Samet’in ötekinin bakışına muhtaç olduğunu dile getirmekten imtina eden kırılganlığı karşısında, ötekine doğrudan soru sorup, eyleyen bir kırılganlık Sevim’in ve Nuray’ınki.

Kuru Otlar Üstüne filmini izlediğimde aklıma düşen birçok an ve sözle dolu olduğumu hissettim. Hikâyenin teyellenmiş parçalarını kendimce diktiğimde, izini sürdüğüm sahneler; Nuray’la Samet’in yemek sahnesi, Nuray’ın köye gelip Kenan’la ve Samet’le konuşması ve filmin sonlarına doğru duyduğumuz Samet’in iç sesinin aktarıldığı sahneler oldu. Çünkü bu anların; hayattaki konumumuzun sağladığı iktidarı, politik amaçlarla peşine düştüğümüz idealleri ve kırılganlık karşısındaki tutumumuzu yansıttığını düşündüm, hikâyenin bu açıdan bence bütünlüğünü sağlayan şey de sorduğumuz sorularda beliriyordu. Öyle ki bu dikişin kalıbı toplumsal cinsiyete çıkıyordu. Kendimce hikâyeyi, bana tanıdık gelen anlarla tekrar dağıttım, bu yazı da dağıtmanın izlerini takip ediyor.

Samet hem coğrafi hem etnik olarak ayrıcalıklarla donatılmış bir karakterdi. Kendiyle ve yaşamla kurduğu bağda, bu iktidarını hiç sorgulamamış, doğal bir şey gibi yaşamış. Sık sık tekrar ettiği gibi Batılı, İstanbullu, Türk, orta-sınıf, bir de erkekliği var tabii kendinden menkul. “Nasıl insanların içine düştük?”, diye sitem ederken, kendini taşraya, bir Kürt köyünde öğretmenlik yapmaya “yakıştıramayan” bakışını sık sık tekrar ediyordu. Sanki hayatla kurduğu bağda, tüm kendini gerçekleştirme potansiyellerini bu köy ve köydeki okul alıvermişti. Ona vaat edilen iktidarın, bir yanıyla da sevilip onaylanma hissinin asla gerçekleşmemesinin sitemini yansıtırken aslında ne istediğinden de emin değil. “O kadar yıllarca sınava çalıştık bir de” deyişi, sahip olduğu bu ayrıcalıklarla, beklediği gibi yüceltilmemesinin izlerini taşıyor. Kendiyle ve hayatla kurduğu bağda bu kadar ayrıcalık sahibiyken neden bir anda filmin sonundaki melankolik oluveriyor?  Kimselerin iç sesini duymamışken neden Samet’in iç sesine şahitlik ediyoruz?

Aslında tam da böyle, konumunun verdiği iktidarı doğal bir şey olarak yaşayıp doğal bir ayrıcalıklar silsilesine sahip olma arzusundaki Samet’in egemenlik fantezileri üzerine kurulmuş benliği, bütünlük varsayımına dayanıyor. Bu fantezinin karşılığını yaşamda bulamadığı için ancak iç sesinde kendine bakabiliyor. Bunca egemenlik içinde, hayata ve kendine sorular sorma özgürlüğünü kaybetmiş, o kendine ait olduğuna inandığı iktidarın bir türlü işlememesinin boşluğunu taşıyor. Ama bu boşluğun nedenini bilmiyor, kendine soru sorma lüksünden mahrum kalmış, başkasının bakışına ihtiyacı olduğunu ancak iç sesinde itiraf edebiliyor, Sevim’e “keşke senin gözünden kendimi görebilseydim” dediği son sahnedeki monologda kibrini bir anlığına bırakıyor. Sevim’in köylü bir Kürt kızı, öğrencisi olarak karşısına dikilmesi, Samet’i görülmek istendiği gibi görmekten vazgeçmesi/ya da aslında hiç öyle görmemiş olması bu monoloğun ardına gizlenen Samet’in arzusunun ifadesi olarak işliyor. Samet; Sevim’de kendinde olmadığını fark ettiği, neşeyi, direnci ve hayatla kurduğu bağı görüyor. Sevim’e karşı sürdürdüğü adaletsizlikten bir an bile geri adım atmayan kibri, sadece iç sesinde sekteye uğruyor. Samet’in kendiyle kurduğu bağ, tıpkı öğretmenlik yaptığı köyde kışın ardından yaz gediğinde karın yerini kuru otlara bırakması gibi, erkekliğin, kentliliğin, orta sınıf olmanın, Türk olmanın beraberinde getirdiği vaatlere rağmen bu vaat altında ezilip kavrulduğu bir boşluk, çoraklık.

Nuray’ın ise, hayatla kurduğu bağ hem Samet’ten hem Kenan’dan daha farklı, “bu yeni halimle bir kadın olarak neleri yapıp neleri yapamayacağımı bilmeye ihtiyacım var” derken, aslında tam da öteki ile ilişkisinden bahsediyor. Nuray, Samet’ten ve hatta Kenan’dan farklı olarak, bu soruları açıkça ifade ediyor, bir yanıyla Sevim’e benziyor, yaşamla kurduğu doğrudan bir bağ var, bu bağ, özgürlük ile de ilişkili. Samet’in ötekinin bakışına muhtaç olduğunu dile getirmekten imtina eden kırılganlığı karşısında, ötekine doğrudan soru sorup, eyleyen bir kırılganlık Sevim’in ve Nuray’ınki. Samet ve Kenan’sa erkeklik kimliklerinde sessiz bir ortaklığı taşıyorlar; Nuray için girdikleri rekabeti bile, birbirleriyle konuşmaya imkân tanımıyor erkeklikleri. Kenan’ın Kürtlüğü, belli belirsiz anlarda hikâyeye sızıyor, Samet’le girdiği rekabette, suskun kalmayı seçiyor.

Kırılganlığın türlü veçheleri var, insan olarak, özne olabilmemizin koşulları bu kırılganlıklar karşısındaki konumlanmalarımızla şekilleniyor. Öyle ki kadınlık, bu filmdeki gibi politik bir mücadele içinde olan bir kadınlık kimliği, bu kırılganlığın egemen olanın kırılganlığından nasıl farklılaştığını gösteriyor. Nuray, Ankara’daki bombalı saldırıda örgütlü bir kadın olarak eylem esnasında bacağını kaybetmiş. Yaşadıklarını Samet ve Kenan’a aktarırken, kendini kurduğu bir nokta var: politik kimliği. Patlamada arkadaşlarını da kaybettiğini söylüyor, görece Kürt olması nedeniyle Kenan’la daha rahat sohbet ediyor bu konuda. Çünkü Samet için politik bir mücadele içinde olmak, sürünün içinde olmak, iradeni teslim etmek anlamına geliyor. Samet, film boyunca politik mücadelenin konuşulduğu tüm sohbetlerde (Nuray’la olan sahneler dışında, eski bir gerilla olduğunu sezdiğimiz veterinerle birlikte içtikleri Kürt gencin anlattığı, babasının jandarma tarafından bir anda evden alınıp kaybolması hikayesine kayıtsız kalıyor.) sıkılıyor, konuyu değiştiriyor, Nuray yemekte açıkça fikirlerini sorana dek açıklamıyor. Jandarma köy meydanında “çay demledik Samet Hoca gel” dediğinde gitmeyeceğini söylerken bir sonraki sahnede jandarma komutanıyla oyun oynadıklarını görüyoruz. “Mış gibi yapma”yı, bulunduğu ortama göre konuşmayı kimlik haline getirmiş.

Nuray yemek esnasında, fikirlerini sorduğunda aslında Samet’in kayıtsızlığının çok farkında. Nuray, Samet’in politik olarak neye inandığını, neden herkesin bu mücadelenin parçası olması gerektiğini öfkeyle sorgularken yaşadığı kayıplar karşısında hissettiği kırılganlığın hıncını Samet’ten alıyor. Yasını tutamadığı patlamada ölen arkadaşlarının, bacağının, dünyanın daha güzel bir yer olamamasının bedenleşmiş hali oluveriyor Samet.

Toplumsal iktidar, ezilenlerin birbirine karşı acımasızlığı olarak da kendini suçlamanın, kendini küçümsemenin sesi olarak da vicdanın, merhametin, erdemin bakışı olarak da karşımıza çıkabiliyor” diyor Umut Tümay Arslan, “dışlanmanın, hor görülmenin, ezilmenin, ikili, üçlü, çoklu duygularla hareketinde görebiliyoruz onu. Ya da zulüm görenin güç isteminde. Sahici ve özerk olduğumuz inancında.[1] Masada konuşulanları buradan hareketle değerlendirebilir miyiz? Zulüm gören Nuray’ın Samet’e yönelik tutumunda, Samet’inse bağımsız, özgür birey olduğu iddiasında çatışan iktidarın sızıverdiği o his, bize çok tanıdık değil mi? Hani oturduğumuz masalarda erkeklerin “sen de her şeyi politikleştiriyorsun, başka yöne çekiyorsun” sitemine benzemiyor mu? Kendini sorgulamamanın, sonsuz güveninin feministleri “aşırılıkla” suçladığı anları size de hatırlattı mı bu sahne?

Nuray usulca kendine döndüğünde, artık eski hayatını sürdürememenin, ailesinin evindeki sıkışmışlığının, bacağıyla ilgili hissettiği kaybın izlerini görmeye başlıyoruz. İdealler, hepimiz için geçerliyken Samet ve Nuray arasındaki farkın net olarak çizildiği yer de o sofra ve sofra sonrasındaki sevişmeleri bence. Sevişmeden önce Nuray’ın ışığı kapatır mısın? dedikten sonra, Samet’in bir anda filmin dışına çıkması, sahne setinin ardından dolaşarak tuvalette cinsel performansını artıracak bir ilaç içmesi de bir egemenlik olarak erkekliğin, sinemada nasıl kurulduğunu ifşa ediyor. Çok aşina olduğumuz şey, kadının bedeninden utanıp ‘ışığı kapat’ dediği temsiller iken, erkeğin cinsellikle kurduğu bağdaki endişeleri, performans kaygısı temsil edilmiyor. Bu sahnenin; yönetmenin çuvaldızı kendine de batırdığı bir sahne, idealler ve temsil ilişkisini yeniden düşünmeye kapı aralayan bir an olduğunu hissettim.

Samet, filmin sonunda fotoğraf çekilen Kenan ve Nuray’a bir tepeden bakarken aslında yarayı bilmenin, yarayı tanımanın ortaklığına, bilmeden bakıyor olabilir mi? Toplumsal ayrıcalıklarından gelen iktidar arzusunun içinde yarattığı boşluğu, Nuray’ın sorularında, Sevim’in okulun son günü getirdiği, ikram ettiği pastayla, okuldan bağışlanan ayakkabıyı kardeşi için alan öğrencide, hayatla her şeye rağmen kurulan bağda görüyor bence. Onun kırılganlığı; Türklüğün, kentliliğin, orta sınıf olmanın erkekliğinden geliyorken, bu iktidar sistemlerinin vaat ettiği ayrıcalıklar uğruna, içindeki boşluğu artık kabulleniyor.

Bence; biz feministler, aslında bu boşluğu iyi tanıyoruz. Türlü çeşit toplumsal iktidarların yolunun bu boşluğa çıktığını, iktidardan doğan konumların bize vaatlerinin gerçek olmadığını iyi biliyoruz. Kırılganlık; en bize ait sandığımız yerde, en mahrem, en hakiki şeyimizin olması gerektiği yerde toplumsalın ayak izleri[2] ise, gücümüz, neşemiz, direncimiz ısrarla dönüp bu izlere bakmaktan, kendimize ve hayata sorular sormaktan geliyor.

[1] Umut Tümay Arslan’ın alıntı yaptığım metni, Kılçıklı Duygular, Kiç ve Piç başlığıyla Kaos GL Dergisi 100. sayısında yayınlanmış. Bu metni; Gamze Hakverdi’nin 2021 yılında Metis Yayınlarından çıkan Vulnus: Kırılganlık Üzerine adlı kitabı sayesinde öğrendim.

[2] Umut Tümay Arslan’ın aynı metninden.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.