Bu sürüp giden linç ortamı, en ufak zeka pırıltısı taşımayan espriler, role-playler, Heard’ün yatağa s*çtığına dair iddiaların zevkle tartışılması, Depp’in mahkeme salonunda nasıl da rahat, kendinden emin ve sempatik durduğundan gıptayla söz edilmesi – tüm Hollywood’u ve #MeToo hareketinden bıkmışları arkasına alan birisinin nasıl durmasını bekliyorlar acaba?
Şu an bu yazıyı yazıyor olmamın, bilgisayarın tuşlarına sinirle çat çat basıyor olmamın nedeni günlerdir maruz kaldığım Amber Heard ve Johnny Depp davası. Tökezleye tökezleye hayatıma devam etmeye çabalarken, kendimi ülkemin saçmalıkları içerisinde kaybederken, bir anda aklımda durmadan bir cümlenin döndüğünü fark ettim. “My dog stepped on a bee.” Ve Amber Heard’ün son birkaç haftadır sosyal medyada büyük bir alay konusu olmuş yüz ifadesi… “Nasıl ya?” dedim kendi kendime, saçma sapan, belki de hiçbir anlamı olmayan, bağlam içerisinde öylesine söylenmiş bir cümle bilinçaltımın derinlerine durduk yere onu mırıldanabileceğim kadar nasıl işlemiş olabilir? Ve sonrasında bütüüün o sosyal medya paylaşımları… İnsanın kaçması mümkün değil, “İlgilenmiyorum” demesi, geri bildirim vermesi zerre mühim değil. Instagram, Twitter, Tiktok… Her mecrada ev içi şiddete maruz kalmış bir kadının nasıl da elbirliğiyle linç edildiğini, aldığı darp raporlarının, gittiği psikiyatri seanslarının, verdiği ifadelerin sahteliğinden bahsedildiğini, hepsinin nasıl bir umursamazlıkla alay konusu edildiğini görmemek, yahu ben zaten korkunç bir yerde, korkunç haberler içinde yaşamaya çalışıyorum, bırakayım bu dert de başkalarına kalsın demek mümkün değil. İyi ki de değil bir noktada.
Bütün bu liseli ergen muhabbetlerinin arasında, umrumda olan şey, dert edindiğim şey iki yetişkin insanın toksik bir ilişkinin içerisinde birbirlerine hayatı dar etmeleri değil. Hadi derdim muhteşem bir aktör, muhteşem bir baba, bir hayırsever, gönüllerin korsanı Jack Sparrow’umuzun erilliği, erkekliği de olmasın. Benim derdim, hiçbir zaman hiçbir taciz, tecavüz, şiddet davasında sanık, fail durumunda olan bir erkeğin, ne basında ne de sosyal medyada böylesine nefret objesi haline getirilmiş olması. Sanki bütün bir Amerika, (#MeToo hareketinin baş verdiği coğrafyanın orası olması nedeniyle) itibarı ve egemenliği son birkaç yıldır irili ufaklı sarsılan, pis işlerin artık perde arkalarında, kulislerde, setlerde kalmadığı yüce Hollywood krallığının intikamını alıyor gibi. Ve elbette ki o krallığın temelini aldığı erkekliğin temsil ettiği mutlak kudretin. Bir nevi kendilerince iade-i itibar meselesi. Sanki Johnny Depp’in Amber Heard’ün ona attığı “iftiralar”dan temizlenmesi bütün bir Hollywood’u, bütün bir Avrupa’yı, tacizle, tecavüzle “suçlanmış” yönetmenlerin, oyuncuların, yapımcıların, film sektöründe en ufak egemenliği olan ve bunu bir şiddet aracına dönüştürmekten zerre imtina etmeyen adamların da aklanması, kurtulması, bunca zamandır “hak ettikleri” o özgürlüğe kavuşmalarının teminatı.
Bu sürüp giden linç ortamı, en ufak zeka pırıltısı taşımayan espriler, role-playler, Heard’ün yatağa s*çtığına dair iddiaların zevkle tartışılması, Depp’in mahkeme salonunda nasıl da rahat, kendinden emin ve sempatik durduğundan gıptayla söz edilmesi -tüm Hollywood’u ve #MeToo hareketinden bıkmışları arkasına alan birisinin nasıl durmasını bekliyorlar acaba… Tüm bunlar midemi o kadar da bulandırmıyor. Alıştığımdan belki. Belki koca bir kadın mezarlığına dönmüş bir ülkede bir şekilde ayakta kalıp direnmeye çalışmanın artık yaşam stilim haline gelmiş olmasından.
Midemi bulandıran şey kimsenin gün sonunda Roman Polanski’nin taciz ettiği, tecavüz ettiği yaşları 14’ten başlayan onlarca kadını hatırlamayacak olması. Polanski’nin adı hiç unutulmayacakken, o kadınlardan hiçbirinin ismini bilmiyor oluşumuz. Woody Allen’ın üvey kızının açık mektubunun internet arşivlerinin derinlerinde kaybolacak olması. Bir sene önceki Cannes Film Festivali’nde ödül almış Shelly Duval’in “The Shining” filminden sonra psikolojik bir buhran içerisine girip, ağır mental hastalıklarla boğuşup en nihayetinde medyanın “kaçık” olarak sıfatlandırdığı bir kadına dönüşmesinin bir elin parmaklarını geçmeyecek insanlar tarafından dile getirilecek ve belki de bir elin parmaklarından biraz daha fazla kişi tarafından duyulacak olması. Bernardo Bertolucci’nin Marlon Brando’yla beraber kariyerinin içine ettiği Maria Schneider’ı belki hepimizin, bir süre sonra zar zor hatırlayacak olması. Bertolucci’nin pişkin bir şekilde, senaryonun öyle gerektirdiği savıyla gencecik bir kadının kariyerini daha başlamadan bitirmiş olmasının hiç kimseyi “yeterince” dehşete düşürmeyecek olması. Ve durup, bir an düşündüğümde, adını sanını hiç bilmediğim, belki de hiç bilemeyeceğim onlarca, yüzlerce, binlerce kadının daha akıp giden hayatın, son zamanların “en sansasyonel” olayı Depp’in onurunu kurtarma davasının gölgesinde kalacağı. Hiç duyulmayacağı, görülmeyeceği, erkek egemen basının, film sektörünün ve iktidarlarının bilincindeki pişkin “krallıklarının” dişlileri arasında öğütülüp yutulacak olması.
Bütün bu dizlerimin bağını çözen, midemi bulandıran, canımı sıkan ihtimallerin, olasılıkların ve -aslında- içine hapsolduğumuz unutturma, unutturulma sarmalının karşısında güçlü kalabilmemi sağlayan tek şey feminizmin bana öğrettiği, bilerek söylenmeyen, bilerek gizlenen, yok sayılan bütün yaşanmışlıkların toplandığı ortak belleğimize sarılıp hatırlamak. Durmadan hatırlamak, hep hatırlamak. Ve hatırlatmak. Hem kendime hem de başkalarına. Bu ne kadar acıtsa da.