Birbirinden çok farklı konularda ve janrlarda olan, belki karşılaştırması çok zor ilişkilerin derinlerine dalan Kızıl Gökyüzü ve Bir Düşüşün Anatomisi filmlerinde, ortaklaştığını düşündüğümüz bir yan tema var: kırılgan ama (ve?) toksik erkekler karşısında, sınırlarını koruyan, dürüstlüğünden ödün vermeyen, lafını sakınmayan ama ilişki kurmaktan da geri durmayan, zorunsuz bir şefkati ve dayanışmayı ilişkilerinde sürdüren kadınlar.

Christian Petzold’un Kızıl Gökyüzü (Roter Himmel) isimli Berlinale’de Büyük Jüri Ödülü’nü alan filmi, ormanlık bir arazide, bir arabada seyahat eden iki arkadaşın sahnesi ile açılır. Felix (Langston Uibel) arabayı kullanırken Leon (Thomas Schubert) çalan müziğin eşliğinde hayallere dalmış, yolcu koltuğunda dışarıyı izler. İkili, deniz kıyısında bir kasabada, Felix’in babasına ait bir sayfiye evine doğru yol almaktadır. Leon, “Club Sandwich” başlıklı ikinci kitabı üzerinde çalışacaktır, Felix de sanat okulu başvurusu için fotoğraf portfolyosunu hazırlayacaktır. Eve vardıklarında bir sürprizle karşılaşırlar. Yıkanmamış tabaklar, keyifle yenmiş bir akşam yemeğinden artanlar, bir plak koleksiyonu ve dağınık bir yatak ve bir de Nadja (Paula Beer) isimli bir kadın. Bu üçlüye kısa bir süre içinde Nadja’nın arkadaşı Devid (Enno Trebs) isimli bir cankurtaran da katılır. Sayfiyede herkes bir yandan kendi işini yaparken bir yandan da dayanışma, arzu, alçakgönüllülük, aşk, öfke, kıskançlık ve rekabet ile örülü bir ilişkiler ağının içine düşerler. Arka plandaki bölgeyi saran orman yangını onların bulunduğu kasabaya yaklaşmaktadır.

Justine Triet’in Bir Düşüşün Anatomisi (Anatomie d’une chute) isimli Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi alan filmi ise yine müzikli bir sahneyle açılır. Ancak bu defa, sinir bozucu, bangır bangır, bir an önce susmasını istediğiniz türden… 50 Cent’in P.I.M.P şarkısının enstrümantal bir yeniden düzenlemesi, ama en az orijinali kadar irkiltici. Triet’nin filmi, iki kadının rahat bir ortamda şaraplarını yudumlarken edebiyat üzerine konuştukları, birbirlerini tanımak için üstü kapalı sorular sorup kaçamak cevaplar verdikleri bir sahneyle başlar. Sahnenin sıcaklığına rağmen filmde bizi bir gerilimin beklediği hissinden kurtulamayız. Nitekim iki kadının neredeyse flörtöz sohbetleri, üst kattaki kocanın insanın kendi sesini duymasını engelleyecek kadar yüksek sesle çaldığı P.I.M.P şarkısıyla kesilir. Kadınlardan biri evden ayrıldıktan kısa bir süre sonra, kadınların muhabbetine kendini dayatan koca Samuel’in (Samuel Theis) üst kattan düşerek öldüğünü öğreniriz. Ölüm sebebiyse muamma. Sonrasında bir mahkeme draması olarak devam edecek filmde, en muhtemel şüpheli, adamın karısı, yazar Sandra’dır (Sandra Hüller).

Birbirinden çok farklı konularda ve janrlarda olan, belki karşılaştırması çok zor ilişkilerin derinlerine dalan bu iki filmin ortaklaştığını düşündüğümüz bir yan tema var: kırılgan ama (ve?) toksik erkekler karşısında, sınırlarını koruyan, dürüstlüğünden ödün vermeyen, lafını sakınmayan ama ilişki kurmaktan da geri durmayan, zorunsuz bir şefkati ve dayanışmayı ilişkilerinde sürdüren kadınlar. Son yıllarda sinemada erkek(lik) temsillerine dair bir sürü çalışma yapıldı ama biz burada erkeklerden değil, tam da bu türden erkeklerin karşısında sınırlarını koruyan –ama birbirlerinden çok farklı—iki kadın karakterden bahsetmek istiyoruz. 2023 yapımı bu iki film böyle bir tartışma için iyi örnekler, ikisi de kadınların bakışını merkeze alan, erkeklerin kadınların gözünde nasıl göründüğünü seyirciyle samimi bir şekilde paylaşan sahnelerle dolu. Yani biz aslında, erkeklerin iç dünyalarının salınımlarını ve o salınımlar içinde bir görünen bir kaybolan kadın figürlerini değil farklı karakterleri, farklı becerileri, farklı ilişkileriyle karmaşık karakterler olan kadınların o ilişkiler içinde erkekleri nasıl gördüğünü ve tam da o gördükleri erkeklerle nasıl ilişki kurduğunu izliyoruz.

Bir Düşüşün Anatomisi’nin yönetmeni Justine Triet, bir röportajında kavga sahnesi hakkında sorulan soruya şöyle yanıt veriyor: “Bence Sandra’nın iki açıdan keskin bir dürüstlüğü var. Bir yanda gerçeği söylemesi bir yanda da kendi hırsından feragat etmemesi.” Kavga sahnesinin pek çok açıdan filmin doruk noktası olduğunu söyleyebiliriz. Samuel, bu sahnede, zamanının büyük bir bölümünü çocuk bakımına ayırdığı için kendisine zaman ayıramadığından şikayet ediyor, anadili Almanca olan ve Fransızcası da pek iyi olmayan Sandra ile İngilizce konuşmak zorunda olmasını Sandra’nın bencilliğine bağlıyor ve hatta Sandra’nın yazdığı kitabın ana fikrini, elinin tersiyle itip yazmayı bıraktığı kitaptan çaldığını söylüyor. Bütün bu suçlayıcı sözler karşısında Sandra yapabildikleri için suçlu hissetmeyi de özür dilemeyi de reddediyor; çocuğuyla, kocasıyla, evle, edebiyatla ve diğer tüm yapıp ettikleriyle kurduğu ilişkinin Samuel tarafından tanımlanmasına da izin vermiyor. Bu kavgada Sandra sadece defansta değil elbette. Samuel’e yönelik dürüstlüğü, özeni, şefkati ve eşitlik talebi de tam burada: Samuel’in yazamadığı kitaptan, üzerinden atamadığı suçluluk duygusundan, yapmak isteyip yapamadıklarından sorumlu olmadığını tekrar tekrar hatırlatıyor Sandra. Samuel’in -kendi kendisiyle kurduğu da dahil- herhangi bir ilişki içinde kendisini mağdur pozisyonuna sokmasını kabul etmiyor ama Samuel’i, bu çokça sahiplendiği mağduriyet pozisyonundan çıkaracak olan da Sandra değil…

Samuel’in ölümünden sonra benzer suçlamaları adalet sistemi Sandra’ya yöneltecek. Sandra, bu sefer sistem karşısında sınırlarını korumak zorunda. Sistemin, Samuel’le, işiyle, edebiyatla, oğlu Daniel’le (Milo Machado Graner), başka kadınlarla ve adamlarla kurduğu ilişkiyi tanımlamasına izin vermeyecek. Pozisyon atamayı, varsaymayı, art niyet bulmayı, bunlara izin verilmediğinde de sınır aşmayı çok iyi bilen erkekler ve sistem hizaya giriverecek Sandra karşısında.

Soru sormayıp hesap sorabileceğini düşünen meraksız adamların varsayımlarından, atamalarından, karşılaştırmalarından nasibini alan bir kadın da Kızıl Gökyüzü’nün Nadja’sı. Önce ismi sebebiyle Rus olduğunu düşünüp aşağılayan, sonra işi sebebiyle (mevsimlik turizm işçisi) edebiyattan anlamayacağını varsayan, sonra da edebiyat doktorası yaptığını öğrendiğinde “neden bana söylemedin” diye Nadja’dan hesap sorabileceğini düşünen Leon karşısında sınırlarını hiç pazarlığa açmayan bir kadın Nadja. Peki, yazarlık kimliğinin arkasına saklanıp kendisinden başka hiçbir şeyi –zaten kendisini de- pek göremeyen, görüldüğünde de hızla tepkiselleşen, neredeyse agresifleşen Leon’la yine de ilişki kurmaya gönüllü olmak nasıl olabilir sorusu hep akıllarda. İlişkileri, hayatı, arkadaşlığı, cinselliği açık, hafif ama sahici bir biçimde yaşayabilen, erkeklerin kendisini nasıl gördüğünü hiç umursamayan Nadja, hayatında Leon’a en az diğerlerine açtığı kadar yer açmayı deniyor. Değiştirme, dönüştürme, büyütme sorumluluğunu zaten almayacağı Leon’un başına gelenlere rağmen değişmeyeceğini gördüğünde o ilişkiden hızla uzaklaşıyor.

Art arda izlediğimiz bu iki film hakkında konuşurken bu temanın (kırılgan erkekler karşısında sınırlarını koruyan kadınlar) tesadüf olup olmadığını merak ettik. Kendi sınırlarımız hakkında da bolca soru sorduran bu türden filmlerin devamı gelsin, izleyicisi bol olsun.

* Kızıl Gökyüzü filminin nefis müziklerinden, In my mind, Wallners. Dinlemek isteyenler için burada.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.