Bir yanda yepyeni çocuk yetiştirme, oyun, eğitim trendleri çerçevesinde şekillenen ve kadınları hem kimlik hem uğraş olarak çepeçevre saran annelik, diğer yanda siyasal iktidarların kadınların sorumluluklarını hafifletme yönünde tedbirler almak yerine, anne olmayı bir tür sosyal yaşamdan ayırıp eve kapatma aracı olarak kullanması yer alıyor.
Bu taşı bir elmas yapabilmen için onun gerçek ismini değiştirmen gerekir. Ve bunu yapmak demek, ufak bir parçasını değiştirsen de, dünyayı değiştirmen demektir.
Ursula Le Guin – Yerdeniz Büyücüsü
Kadın olmanın annelik üzerinden siyasal mücadelenin temel alanlarından biri haline gelmesi, bugün Türkiye’de ve dünyada artarak devam etse de sadece otoriter ve muhafazakâr ideolojilere özgü bir durum değil. Eski Ahit’ten beri var olan, kadının ayrı bir doğası, yaratılışı olduğu ve bu çerçevede bir misyonu yerine getirmesi gerektiği inancı, tarihsel koşullara göre söylem değiştirse de varlığını hala koruyor. Günümüzde, özellikle orta sınıf için sosyal medya ve annelik blogları ile fazlasıyla görünür olan şey anneliğin eşsiz bir kariyer alanına, kendini ifade etmede rakipsiz bir özelliğe, çocuk bakımının da bir tür profesyonelliğe dönüşmüş olması. Bir yanda yepyeni çocuk yetiştirme, oyun, eğitim trendleri çerçevesinde şekillenen ve kadınları hem kimlik hem uğraş olarak çepeçevre saran annelik, diğer yanda siyasal iktidarların kadınların sorumluluklarını hafifletme yönünde tedbirler almak yerine, anne olmayı bir tür sosyal yaşamdan ayırıp eve kapatma aracı olarak kullanması yer alıyor. Kadınların elde ettiği kazanımları birer birer yitirdiği bir dönemde, anneci ve aileci söylemin patlaması, feminist teorinin kendi özgürleştirici söylemini geliştirmesi ihtiyacını doğuruyor. Söz konusu anneci söylemde dikkatimizi çekmesi gereken bir husus var: Annelik ve buna dayalı haklar hep heteroseksüel bir aile ve bir ev içerisinde tanımlanır. Bu tek tip annelik tasavvuru farklı anneliklerin varlığını dile getirme ihtiyacı yaratır; bekar anneler, çalışan anneler, lezbiyen anneler gibi. Fakat bütün bu aileci-muhafazakâr dil, doğurma ve anne olmayı biyolojik bir kader olarak sunarken, anne olmak istemeyen kadınları sınırsız kategoriler silsilesinde nereye yerleştireceğiz? (Sözde) doğasını ve (sözde) yaratılış misyonunu reddeden kadınlar, determinist argümanlarla doğurganlığa hapsedilen kadın söyleminde nereye denk düşer?
Lunadigas veya Çocuksuz Kadınlara Dair, iki yönetmeninin de bizzat belgesele dahil olduğu, çok sayıda kadının “çocuksuz olma” hikâyesi. Farklı annelikler ve anne olamamak birçok hikâyeye konu olsa da anne olmak istememenin hikâyesi pek anlatılmıyor. Bir kadının çocuk doğurması ve peşi sıra gelen deneyiminden bir hikâye yaratmak istersek, yüzümüzü genelde doğan çocukla birlikte değişen yaşantıya çeviriyoruz. Buna istersek yeni bir insanın dünyaya gelmesiyle oluşan ihtimaller dizisi diyelim, ister “anneliğin bir kadının hayatında yaşayacağı en…” şeklinde büyük cümleler kuralım, her durumda sonuca odaklanma eğiliminde oluruz. Çünkü annelik kadının doğasını oluşturan doğurma eylemine birebir bağımlı, biyolojik bir ön kabul olarak ele alınır. Bir kadın doğurduysa anne, yaşı gençse potansiyel bir anne olarak görülür ve çocuk yaşta bile olsa üzerinden annelik söylemleri üretilir (Nil Karaibrahimgil’in afişler dolusu kullandığı “Kız Çocukları Bir Ülkenin Annesidir” ifadesi gibi). Anne kimliğine sahip olmak için hiçbir özel sebebe ihtiyaç yok, sadece olunur ve hikâye başlar. Oysa çocuk sahibi olmamak bunu iradi olarak tercih ettiğinizi değil, mecburen gerçekleştiremediğinizi gösterecek bir neden arayışı ile başlar. Çocuksuz olmak, yarattığı nahoş sonuçlar, sahip olunması elzem dramatik sebeplerle birlikte isimsiz kalmış, dile gelmemiş bir hikâye gibi durur. İşin aslının pek de ezbere bilindiği gibi olmadığını göstermek isteyen Nicoletta Nesler, Marilisa Piga, “Kadınlar tarihi yapsa da onu dile getiren olamamışlardır,” diyerek kamerayı çocuk sahibi olmayan çok sayıda kadının hikâyesine, sesine çeviriyor.
Lunadigas, Sardinya dilinde üremeyen koyunlara verilen bir ad. İnsan türünün koyunlarla ilişkisi düşünüldüğünde, bu canlının ürememesine verilen adın olumsuz bir anlam taşıdığı açık; zaten kadınlardan birisi, Lunadigas’ın ucube demek olduğunu söylüyor. Aralarda sürekli yüzünü gösteren yönetmenler Nicoletta ve Marilisa da bu sözcüğü bağrına bastığını ve doğurmayan kadınlara artık bu adı verdiklerini gururla dile getiriyorlar. “Biz, çocuk sahibi olmak istemeyen kadınların bir isminin olmasını istiyoruz. Çünkü bir isme sahip olmak var olmak demektir.” Anlamı üzerinde toplumsal uzlaşının sağlandığı sözcükleri yeni bir anlamla tekrar dile dahil etmek ve kullanıma sokmak, dilin ve toplumsalın hafızasının sınırlarıyla oynama konusunda en yapıcı hamle – Tıpkı ucube anlamı taşıyan kuir ve Türkçe’deki ibne sözcüğünün de hakaret olarak kullanılırken LGBTİ+ hareketin benimsediği ve kendine koyduğu bir ad haline gelmesi gibi. Peki bu kadınlar kim? Doğuramadıkları için mi anne değiller veya doğurdukları halde neden çocuksuz olmak istiyorlar? Aslen bütün dertleri anne olmakla mı?
Belgesel, “14 yaşına gelene kadar erkek olmak istedim,” diyen bir kadının hikayesi ile başlıyor. Bakımını üstlendiği kız kardeşi üzerinden kadın olmakla ve büyük ihtimalle annelikle ilişkisini yeniden kuruyor. “Kadın olmanın erkek olmaktan daha iyi olduğunu keşfettim ama çocuk sahibi olmak için hiçbir iyi neden bulamıyorum.” Bu ilk hikaye, hangi nedenle olursa olsun, anneliğin doğurganlıkla gelen bir özellik olmadığını gösteriyor. Çocuk bakımı bilgisinin kendinden bir kod olarak zihinlerde yer almadığı açık; erkek çocuklarının pek bulaştırılmadığı bir alanda sonradan öğrenilen, öğrenilebilen bir pratik. Lunadigas, çok sayıda kadının hikayesiyle yoluna devam ederken birkaç ayrıntıyı hep gözetiyor; mesela toplumun her kesiminden kadının sesini duyuyoruz; yalnızca beyaz, evli, orta sınıf, heteroseksüel kadınlar değiller. İçlerinde köyde yaşayan ve dağların ötesini hep merak eden bir kadın da var, anne olmayan kadınların özgürlüklerine içten içe öfkelenen de. Çocuklarını hep belli bir mesafede tutmak isteyen kadına da aynı yerden bakıyoruz, doğuştan anne olduğuna ve doğurmazsa hep yarım kalacağına inananlara da. Yeri geldiğinde yönetmenler herkesi kamp ateşinin etrafında oturur gibi konumlandırıyor ve hepsini dinliyor. Farklı sosyo-ekonomik ve kültürel koşullara sahip kadınlar olduklarından kimisi çocuksuz kadınlara bir isim bulma telaşına hiç anlam veremiyor, kimisi ise bir kadın çocuksuzsa sadece kediyi, köpeği önemseyecektir yönünde argümanlara içten içe inandığını itiraf ediyor. Belgeselin en güçlü tarafı ise benzer durumları herkesin nasıl farklı algıladığını gösterecek çeşitliliği sunmasında. Örneğin az sayıda olsa da çocuk sahibi olmak isteyip olamayan kadınlar da belgeselde yer alıyor. İçlerinden fiziksel engeli nedeniyle anne olamayan bir kişi, doğanın kadınlara sunduğu bir mucizeden yararlanamadığını dile getirirken, hormonal sıkıntılar yüzünden çocuk doğuramayacağı kendisine açıklanan bir başka kişi büyük bir yükten kurtulmuşçasına hafiflediğini belirtiyor. Birkaç kez telaffuz edilen anne olmayınca yarım kalma, eksiklik hissi ise tek boyuta indirgenmiş ve öznelliği yok edilmiş kadın olma halinin, bilincimizde bir şema olarak sağlam yerler edindiğinin tezahürü adeta.
Annelikle ilgili egemen söylemi biraz incelediğimizde ağırlıklı olarak heteroseksüellik varsayımının hakim olduğunu görürüz. Anne rolünde bir kadın ve baba rolünde bir erkeğin değişmez, sarsılmaz ve birbirinden ayrılmaz yerleri heteroseksüel olmayan, kuir kadınları en baştan söylemin dışında bırakır, çocuksuz olmayı eşcinselliğin bir ön kabulü olarak benimser. Bu bağlamda belgesel lezbiyen kadınlara yer vererek, eşcinsel evliliğin yasal olduğu ülkelerde anne olmakla ilgili bir tablo çiziyor. Bu tabloda kendini görünür kılmak ve kabul görmek isteyen eşcinsel kadınların, anne olmayı tercih ettiği yolunda bir tartışma yer alıyor. Kendi yaşadığımız toplumsal yapı bu tezahürleri içermediği için düşünmesi yer yer zor olsa da, ebeveyn olmak, kutsal ve üretken (üreyen) aile kurgusundan bir pay almak olarak da okunabilir, yasal ve toplumsal engeller olmadığında herkesin anneliğin ve ailenin içini kendi arzusuyla biçimlendireceği şeklinde de. Yönetmenler, iki tip karton bebeği kağıttan elbiselerle giydirip ezbere söyledikleri karşıt sözcüklerle klişelerin sınırlılığı, kestikleri kıyafet kalıplarının tek biçimliliği karşısına kamerayı çevirdikleri kadınların türlü çeşit yaşantılarını koyuyorlar. Her kadının yaşadığı deneyim bizzat kendi bedeniyle, arzuladığı yaşamla ve hisleriyle kurduğu bağda kendi özgün yanını gösteriyor. Nicoletta ve Marilisa bunun farkında ve hiçbir şeyi tanımlamaya girişmiyor. Bu yüzden, sonunda kamerayı biri anne olmayı diğeri çocuksuz olmayı kendi özgür iradesiyle seçen iki kadının arasına yerleştiriyorlar, olması gerektiği yere.
Güzel bir yazı. Elinize sağlık. Belgeseli de bulup izlemeye çalışacağım.