Tecavüz hakkında, kadınların öldürülmesi, vücut bütünlüğünün bozulması hakkında o kadar çok film izledim ki. İnsanlar, çoğunlukla erkek olan ve kadınları öldüren seri katiller hakkında çekilen tüm bu şeyleri izliyor. Feminist bir kadın olarak bu anlatıya katkıda bulunmak istemiyorum. Kadınları kurban olarak değil de karmaşık bir durum içinde göstermek beni daha çok ilgilendiriyor.

Alexandra Schwartz

Çeviren: Eda Sevinin

Fransız yönetmen Justine Triet’nin dikkat çekici yeni filmi “Bir Düşüşün Anatomisi”, bir röportaj sahnesiyle açılır. Bir kadın, kocası Samuel (Samuel Theis) ve küçük oğulları Daniel (Milo Machado Graner) ile yaşayan roman yazarı Sandra Voyter’le (Sandra Hüller) röportaj yapmak için, Fransız Alplerindeki bir dağ evine gelir. Mevsim kış olsa da içeride sıcak bir hava esiyordur; Sandra’nın rahat, çekici ve kaçamaklı bir hali vardır. Samuel’in üst kattan, apaçık agresif bir hamleyle, bangır bangır çalmaya başladığı müzikle röportaj sona erer. Sandra, röportajı yapan kişiyi uğurlarken yakında Grenoble’da yeniden buluşmayı önerir, ama bu buluşma hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir. Kadın evden ayrıldıktan kısa bir süre sonra, Samuel dağ evinin dışında karlar içinde yatarken bulunur; tavan arasından düşmüştür. Atlamış mıdır? İtilmiş midir? Bir yandan sersemlemiş, bir yandan da ilginç bir şekilde sükûnetini koruyan Sandra, cinayetle suçlanır.

Ardından evde, mahkeme salonunda ve kamuoyunun gözü önünde yaşanan bir dram izleriz. Aslen Alman olan Sandra, akıcı bir şekilde konuşamadığı bir dilde savunma yapmaya çağrılır. Sandra ve Samuel, evde İngilizce konuşurlar ve filmin büyük bir kısmı İngilizcenin ve Fransızcanın bir karışımıyla geçer. Peki Sandra tam olarak neyle suçlanmaktadır? Kocasını öldürmek, evet, ama aynı zamanda kendi işi için kocasını ihmal etmek, başka kadınlarla flört etmek, hırsları olan biri olmak, bir yabancı, bir anne, bir yazar, anlaşılmaz ve pişmanlık duymayan bir kadın olmak. Dava ilerledikçe, Triet bize hukuk sisteminin açıklık konusundaki ısrarının karmaşık, çelişkili insan dünyasını nasıl da çarpıttığını gösterir. Sandra kendini hakikate adamıştır; ama sanatçıların bildiği o hareli hakikate. Tıpkı Triet gibi.

“Bir Düşüşün Anatomisi” Mayıs ayında Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yaptı ve Altın Palmiye kazandı. Triet, ödülü almak için sahneye çıktığında, ateşli bir siyasi konuşma yaptı. Macron hükümetinin, ülkenin emeklilik yaşıyla ilgili çokça tepki toplamış yasa değişikliğine karşı kış ve bahar ayları boyunca düzenlenen kitlesel protestoları bastırmasını kınadı. Ayrıca, Fransa’nın “kültür istisnası” politikasının, yani sanata verilen devlet desteğinin, tehdit altında olduğu konusunda uyardı. Birkaç hafta önce, Triet Paris’te, ben New York’tayken Zoom üzerinden konuştuk. Fransızca ve İngilizce karışımı bir dilde yaptığımız görüşme, anlaşılır olması için tercüme edildi, kısaltıldı ve düzenlendi.

Film ilk gösterimini Cannes’da yaptı ve Altın Palmiye ödülünü kazandı. Son beş aydır film üzerine konuşmalar yapıyorsun. O zamandan bu zamana filmle ilişkin değişti mi, merak ediyorum. Senin için film, Mayıs ayında gösterilen film mi?

Bu daha önce hiç yaşamadığım bir deneyim. Hiç bu kadar çok tanıtım yapmamıştım. Benim için bir filmi anlamanın genellikle üç-dört yıl sürdüğünü düşünüyorum. Film hakkında çok fazla konuştuğum için, her konuşmada farklı bağlantılar kurduğum ya da insanların belirli yorumlarını paylaştığım, filmin farklı bölümlerine farklı şekillerde baktığım anlar olduğu da doğru. Gerçekten çok özel bir deneyim.

Aklına gelen belli bir yorum var mı?

İki komik şey oldu. Birincisi, eski erkek arkadaşlarını filmi izlemeye gönderip “senden neden ayrıldığımı anlamak istiyorsan, bu filmi izle,” dediğini söyleyen birçok kadın oldu. Bence bu çok enteresan. Bir de kavga sahnesi… Kavga sahnesini yazarken, çok da endişeli değildim ama şöyle düşünüyordum: Tamam, burası filmin dönüm noktası, bundan sonra insanlar Sandra’dan pek de hoşlanmayabilirler. Ama tam tersi oldu. O bölümden sonra, insanların kendilerini Sandra’ya ne kadar yakın hissettiklerini görmek benim için gerçekten şaşırtıcı oldu. Kadınlar daha bile çok, belki de. Kadınlar, “tamam, bu saatten sonra ben Sandra’nın yanındayım,” diye düşündüler.

Okurlara arka plan vermek gerekirse, bahsettiğin kavga sahnesi filmin doruk noktası; filmin son üçte birlik kısmında karşımıza çıkıyor. Samuel ölmeden kısa bir süre önce, Sandra ve Samuel arasında geçen bir tartışmaya tanık olduğumuz bir flashback sekansı. Bir öğretmen olan Samuel, evde eğitim verdiği oğlu Daniel ile ilgilenmekten kendi yazıları üzerine çalışmaya vakit bulamadığından yakınıyor. Sandra’yı kendisine ve çalışmalarına zaman ayırmamakla suçluyor, ama Sandra ne özür dilemeyi kabul ediyor, ne de ilişkilerinin bu şekilde yorumlanmasını… Bu bana çok sıra dışı geldi­–ilişkide kadının erkeğin duygularına uyum sağlamaya çalışmaması. Sandra, kocasına zamanını nasıl kullandığından kendisinin sorumlu olduğunu söylüyor; değişiklik yapmak Samuel’e bağlı, Sandra’ya değil. İnsanlar buna mı tepki verdiler?

Bu türden sorular hem felsefi hem de pratik sorular. Yan yana nasıl bir hayat sürdüğümüz sorusu da en nihayetinde aşkla ilgili bir soru, çünkü aşkta hiçbir şey açık sözlülükten, dürüstlükten daha değerli değil. Partnerimle birlikte yaşıyorum, kendisi de sinemacı. İkimizin de egosu olduğunu biliyorum. Ama bir şeylerin doğru olmadığını düşündüğümde, ona doğruyu söylemek zorundayım, o da böyle yapıyor. Bana yalan söylemeye başlamasını hiç istemem. Bence Sandra, Samuel’e o kadar saygı duyuyor ki, ona yalan söyleyemiyor.

Bence Sandra’nın iki açıdan keskin bir dürüstlüğü var. Bir yanda gerçeği söylemesi, bir yanda da kendi hırsından feragat etmemesi. Ve evet, bence Samuel biraz kurban rolüne bürünüyor, belki fedakârlık yapmış biri olabilir, ama aynı zamanda kötü muamele gören bir adam pozisyonunun ardına saklanıyor.

Ama bu insanlar hala birbirleriyle konuşmaya çalışıyorlar. Bana sorarsanız, ortada hâlâ aşk var. Sorun şu ki, her çiftin daima taşımak zorunda olduğu bir yük olur. Onların durumunda da aralarındaki dengeyi bozan şey oğullarının geçirdiği kaza. Bu dengesizliğin esasen Sandra’ya yaradığı doğru olsa da Samuel’in ölümü –zaten filmin ironisi burada– Samuel’e, Sandra’nın ona daha önce vermediği alanı işgal etme izni veriyor.

Filmin temel sorusunun ilişkideki karşılıklılık meselesi olduğunu düşünüyorum. Ayrıca kültürel olarak kadınların her zaman evde olduğunu, erkeklerin ise dünyaya karışıp düşünmeye, tefekkür etmeye, fikir sahibi olmaya vakitleri olduğunu düşünüyorum. Kadınların hiçbir zaman öyle bir vakitleri yok, çünkü ev işleriyle ilgilenmeleri gerekiyor. Bu yüzden de yaratıcı, kitap yazan, sonunda yazmaya zaman ayırabilecek bir kadın karakterin varlığı, acı çekenin erkek olduğu anlamına geliyor. Tartışmanın zaman sorunuyla başlamasının nedeni de bu. Bunun kadının ve erkeğin ailedeki yeri açısından evrensel ve çok temel bir şey olduğunu düşünüyorum. Kusura bakmayın, cevap çok uzun oldu.

Hayır hayır, çok iyi oldu. Aslında şu anda kocam diğer odada bebeğimize yemek yediriyor. Yani her şey birbiriyle ilgili.

Aaa orada bir bebek mi var? Çok enteresan.

Partneriniz Arthur Harari’den bahsettiniz. Filmi birlikte yazdığınızı biliyorum. Sürecin nasıl geçtiğini merak ediyorum.

Hayatı çift olarak sürdürmeyi seviyorum. Ama oldukça sıkıcı olabileceği de doğru. Bu yüzden Arthur’la yaratıcı anları paylaşabilmenin çok güzel olduğunu düşünüyorum. Daha önceki filmlerimde ona da oyuncu olarak rol verdim. İlginç olan, Arthur’u kendi alanıma dahil etmek, bunu paylaşabilmekti. Pandemiden bir hafta önce başladık. Sekiz aylık bir bebeğimiz vardı. Belki senin çocuğunla aynı yaşta değildir.

Dokuz aylık… Öyle.

Ah! Çok yoğun bir dönem.

Evet.

Yani o dönem çok yoğun geçti. Ama bebek çok uyuyordu, biz de sırayla ilgilendik. Biraz naif olduğumuzu düşünüyorum, çünkü bir çift hakkında film yaptığımızı asla kendimize itiraf etmedik. Ancak MeToo soruları da kaçınılmaz olarak bu sürece dahil oldu. Çevremdeki hiç kimse kendi yaşam tarzını, zamanı nasıl bölüştüğünü sorgulamaktan kendini alamadı.

Öte yandan, MeToo’nun hakikaten adil bir biçimde yaşanmasını da beklemedim. Arthur her zaman çocuk bakımıyla benden daha fazla ilgilendi. Annem ve anneannemle kurduğum ilişkinin beni gerçekten şekillendirdiğini düşünüyorum. Anneannem son derece feminist, zamanının oldukça ilerisinde bir kadındı. Toplumsal olarak çok yoksul bir çevreden geliyordu, ama ardındaki teoriyi anlamasa da bu kodları gerçekten anlıyordu. Annem ise tam tersi durumdaydı: Eve sıkışıp kalmıştı, babam tarafından bir nevi kapana kıstırılmıştı ve üç çocuğu vardı. Bu sayede ne istediğimi ve ne istemediğimi açıkça ortaya seren bu iki senaryoyu da görmüş oldum. Çocuğum olduğunda çocuk bakımını asla tek başıma üstlenmek istemedim. Yani aslında, Arthur’a pek bir şey sormadım, bu programı dayattım [gülüyor].

Arthur, erkek karakterler kadar kadın karakterlerin yazımına da katıldı. Yazma işini cinsiyete göre paylaşmadık. Belki de bizim için en çetrefilli sahne kavga sahnesiydi, çünkü o sahneyi kendime saklamak istedim. Sahne altmış kere yeniden yazıldı, çünkü uzun süre karakterleri ilgi çekici bulmadım. “Bu insanlar ilgimi çekmiyor, onlarla ilgili bir film izlemek istemiyorum,” türünden şeyler söylüyordum sürekli. Fiziksel patlama anını sahnenin sonuna ertelemenin bir yolunu bulmam gerekiyordu, ki fikirlerin örtüşmesini sağlayayım, bu sahne bir bekleme odasına, mahkeme salonunun bir provasına dönüşsün.

Filmde farklı alanları işliyorsun. Çiftin tartıştığı bir özel alan var; evin, ailenin alanı. Film daha sonra, çiftten birinin özel alandaki anlaşmazlıklarını yeniden yaşamak zorunda olduğu, mahkeme salonu gibi oldukça kamusal bir alana geçiş yapıyor.

Kamusal alanda beni büyüleyen şey de bu. Kamusal alan, toplumun kendi ahlakını kadınlara, erkeklere ve onların yaşama biçimine dayattığı yer. Sandra’nın da iyi bir yazar olduğu gerçeği de tabii – Sandra “iyi” bir kurban değil, çünkü keskin zekalı bir kadın. Güçlü bir kadın. Duruşmada potansiyel şüpheli gibi, tehditkâr biri gibi algılanıyor, çünkü birden fazla dil konuşuyor ve anlatının, kurgunun, yazının kontrolünü tamamen eline almış görünüyor.

Aslında Sandra mahkemede kendini pek de kollamıyor. Sürekli kendi pozisyonunu baltalayacak şeyler söylüyor. Bir noktada avukatı, Samuel gerçekten kendini öldürseydi neler olabileceğinin bir versiyonunu anlatıyor. Oldukça ikna edici bir anlatı. Ancak Sandra, “Samuel böyle biri değildi,” diyor. Hakikate neredeyse kendine zarar verecek kadar bağlı görünüyor, bunda çok güzel bir yan var.

Sandra hakikati söylemek istiyor ve bunun bir hakikat meselesi olmadığını, bir ikna meselesi olduğunu anlamak onun için çok zor. Bu karakterin beni asıl ilgilendiren tarafı, baştan çıkarıcı olmayan, baştan çıkarıcı olmak istemeyen biri olması. Bu son derece nadir bir şey. Aslına bakarsan, Sandra’ya (Hüller) kadar bunu bizzat hayata geçiren bir oyuncuyla hiç çalışmamıştım. Sandra baştan çıkarmayla hiç ilgilenmiyor. Makyaj gibi şeylerle ilgilenmiyor; baştan aşağı sade biri. Bu sayede, karaktere de bunu uygulayabildik. Karakter, doğruyu söyleyerek, samimi davranarak kazanacağını düşünen biri; ancak yargı hiç de böyle işlemiyor.

Filmdeki mahkemenin, bir Amerikan mahkemesinden çok farklı göründüğünü fark ettim. Bence bu Amerikalı izleyicileri etkileyebilecek bir şey – Sandra’nın kürsüde olmadığı zamanlarda bile istediği zaman konuşabilmesi. Fransız hukuk sistemiyle ne kadar deneyimin oldu?

Sanırım yazma sürecinin başındaki temel soru buydu. Biçim çok önemli. Amerikan sistemini kopyalamak, daha önce gördüğüm ve hoşuma giden ama yaşadığım yerde bulunmayan şeyin bir başka versiyonunu yapmak istemedim. Bu yüzden bir avukatla tanıştım, gerçekten harika biriydi. Yazım sürecinde bize yardımcı oldu. Ve Fransız sistemiyle ilgili ilginç bir şey anlattı: bazen yargıç –Fransa’da başkan ama sizde hâkim– işleri daha anarşik bir şekilde yürütmeye karar verebiliyor. Konuşmaların dağılımı çok daha anarşik. Bu bana ilginç geldi, çünkü bildiğimizden çok daha canlı ve çok daha az düzenlenmiş bir ortam yarattı.

Mahkeme salonunun eski moda olması bilinçli bir seçimdi. Modern bir mahkeme salonunu da seçebilirdim. Öyle salonlar da var Fransa’da, ama ben biraz köhne, biraz eski bir mahkeme salonunu kullanmaya karar verdim: eski usul Fransız adaleti. Büyük bir şehirde değildik; Paris değildi, Lyon değildi, Marsilya değildi. Ahlak konusunda, büyük bir şehirde olduğundan farklı düşünen küçük bir şehirdeydik. Tabii ki tüm bunlar da işin içine girdi.

Çoğumuzun hukuk sistemiyle ilgili bilgisi filmlerden ya da dizilerden geliyor. Meslek mensubu olmadığımız ya da bir mahkemeye tanık olmadığımız sürece, kendimiz mahkeme salonlarında bulunmuyoruz. Filmi izlerken yanımda oturan yaşlı bir erkek eleştirmen –sanki bu Amerikan filmlerinden ya da dizilerinden çıkma bir mahkemeymiş gibi– avukatların daha fazla itiraz etmesi gerektiğini söyledi.

Ha! [Gülüyor] “İtiraz ediyorum” (Objection!), değil mi?

Evet. Amerikan mahkemelerinin paradigmasını almış, sonra da bunu kendi yargılama biçimi olarak filme dayatmıştı.

Arthur’la mahkeme sahnelerini yazmaya başladığımızda, “İtiraz ediyorum sayın Hâkim!” kalıbından çok etkilenmiştik. Filmin adından da anlaşılacağı gibi, Preminger’in “Bir Cinayetin Anatomisi” yıllardır aklımdan çıkmayan bir film. Ancak daha ilgi çekici olabilmek için bazı şeyleri farklı yapmamız gerekiyordu.

Esasen, bir şeyleri nasıl temsil etmek istediğimize dair tüm bu ayrıntıları çok önemsedik. Mesela duruşmaların son derece akıcı, temiz, mükemmel bir şekilde sunulduğunu gördüğümde, bir seyirci olarak cidden acı çekiyorum. Sanki Tanrı’nın kendisi konuşuyormuş gibi, bir ışık huzmesi ortamı aydınlatıyor. Neredeyse İsavari bu adalet görüşü, beni gerçekten rahatsız ediyor. Çünkü mahkemelerde çok zaman geçirdim ve adalet sisteminin asıl ilginç yanı yanılabilir olması. Ben de oyuncuları, kendilerine verilen rolü oynamamaları için yönlendirdim­– “polis”, “avukat”, “otorite” rolünü oynamamaları için. Bu tür yerlerde çalışan insanlar, aslında çok daha laubali oluyorlar. Bir sonraki arayı, ne zaman yemek yiyeceklerini düşünüyorlar. Daha gerçek bir şey yaratabilmek için tüm bunların filme dahil edilmesi gerekiyordu.

Film Grenoble’ın dağlarında geçiyor. Orada çekim yapmadan önce ortamı tanıyor muydun?

On beş yaşımdan, çekimlerin hemen öncesine kadar dağa hiç çıkmamıştım. On beş yaşımdayken, neredeyse dağda ölüyordum. Oldukça karmaşık bir hikâye. Daha önce hiç kayak yapmamıştım ve ciddi bir kaza geçirip bir yıl hastanede yattım. Yani benim için dağ, dostane bir yer değildi, beni korkutan bir ortamdı. Bir yandan da dağlarda geçen filmlerde ortaya çıkan ışık –o şiddetli ışık– beni büyülemişti. Film iki kapalı ortamda geçiyor, o yüzden doğal ışığın şiddetli olması fikrini çok sevdim. Ayrıca film bir düşüşle ilgili, o yüzden sürekli yükselen ve alçalan bir ortamda olmayı, dağların film için neredeyse bir metafora dönüşmesini ilginç buldum.

Bunca yıl uzak kaldıktan sonra, dağlara dönmek nasıldı?

Çok sevdim. Gerçekten çok güçlü bir deneyimdi, çünkü ailemden uzaktaydım. İki ayı böyle geçirmek muhteşemdi. Dağlarda dijital film çekmek çok tuhaf ve karmaşık bir deneyimdi. Sanki manzara filme alınmaya uygun değilmiş gibi… Işık çok güçlü olduğundan, yaptığınız hiçbir deneme işe yaramıyor. İnsanlar çekimleri filmin üzerine yaparken sorun olmuyordu, film yanıyordu ama işliyordu da. Dijitalde, tuhaf görüntü bozulmalarıyla karşılaşabiliyorsunuz.

Peki nasıl hallettiniz?

Bir şekilde hallettik! Zaten etkilendiğim tüm filmler 70’lerden kalma, görüntü kalitesinin çok da temiz olmadığı filmlerdi. Görüntüde böyle bir doku arıyorduk. Bugünlerde yayın platformlarında mükemmel görünen, görüntü kalitesinin tamamen pürüzsüz olduğu pek çok film görüyoruz. Ben daha az mükemmel olan bir film arıyorum. Belki de son filmimden bu yana en çok değişen şey bu oldu. O kusurluluğu istiyorum.

Filmdeki müzikler hakkında bir şey sormak istiyorum. Filmde çok kritik bir şarkı var: Samuel’in öldüğü gün son ses çaldığı, 50 Cent’in “P.I.M.P” şarkısının enstrümental bir düzenlemesi. O şarkının aslında “Jolene” olacağını duymuştum.

Evet.

Ama telif haklarını alamadınız. “Jolene”i neden istemiştin?

O şarkının ritmini, neşesini ve neredeyse hipnotik havasını çok sevdim. Mahkeme sahnelerinde, sözlerin bütünüyle incelenmesi söz konusuydu: Kocanın sinyal gönderdiği şeklinde yorumlanabilecek bazı sözler, falan. Bir yandan da sürekli “loop”ta dinleyebileceğin bir şarkı. Bir nevi Amerikan marşı.

Ama telifini alamadık. Öyle olunca da bu 50 Cent düzenlemesini belki üç yıl boyunca sürekli dinledim. Bazen çalma listesi yaptığınızda, bazı şarkılar kalıcı olur. Bu şarkı da verdiğim bir partiyle bağlantılı olduğu için kalıcı oldu. Açıkçası sözleri oldukça kadın düşmanı. Ama aynı zamanda oldukça sıcak bir yanı da var, ki bu karakterin yaşamak üzere olduğu durumlar, yani kocasının cesedinin bulunmasıyla büyük bir tezat oluşturuyor. Fark ettim ki, bu şarkıyı defalarca çalabilirsiniz ve sizi rahatsız etmez. Hayalim orijinal versiyonu bitiş jeneriğine koymaktı ama çok pahalıydı. [Gülüyor.]

Filmin feminist bir film olarak anılıyor. Buna sen de katılıyor musun?

Elbette katılıyorum. Feminist olmasaydım bu mesleği yapamazdım, olduğum kişi olamazdım. Ama dürüst olmak gerekirse, kendi kendime “bir savı olan bir film yapacağım, didaktik bir film yapacağım ya da bir şeyi kanıtlamak için film yapacağım” diyerek film yazma fikrinden nefret ediyorum.

MeToo’dan bahsettin. Pek çok Fransız kadınla, yazar, düşünür ve sanatçıyla konuştum. MeToo’nun Fransa’da başarısız olduğu konusunda bir fikir birliği var. Bu konuda senin ne düşündüğünü merak ediyorum.

Fransa’da gerçekten çok gerideyiz. Bu bir sorun. César türü törenlerde kadınların temsili gibi şeyler çok zaman alıyor. Başlangıçta kotaları desteklemiyordum. Ama şimdi, oyunun sınırlarını zorlamak, kadınları erkeklerle eşit bir oyun alanına koymak için kotaları önemsiyorum. Bunu yapmak zorundayız, çünkü bu kendiliğinden olmayacak.

Kotadan kastını açıklayabilir misin?

Her şeyden önce, film seçkilerinde, jürilerde, kadınların filmlerine ışık tutulması gereken, kadınları filmlerini göstermeye teşvik eden her yerde uygulanan kotalardan bahsediyorum. Elbette, bu aynı zamanda setlerde, kadınların genellikle çalışmadığı pozisyonlarda temsil edilmeleriyle de ilgili bir soru. Ben bunu da yapmaya çalışıyorum. Bazen zor oluyor, çünkü bazen ekiplerde sevdiğimiz, haksızlık edemeyeceğimiz erkeklerle de çalışıyoruz. Gülünç ve acımasız bir pozisyona düşmek, “siz ne bok yerseniz yiyin, ben sadece kadınları işe alıyorum,” demek istemeyebilirsiniz. Ama benim setimde tüm elektrik işleri kadınlar tarafından yapıldı, bu sık gördüğümüz bir şey değil. Bununla gurur duyuyorum.

ABD’de MeToo hareketinin ilk sloganlarından biri “kadınlara inanın” idi. Ama bunun göründüğünden daha karmaşık bir mesele olduğu ortaya çıktı, çünkü kadınlar insan ve insanlar yalan söyler. Kadınlara karşı oluşturulmuş tüm bir önyargı ve istismar tarihini onlara inanarak düzeltmeniz mümkün değil. Senin filmin de daha çok inanmakla, kime inanılacağıyla ilgili. Bu “kadınlara inanın” fikri filmin yapımını etkiledi mi?

Evet, sanırım bu aslında karakter hakkında söylediklerime geri getiriyor bizi, yani aslında kendisine inanılmayacak kadar zeki ve karmaşık bir karakter bu. Bir yönetmen olarak, mükemmel olmayan, erdemli olmayan insanları göstermek her zaman heyecan verici. Erkeklerin yüzlerce yıl kusurlu olma hakkı vardı. Aklıma hep “Mad Men” geliyor. Umarım bunu kadınlar için de yapabiliriz. Bazen MeToo yüzünden mükemmel kadınları göstermemiz gerektiği fikrine saplanıp kalıyoruz. Bu beni rahatsız eden bir durum.

Bir de mesela cinsel taciz ya da tecavüzle bağlantılı olarak söylenen “sana inanıyorum” var. Bu fikir Fransa’da çok güçlü çünkü daha önce hiç görülmemiş bir şey. Bir gösterimde, biri bana “Kadınlar dünyanın her yerinde işkence görürken ve çok daha fazla mağdur olurken, neden potansiyel saldırgan bir kadın hakkında bir film yaptınız,” diye sordu. Ben de kendime bu soruyu sordum. Tecavüz hakkında, kadınların öldürülmesi, vücut bütünlüğünün bozulması hakkında o kadar çok film izledim ki. İnsanlar, çoğunlukla erkek olan ve kadınları öldüren seri katiller hakkında çekilen tüm bu şeyleri izliyor. Feminist bir kadın olarak bu anlatıya katkıda bulunmak istemiyorum. Kadınları kurban olarak değil de karmaşık bir durum içinde göstermek beni daha çok ilgilendiriyor.

Filminde çok fazla inanç katmanı var. En büyük katman olan adalet sisteminde hangi hikâyeye inanılacağı sorusu var. Halk var–halk bu çift hakkında neye inanıyor? Bir de çiftin kendi mahrem alanı var–birbirleri hakkında neye inandıkları. Ve bu katmanlar arasında genellikle bir örtüşme yok.

Evet ve bu halkaların her biri Sandra’nın tekrar tekrar oynamak zorunda olduğu başka bir müsabaka gibi. Mahkemede ve evde oğluna ve hâlâ hayattayken kocasına karşı kendini haklı çıkarmak zorunda. Nasıl yaşıyorsa öyle yaşamaya hakkı olduğunu tekrar tekrar göstermek zorunda. Bu en başında beri filmde var olan bir şey. Bu kadını anlamaya çalışmak, onu analiz etmek için sahneyi tekrar tekrar oynatmaya ihtiyaç duyma fikri var filmde.

Filmi çekmeye başladığımızda, Antonioni’nin “Blow-Up” (“Cinayeti Gördüm”) filmine kafayı takmıştım. O filmdeki cinayeti bilirsiniz: Bir görüntüye yaklaştıkça yaklaşırsınız ve aniden cinayete benzer bir şey görürsünüz. Bu mahkemede de sanki cinayeti görebilecekmişsiniz gibi bir his yaratılıyor, ama olayın içine daha çok ve daha çok girdikçe, o kadar yakınına geliyorsunuz ki, artık hiçbir şey göremez oluyorsunuz. Yani aynı anda hem çok yakınında hem de çok uzağındasınızdır. Bu da hakikati algılamak için hiçbir zaman doğru yerde olmadığınız anlamına geliyor.

Cannes’daki konuşman hakkında sormak istiyorum. Macron hükümeti ve réforme desretraites (emeklilik reformu) karşıtı protestoların bastırılması hakkında konuşacağını önceden biliyor muydun?

Filmin post-prodüksiyonunda çok vakit geçirdim ve etrafımda aktif siyaset yapan pek çok insan vardı. Fransız halkının dörtte üçünün bu reformu protesto etmek için sokaklara çıktığını düşünüyorum. Bu bir semboldü. Mesele sadece emeklilik değildi; mesele, yasanın son derece otoriter bir şekilde dayatılmasıydı.

Tabii ki kendimi düşünmüyordum, çünkü doksan yaşıma kadar yapmak istediğim harika bir işim var. Ama ülkedeki herkes bunu yaşıyordu. Ve Cannes’da tüm bunların üstü örtülmüştü. Başlarda bazı protestolar oldu ama, hepsi o kadar. Kendi kendime dedim ki, “tamam, bir şeyler söylemek için en iyi yer burası.” Metni yazdığımda Altın Palmiye’yi alacağımı düşünmemiştim. Sahneye çıktığımda, tamam, şimdi bu konuşmayı yapıyorum, dedim. Bu an, belki de en çok görüleceğim an.

Ertesi gün sözlerim çarpıtıldı. [Triet’nin konuşmasının ikinci bölümü, Fransa’nın “kültür istisnası”, yani sanata verilen devlet desteğinin tehdit altında olmasıyla ilgiliydi]. Ben yetişmekte olan nesilden bahsediyordum. Açıkçası Fransa’daki sistemimiz gerçekten çok iyi. Tehdit altında olduğu ve korunması gerektiği gerçeğinden bahsediyordum, çünkü bir şeyler değişiyor. Evet, Netflix ile büyük bütçeli filmler yapmak zorundayız ama aynı zamanda düşük bütçeli küçük filmler de yapmak zorundayız.

Tüm söylediklerim şu mesajı vermek içindi: Kırk beş yaşındayım, Altın Palmiye’yi kazandım, bu müthiş bir şey. Ama ben sıfır parayla film yapmaya başladım. Eğer bu noktaya geldiysem, bu sistem sayesindedir. Bu sistemi koruyalım.

Amerikalı izleyicilerin “kültür istisnası”nı anlamalarına yardımcı olacak bir yol bulmaya çalışıyorum, bu Amerika’da sahip olduğumuz bir sistem değil. İlk başladığında sana nasıl yardım edildiğini açıklayabilir misin?

Fransa’da film yapmaya başladığınızda ve finansmana ihtiyacınız olduğunda, bir filmi finanse etmenin kamusal ve özel yolları var. CNC (Ulusal Film ve Hareketli Görüntü Merkezi) diye bir kurum var, müthiş bir yer. Yönetmenlerin ilk filmlerinin çekilmesine destek oluyor. Verdiği paraya “gelire bağlı avans” deniyor. Filmden sonra elde edeceğiniz gelire yönelik bir avans. Çok para kazanırsanız, avansı geri ödersiniz. Ben pek çok kez aldığım avansı geri ödedim, çünkü insanlar filmimi izlemeye geldi, ben de kamuya parasını geri verdim.

Eğer filminize yeterince bilet satılmadığı için parayı ödeyemezseniz de ödeyemezsiniz. Bu sistem sizi kâr odaklı hareket etme zorunluluğundan koruyan bir sistem. Aslında, birçok insanın düşündüğünün aksine, para halkın ödediği vergilerden gelmiyor. Sinema bileti satışlarından geliyor. Biletlerden alınan bir vergi. Gerçekten de çok iyi işleyen ve tüm dünyanın gıpta ettiği bir sistem. Ancak bugün Cour de Comptes, yani kamu fonlarının kullanımını denetleyen kişiler, filmlerin daha fazla para kazanması gerektiğini ve daha kârlı olması gerektiğini söylüyorlar.

Ama bu durumda, kariyerine yeni başlayan ve çok fazla bilet satamayan pek çok insanı kenara itmiş oluyorsunuz. Peki onlara ne olacak? Kitap uyarlamaları çekecekler ve diyecekler ki “İşte, zamanın ruhuna çok uygun bir iş”. Ama zanaatını önemseyen, yenilikçi, süper fikirleri olan insanların bir kariyeri olamayacak. Yani bu sistemin korunması gerekiyor. Bu konuda saatlerce konuşabilirim.

 

 

Röportajın orijinali 15.10.2023’de The New Yorker dergisinde yayımlanmıştır.

 

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.