzat katılarak direnişin parçası oldular. 1948-1968 döneminde El-Ard (Toprak) hareketinde kilit roller aldılar. 1969’da işgalci İsrail’in hapishaneleri ve gözaltı merkezleri önünde tutuklu yakınlarının serbest bırakılması için oturma eylemleri düzenlediler.
Bugün 37. yıldönümüne geldiğimiz birinci intifada başladığında Filistinli kadınlar direnişin örgütlenmesinde aktif yer aldılar. İntifada öncesinde kurdukları kadın komitelerinde ve öğrenci birliklerinde yürüttükleri faaliyet ayaklanma sürecinde kritik bir önem taşıdı. İşgal güçleri Filistin okullarını kapattığında, kadınlar evlerde, camilerde ve kiliselerde alternatif yeraltı alternatif okulları kurdular. Bir yandan tankları taşlarken diğer yandan kitlesel eylemleri, işçi grevlerini ve İsrail mallarının boykotunu örgütlediler. Ekonomik kooperatifler ve mobil sağlık klinikleri örgütleyerek ayaklanmayı güçlendirdiler. Filistinli mahkumlar ve aileleri için sürdürdükleri adli yardım ve dayanışma çalışmalarıyla daha fazla insanın intifadaya katılmasını sağladılar. Bu süreçte birçok Filistinli kadın katledildi, birçoğu tutuklandı, çıplak aramaya, tacize, tecavüze maruz kaldı ve işkence gördü. Direnişlerini hapishanelerde de sürdürerek örgütlenme faaliyetlerine devam ettiler. 8 Mart 1988’de Dünya Kadınlar Günü’nde eylemler gerçekleştiren Filistinli kadın komiteleri, kadınların halk komitelerine ve sendikalara kitlesel katılımını sağlamak için çocuk bakım hizmetlerini örgütledi. Filistinli kadınların mücadelesi -simgeleşen isimler haricinde- hiçbir zaman erkeklerin mücadelesi kadar görünür olmadı. Mücadelede öne çıktıkları dönemlerde bile güçlükle yer aldıkları karar mekanizmalarında fikir ayrılığına düştüklerinde kadınların politik faaliyetlerinin sınırı yine Filistinli erkekler tarafından çizilmeye çalışıldı. Hem işgal devletine hem de patriyarkal tahakküme karşı direndiler.
“Soykırım feminist bir meseledir”
Siyonist işgal rejiminin yıllardır devam eden katliamlarına, sürgünlerine ve ablukasına karşı bir direniş hamlesi olarak 7 Ekim 2023’te gerçekleştirilen Aksa Tufanı Harekatı’nın ardından Gazze’ye yönelen soykırım saldırıları Batı Şeria’ya ve Filistin topraklarının tamamına yayıldı. Bir yılı aşkın süredir her sabah Filistin’de gerçekleşen katliamların haberiyle uyanıyoruz. Mülteci kamplarının, okulların, yerleşim yerlerinin bombalandığı, hastaneleri doğrudan hedef alan hava saldırılarıyla sağlık sistemi altyapısının yok edildiği, yaralıların tedavi edilemediği, saldırılardan kurtulabilenlerin açlık, susuzluk ve salgın hastalıklar nedeniyle hayatını kaybettiği, aşılama yapılamadığı için 25 yıldır görülmeyen çocuk felci virüsünün teşhis edildiği bu süreçte sayısız savaş suçu işlendi. Kontrol noktalarında çıplak arama işkencesine maruz kalan insanların iç çamaşırlarıyla yerde diz çöktürülerek saatlerce bekletildiği, sürekli yeni bir saldırı gerçekleştiği için cenazelerin defnedilemediği, cansız bedenlerin enkazların altından çıkarılamadığı, bombalı saldırılardan sonra ölü sayısını hesaplamak için çevreden toplanan et ve kemik parçaları poşetlenip tartılarak her 70 kilogramın bir insana denk sayıldığı günlerden geçiyoruz. Patlamalar sırasında parçalanan çocuk bedenlerinin telaş içinde taşındığı sedyeleri seyrediyoruz. Morglarda yer kalmadığı için ölülerin hastane bahçelerine ve sokaklara dizildiği, keskin nişancıların cenaze törenlerinde yasını tutmaya çalışan insanlara ateş açtığı, ölülerin zırhlı araçlara bağlanarak sürüklendiği, buldozerlerin ölü bedenleri ezip üstünden geçtiği görüntüleri izliyoruz.
Filistinli kadınlar bu süreçte tacize, tecavüze ve çıplak aramaya maruz kaldı. Hapishanelerdeki kadınların regl takvimleri takip edilerek yapılacak işkence o günlere denk getirildi. Siyonistler Hamas’a karşı propagandalarında feminizmi araçsallaştırmaya ve kadınların desteğini kazanmaya çalışırken hapishanelerde Filistinlilere tecavüz ettiği ispatlanan askerlere ceza verilmesin diyen yerleşimciler mahkeme salonlarını basarak eylem yapıyordu. İşgal ordusu askerleri Filistinli kadınların yatak odasına girip üniformalarının üstüne iç çamaşırlarını giyerek fotoğraf çekiyordu. Bu fotoğrafları 2016 Türkiyesi’nde Kürt kadınların yatak odalarına giren özel harekatçıların “Kızlar geldik yoktunuz” pozlarından tanıyorduk ve soykırım feminist bir meseleydi.
Bugün işgal ve soykırım koşullarında tacize, tecavüze, erkek şiddetine maruz kalan Filistinli kadınların başvurabilecekleri bir mekanizma ya da sığınabilecekleri güvenli bir alan yok. Bombalı saldırılardan kurtulup sürgün yollarında hayatta kalmayı başarıp bir çadıra yerleşebildilerse şayet bir an için durup dinlenemeden, kaybettikleri yakınlarının yasını bile tutamadan bakım yüküyle boğuşmaya başlıyorlar. İnsani yardım transferinin engellendiği koşullarda güçlükle bir torba una bir kova suya erişebildilerse eğer kısıtlı imkanlarla günlerce hanedekileri beslemeye ve çocukları doyurmaya çalışıyorlar. Bu çocukların çoğu kendi çocukları değil, tüm yakınları katledildiği için bakımını üstlendikleri refakatsiz çocuklar oluyor. Patlamalarda bedenler tanınmaz hale geldiği için çocukların kollarına bacaklarına isimlerini yazıyorlar. Sağlık sistemi çöktüğü için hayatta kalan yaralıların ve işgal koşullarında hastalananların bakımını üstlenme işi ve açlıktan uyuyamadığı ya da patlama seslerinden korktuğu için ağlayan çocukları teskin etme işi de kadınların sırtında. Aşırı sıcaklarda ya da yağışlı soğuk havalarda çadırlar yaşanmaz hale geldiğinde bu yük daha da ağırlaşıyor. Hamile ve emziren kadınlar yetersiz beslenme nedeniyle kansızlık, gebelik zehirlenmesi, kanama ve hatta ölüm riskiyle yaşıyor. Faal durumdaki sayılı hastane ağır yaralılara bile yetişemediği için hamile kadınlar çoğu zaman bir sağlık kuruluşuna ulaşamadan doğum yapmak zorunda kalıyor. Doğumda durumu ağırlaşan kadınlar hastaneye sevk edildiklerinde gerekli medikal malzemelere erişilemediği için kan kaybı durdurulamıyor ve rahimleri alınıyor. Hijyenik pede, duşa, temiz bir tuvalete ve diğer hiçbir temel ihtiyaca erişim mümkün olmadığı için birçok kadın sağlık sorunları yaşıyor.
Geçtiğimiz hafta 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Gününde birçok ülkede kadınlar, erkek şiddetine ve devlet şiddetine karşı isyanla sokaklara, meydanlara çıktılar. İstanbul’daki 25 Kasım eylemi polis saldırısı, işkence ve gözaltılara rağmen gerçekleştirilirken, Türkiye’deki tüm eylemlerde Filistin’de, Lübnan’da, Rojava’da dünyanın dört bir yanında savaşla hayatı alt üst edilen kadınların ve LGBTİ+ların direnişine ses veren sloganlar atıldı, dövizler taşındı. Dünyanın farklı yerlerinde gerçekleştirilen eylemlerde kadınlar; Dominik Cumhuriyeti’nde diktatör Rafael Trujillo’ya karşı mücadele eden Patria, Minerva ve María Teresa’nın katledilmesi ile bugün işgalci İsrail’e direnen Filistinli kadınların türlü cinsel işkencelere maruz bırakılarak katledilmesi arasındaki bağıntıyı anlattı ve soykırıma, işgale, patiyarkaya karşı direnen Filistinli kadınlarla mücadelemizin ortaklığını vurguladılar.
Filistin’de koşulları her geçen gün ağırlaşan soykırımın durdurulması ve işgal devletine somut yaptırım uygulanması için tüm dünyada gerçekleştirilen eylemlerde askeri, siyasi, ticari, akademik, kültürel ambargo talepleri yükseliyor. Türkiye de bu taleplerin sokakta dile getirildiği ülkeler arasında. Bir yılı aşkın süredir soykırımcı İsrail’le tüm ilişkilerin kesilmesi için örgütlenen eylemler karşısında inkar siyasetine sığınan iktidar; bir yandan Güney Afrika’nın başvurusuyla Uluslararası Adalet Divanı’nda yürütülen soykırım yargılamasına müdahil olurken diğer yandan aynı mahkemenin kararlarından doğan yükümlülükleri hiçe saydı ve işgalcilere giden askeri mühimmat sevkiyatını engellemedi. Soykırıma karşı işgal devletine tek bir somut yaptırım uygulamayan siyasal iktidar bir yandan hiçbir işlevi olmayan “Filistin’in yanındayız” hamasetini sürdürürken diğer yandan polisiyle, yargısıyla Filistinle dayanışmak için sokağa çıkan eylemcilerin karşısına dikiliyor. Türkiye limanlarından soykırımcı işgal devletine giden sevkiyatın durdurulması için 18 Aralık 2023’te Ambarlı Limanı’nda gerçekleştirdikleri eylemde işkenceyle gözaltına alınan yirmi kişi hakkında açılan dava hâlâ sürüyor. 24 Ağustos 2024’te TRT World etkinliğinde Azerbaycan petrolünün Türkiye üzerinden İsrail’e ulaştırılmasına karşı eylem yapan iki Filistinli göçmen kadın gözaltına alındı ve ardından Geri Gönderme Merkezine sevk edildi. 29 Kasım 2024’te Filistin Halkıyla Uluslararası Dayanışma Gününde gerçekleştirilen eylemde TRT World Forum’a katılan Erdoğan’a limanların siyonizme neden kapatılmadığının ve Türkiye üzerinden İsrail’e giden petrolün hesabını soran dokuz kişi tutuklandı ve kadın eylemciler hapishaneye sevk edildiklerinde çıplak arama işkencesine maruz bırakıldılar.
“Bölgesel savaş, Nato yeşili gömlekler ve sarı topuklu ayakkabılar”
Yüz yılı aşkın süredir yerleşimci sömürgeciliğe, etnik temizliğe, siyonist işgale karşı topraklarını özgürleştirme mücadelesinden hiçbir koşulda vazgeçmeyen, tarihsel haklarına sahip çıkan Filistinlilerin sarsılmayan direniş iradesini yenilgiye uğratmak isteyen işgalci İsrail, suç ortağı ABD ve İngiltere’nin desteğini alarak soykırım saldırılarını sürdürürken tüm bölgeyi savaş alanına çeviriyor. Soykırım sürecinde Filistin direnişine destek veren Lübnan’ı, Yemen’i, Suriye’yi hedef alan hava saldırılarında binlerce insan katledildi. Lübnan’daki kara harekatında Hizbullah’ın direnişiyle ilerleme kaydedemeyen işgal devleti, ateşkesin ilan edildiği gün Suriye’de bombardımana başladı.
İç savaş sırasında emperyalistlerin desteğiyle güç kazanan El Kaide uzantısı Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) İdlib’de başlayıp Halep, Hama ve Humus’tan geçerek Şam’a uzanan yolunda önü Ukrayna istihbaratı ve işgalci İsrail’in hava saldırılarıyla sağladığı destekle açıldı. Türkiye’nin himayesiyle ilerleyen ve ÖSO’nun halefi olan Suriye Milli Ordusu ise Minbiç ve Tel Rıfat’ta Kürt halkını hedef alan saldırılar gerçekleştirdi. Tarafların devir-teslim’e uygun davrandığı bu süreçte Esad rejimine bağlı Suriye ordusu çatışmaksızın geri çekildi, Beşşar Esad Şam’dan ayrıldı, on gün içinde kentlerin kontrolü el değiştirdi ve 8 Aralık sabahı Suriye hükümetinin düşmesine tanık olduk.
On üç yıldır süren iç savaşın ağır sonuçlarını yaşayan Suriye halkları için gelinen aşamanın nasıl sonuçlar doğuracağını net biçimde tahlil etmek için elbette çok erken ancak biliyoruz ki mevcut taraflar da tarih sahnesine bugün çıkmadılar. On gün içinde CV’sini parlatmakla görevlendirilen Batı medyasına, El Nusra lideri olduğu zamanlardan kalan sarığını cübbesini değiştirip Zelenski’den aşina olduğumuz NATO yeşili gömleğiyle çıkan Ebu Muhammed el-Colani’yi (Ahmed Hüseyin el-Şer’a) tanıyoruz. Güncel politik stratejisi doğrultusunda tüm örgütsel bağlarını reddeden Colani, geçtiğimiz süreçte verdiği röportajlarda azınlıklara karşı radikalliği geride bırakan “ılımlı, makbul HTŞ”den bahsetse de yıllardır yönettiği modifiye cihatçı çetenin kontrolündeki bölgelerde ahlak polisi yasa tasarılarına girerken, eve hapsedilen, örtünmeye zorlanan, nafaka ve miras hakları tanınmayan kadınlara şeriatla hayat zindan edilirken, Aleviler sapkın, Şiiler düşman sayılıyor, Hristiyanlara cizye ödetiliyor ve mezhep savaşları politik bir araç olarak görülüyor. Şam’da kontrolü ele geçirdikten sonra soluğu Şii inanışında Kerbela’yı simgeleyen Emevi Camii’nde alan Colani’nin varlığında; Arap Alevileri, Ezidileri, Hristiyanları, Kürtleri, Ermenileri, Dürzileri ve Filistinli mültecileri nasıl günlerin beklediğini zaman gösterecek. Suriye halklarının bir kısmı Esad rejiminin sonunu coşkuyla kutlarken bir kısmı ise temkinli ve gidişata dair endişelerini dile getiriyor.
Filistin’de soykırım saldırıları sürerken Suriye’deki durumu yayılmacı bir iştahla ilk lehine çeviren tarafın işgalci İsrail olduğunu tespit etmek mümkün. Soykırımcı Binyamin Netanyahu 8 Aralık 2024’te işgal altındaki Golan Tepelerindeki bir gözlem noktasında yaptığı konuşmada, 1973 Arap – İsrail Savaşı sonrasında Suriye ve İsrail arasında imzalanan 1974 Güçlerin Ayrılması Anlaşması’nın hükümetin düşmesinin ardından “çöktüğünü” ve anlaşma uyarınca oluşturulan tampon bölge içindeki yerlerin kontrolünün işgal ordusuna geçtiğini duyurdu. İşgal devleti tarafından Suriye toprakları askeri cephe ilan edildi ve orduya işgal emri verildi. İşgal ordusu Başkent Şam’daki birçok askeri hedefi doğrudan bombaladı, Tartus’taki ağır stratejik silahların bulunduğu depolar, Lazkiye limanında Suriye ordusu donanmasına ait savaş gemileri, bilimsel araştırma merkezleri, havalimanlarındaki savaş uçağı filoları, uzun menzilli füzeler ve hava savunma üsleri imha edildi.
Suriye’den Lübnan’a silah ve mühimmat taşınabilecek tüm koridorları kapatmayı ve Filistin’deki direnişe destek sunabilecek tüm askeri kapasiteyi yok etmeyi hedefleyen işgal devletinin mekanize birlikleri Golan Tepelerini de geçerek Şam’a doğru ilerliyor. Lübnan’ın güneyinde ise katliamlar 27 Kasım’da ilan edilen ateşkese rağmen kesintisiz sürerken, işgalciler bölgeyi insansızlaştırmak için Lübnan halkını topraklarından kopararak sürgüne zorluyor. Suç ortaklarının desteğiyle saldırılarını kesintisiz sürdüren ve bölgesel savaşı her geçen gün körükleyen işgal devleti karşısında, Filistin’i nehirden denize özgürleştirme iradesiyle birleşen direniş örgütleri ise tüm gücüyle savaşmaya devam ediyor.
Emperyalizm, siyonizm ve sermaye işbirliğiyle hızla inşa edilen bu sürecin Suriye’deki işçi sınıfını, sosyalistleri, kadınları, LGBTİ+’ları tam anlamıyla nasıl etkileyeceğini tüm hatlarıyla bugünden tespit etmek mümkün olmasa da bazı sonuçlar bariz. Suriye Milli Ordusu Minbiç’te gerçekleştirdiği saldırıda Zenubiya Kadın Topluluğu’ndan 3 kadını öldürdü. Bu süreçte Avrupa devletleri iltica başvurularını durdurduğunu açıklarken HTŞ’yi terör örgütü listelerinden çıkarma yarışına girdi. Suriyelilerin toplu hâlde sınır dışı edilmeleri için başlayan ırkçı propaganda karşısında Türkiye’de geçici koruma statülerini kaybetme endişesi yaşayan Suriyeli göçmenlerle dayanışmayı sürdürmek ve Suriyeli kadınlarla sınırları aşan bir dayanışmayı örmek gerekiyor.
Bugün Filistin halkı soykırıma karşı direnişini sürdürürken Filistinli kadınlar bütün güçleriyle bu direnişe destek veriyorlar. Bir yandan işgalcilerin soykırım saldırılarına diğer yandan patriyarkal tahakküme direniyorlar. Birinci intifadada eylemlere katılan ve bir eliyle sarı topuklu ayakkabılarını tutarken diğer eliyle işgal ordusu tanklarını taşlayan Filistinli kadının fotoğrafı, ayaklanma sırasında çekilen en güzel fotoğraflardan biri. İlk intifadanın 37. yıldönümünde Şam’ın düşüşünü izlerken başladığım yazıyı çok sevdiğim bu fotoğrafı ekleyerek noktalıyorum.