Cinsiyetçi yazılara, patriarkal tavırlara karşı direnç göstermedikçe bu mekanizmaları beslediğimiz hepimizin malumu.
Her şey “edebiyatçı” olma isteğimle başladı. Edebiyatçı olma uğraşı veren çoğu insan gibi ben de kendimi çeşitli dergilere ürün gönderir, yayınevlerinin kapısını çalar, edebiyatçı “büyükleriyle” tanışıp onlardan “nasihatler” alır hâlde buldum. Bir şey oldum mu, olacak mıyım, bilmiyorum. Fakat daha yolun başında epey yoruldum, orası kesin.
Bir genç olarak yoruldum, bir edebiyatsever olarak yoruldum, bir araştırmacı olarak yoruldum. En önemlisi, bir kadın olarak yoruldum. Çünkü -beklentimin aksine- kaskatı, kapkaranlık ve ölesiye fallus merkezli bir dünyanın içine düşmüş bulundum. Evet, belki her yer böyleydi ama gördüm ki cinsiyetçi öznenin “enteli” en beteri…
Daha eşikten adımımı atar atmaz başladı şiddet. Tanıdığım ilk şairle… Edebiyatçıların fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddetine çokça maruz kalarak ve bunlara karşı kendimi korumayı öğrenerek, düşe kalka geldim bugüne… Bu süreçte türlü tuhaflıklarla karşılaştım, bu eril akıl karşısında şaştım kaldım. Çok meşhur bir yayınevinin editörlerinden biri, aynı zamanda çevirmen ve yazar bir erkek, bir tartışmamız esnasında cinsiyetsiz bir dille[i] eser verilemeyeceğini öne sürdü örneğin. Bulunduğumuz kitapçının feminist yazın bölümündeki kitapları göstererek cinsiyetçi olmayan bir dilin mümkün olduğunu anlatmaya çalıştım kendisine ama nafile… Cinsiyetsiz bir dil istemek faşizmmiş; dil, böyle böyle değer kaybediyormuş. Doğru tabii, benimki de iş işte… Çok okuyan, çok yazan, çok “aydın” kimseler edebiyatçılar. Bizden mi öğrenecekler feminizmi, cinsiyetçi olmayan dili, toplumsal cinsiyet eşitliğini?
Yine aynı süreçte, bir yandan da akademik bağlamda toplumsal cinsiyet eşitliğiyle ve feminist edebiyatla ilgileniyordum. Feminist kuramlarda kayboldukça, edebiyat cemiyetinin (“cemiyet” diyorum çünkü kendi kapalı dünyalarının içinde, büyük bir körlükle, burnundan kıl aldırmadan yaşayıp giden insanlardan oluşuyor burası) karanlığı daha da boğucu hâle geldi. Feminist bir dostumun ifade ettiği gibi, “Feminizm, eril unsurları hayatımdan çıkara çıkara yaşadığım dünyayı küçülttü; ama bir yandan da hayâl edebileceğimin de ötesinde yepyeni dünyalar ve alanlar açtı bana.”
Bana da aynen böyle oldu. Okudukça, öğrendikçe ve bir feminist aktivist olarak yaşamaya devam ettikçe cinsiyetçi pratiklere ve faillerine kendimi kapattım. Cinsiyetçi insanların yazılarını okumayı, filmlerini izlemeyi, sergilerine gitmeyi bıraktım. Cinsiyetçi pratiklerinden haberdar olduğum bir kişinin iyi bir sanatçı olduğunu onaylamaktan kaçınamadığım yerlerde, muhakkak o kişinin cinsiyetçiliğinin altını çizdim. İyi edebiyat, iyi resim, iyi film bulunur elbet, diye düşündüm, bunlardan düzinelerce var. İyi sanat için cinsiyetçi sanatçıların eserlerine muhtaç değiliz. Bir başka dostumun dediği gibi, “İyi bir sanatçıdan önce, iyi bir insan lazım bana.”
İyi insanlar lazımdı bana da. Ancak edebiyat cemiyetinde böylelerini bulmak çok zordu. Cemiyetimiz erkeklerin hüküm sürdüğü, geylerin “erkek” olarak algılanmak suretiyle hükmeden eril gruba dâhil olabildiği, kadınların ve geri kalan LGBTİ+ bireylerin ise bulabildikleri çatlaklardan içeri sızmaya çalıştıkları, kapalı kutu bir cemiyet…
Ülkenin önde gelen edebiyat dergilerinin editörleri erkek, yayın kurulları erkek ağırlıklı. Ana akım ve/veya kurumsal yayınevlerinin karar mekanizmalarını abiler, beyler, paşalar tutuyor ellerinde. Haktan, adaletten, eşitlikten söz eden muhalif duruşlu ve/veya butik yayınevlerinin de çoğunda tepede erkekler var. Şanlarına yaraşır şekilde hakkaniyetli, adaletli, eşitlikçi olmak için gençlere de fırsat vermeye çalışıyor bunlar; yaş hiyerarşisinin karşısında duruyor. Çok güzel… Peki, bu yayınevlerinin “yetiştirmek” üzere çalıştırdığı gençler kim, kimler dolduruyor bu “gençlik kontenjanlarını”? Erkekler… Hangi muhalif yayınevinde natrans heteroseksüel genç erkeklerin egemen olmadığını görmek mümkün? Ustalar erkek, anladık da, çırak da mı olamıyoruz? Yok, olamıyormuşuz.
Biz bir şeyler “olamamaya” devam ederken cemiyetimizde neler oluyor, bir bakalım.
İlk şiirlerimin yayımlandığı, derin gönül bağı kurduğum, oldukça önemli bir edebiyat dergisinde bir şekilde cinsiyetçi bir yazı çıkıyor. İçinde çok değerli akademisyenlerin de olduğu bazı feministlerden bu yazıya tepki geliyor. Derginin editörü ise sorulan haklı sorulara cevap vermek yerine; bu feministlerin “sadece politik doğruculuk” yaptıklarını, dergiye saldırarak dikkat çekme ve ünlenme gayesi içinde olduklarını söylüyor. Kadınlara iki kez düşünmelerini salık veriyor. Bütün bunlar kamusal alanda ve oldukça nezaketsiz bir üslupla gerçekleşiyor. Hepimizin aşina olduğu büyüklenmeci, üstten, eril üslup…
Önce şunu netleştirelim: Söz konusu dergiyi düzenli olarak takip ederim. Derginin, genel çizgide cinsiyetçi olmamak için gayret gösteren, toplumsal cinsiyet meselesini dert edinmeye çalışan, görece eşitlikçi bir dergi olduğu kanaatindeyim. Ana akım edebiyat dergilerinin genel duruşu düşünüldüğünde, söz konusu derginin toplumsal cinsiyet meselesini ele alış biçimi bakımından yeri ayrı. Bununla birlikte, derginin bu ayki sayısında “Me Too (Ben De)” hareketini itibarsızlaştıran bir başlıkla, cinsiyetçi söylemleri yeniden üreten ve editörün “absürt” olarak nitelendirdiği bir yazı çıktı mı? Çıktı.
Olabilir, hatadır, eleştirilir, düzeltilir, bir daha da yapılmaz. Genel beklenti de olası ilerleyiş de budur. Fakat böyle olmadı. Derginin editörü yazıya ve başlığına dönük eleştirileri küçümseyerek, eleştiride bulunanlara saldırgan bir üslupla yanıt verdi. Bu olay özelinde; cinsiyetçi bir yazı, cinsiyetçi pratiklerle desteklenmiş oldu.
Şimdi burada değinilmesi gereken birkaç nokta var:
Birincisi yazının kendisi. Yazının alt başlığı tacizci bir yazarı ifşa edeceğini bildiriyor. Fakat yazı tacize ya da ifşaya dair herhangi bir şey aktarmadan ilerliyor. Yazının içeriği ile başlık arasındaki uyumsuzluk, yazıya daha çok dikkat çekmek -yahut amiyane tabirle yazının reklamını yapmak- için “Ben De” hareketinin kullanılmış olduğuna dair bir kanı oluşturuyor. Politik olma iddiasıyla yazılmış bir yazıda böylesine politik bir meselenin (iyi niyetle bakarsak) düşüncesizce yıpratılması ister istemez tepki uyandırıyor.
İkinci önemli husussa, editörün bu yazıya gelen tepkilere verdiği yanıt. Editör, başlıkla yazının ilişkisini açıklamak ya da yapılan hatadan ötürü özür dilemek yerine, tepki gösteren kadınların beğeni toplayamadıklarını gördükçe kendilerini “retweet” ettiklerini ve ünlenmeye çalıştıklarını söylüyor. Derginin, yayımladığı eserlerle, toplumsal cinsiyet konusunda her zaman gerekli hassasiyetleri gözetmiş bir dergi olduğunu ifade ederek, geçmiş icraatları bugün yapılan hatanın üstünü örtmek için kaynak gösteriyor. Neticede özür dilemek yerine, yazıyı eleştiren kadınlara saldırmayı tercih ediyor. Bu eleştirilerin yegâne amacının dergiyi linç etmek olduğunu iddia ediyor. Bu esnada yazarın tek bir kelime dahi etmediğini de belirteyim.
Gelelim benim için en can alıcı olan kısma: Bütün bunlar oldu; hem de herkese açık bir alanda, herkesin görebileceği şekilde… Fakat kendisine kadın mücadelesini ve toplumsal cinsiyet eşitliğini dert edinmiş edebiyatçılarımızın neredeyse hiçbirinden konuya dair herhangi bir ses çıkmadı. Mevzuyu görmemiş olanlar olabilir, ancak görmeyenler kadar görmezden gelenler de olduğunu düşünüyorum. Olan biteni görür görmez önce politik duruşuna güvendiğim birkaç edebiyatçıyla, ardından da derginin editörüyle görüştüm. Bu görüşmelerden, üzülerek öğrendiğim; birçok kişinin olaydan haberdar olduğu ama sessiz kalmayı tercih ettiği oldu.
Benim bu olayda, bundan öncekilerde de olduğu gibi, “abilerimizden” bir beklentim olmadı, ne yalan söyleyeyim… Abiler, fiziksel şiddet uyguladığı bilinen kimseleri cemiyetimizin en prestijli koltuklarına oturtabiliyorlar, tecavüzcü şairlere ödüller verebiliyorlar, içki masalarında “stajyer abiler” yetiştirebiliyorlar. Abilerin sadece edebi üretimlerinde değil sosyal medyada yazdıklarında da cinsiyetçi dillerinden de tutumlarından da taviz vermedikleri ortada… Bu yüzden tepkiyi, bu abiciliğin dışında duran bütün edebiyatçılardan ve edebiyatseverlerden bekledim. Beklediğimle de kaldım.
Cinsiyetçi yazılara, patriarkal tavırlara karşı direnç göstermedikçe bu mekanizmaları beslediğimiz hepimizin malumu. O zaman soruyorum: Sevgili “feminist” edebiyatçılar, toplumsal cinsiyet eşitliğini savunan insanlar, yoldaşlarım, dostlarım, arkadaşlarım, tanışlarım… Neden sessiz kaldık? Susma kültürünün egemen ideolojiyi beslediğini bile bile neden sustuk, susuyoruz?
Özellikle edebiyatçı kimliğiyle kendini ispatlamış ve belli yerlere gelmiş kişilerin, en başta kadınların; söz konusu olaya kamusal alanda, ufacık da olsa, tepki göstermeleriyle değiştirebilecekleri çok şey varken susmalarına akıl sır erdiremiyorum.
Türkiye’nin her yerinde ve her sektörde olduğu gibi, edebiyat dünyasında da sayısız cinsiyetçi olay yaşandı. Dayakları, tacizleri, tecavüzleri duyduk. Uzaktaydık, orada yoktuk, elimizden bir şey gelmiyordu. Peki, tam da şu an, yakındayken, buradayken ve elimizden bir şey gelebilecekken neden susuyoruz? Engelleyebileceğimiz bir cinsiyetçi pratiği neden engellemiyoruz?
Cinsiyetçiliği gerçekleştiren kişi arkadaşımız olunca eylem daha mı az cinsiyetçi oluyor? Yahut sektör içinde ilişkileri kuvvetli olan, tanınan birine tepki gösterirsek “edebiyat otoritelerinin” bizi dışlayacağından mı çekiniyoruz? Kaybedecek neyimiz var? Neyimizi kaybetmek, özsaygımızı kaybetmekten önemli? Linç kültürü kötü, tamam da, ya susma kültürü?
Biz sustukça “abiler” işgallerini sürdürüyor. Abi çeteleri yeni delikanlılar yetiştiriyor. Kadıngeçirmez içki masalarında başlıyor hastalık. Editör odalarında yayılıyor. Kadınlar masalarda da odalarda da dergilerde de misafir… İdare ediliyor, hoş görülüyoruz ve muhakkak belli bir mesafede tutuluyoruz. Onlarca edebiyatçı kadını taciz etmiş genç bir erkek –abileri sağ olsun– önemli mecralarda yer bulabiliyor şiirlerine. Cinsiyetçi şiddetiyle meşhur bir başkası kitap çıkarıyor, çıkan kitaba methiyeler düzüyor abiler. Kadın düşmanlığı ayyuka çıkmış adamlar ödül üstüne ödül alıyorlar. Abiler onaylıyor, abiciler çoğalıyor. Onlarla birlikte misojini de, transfobi de, her türlü cinsiyetçi şiddet ve nefret de…
Susma kültürü devam ettikçe cemiyetimiz, Abi Dili ve Edebiyatı merkezi olmaktan öteye geçemeyecek gibi duruyor.
Her şey “edebiyatçı” olma isteğimle başladı. Edebiyatçı olma uğraşı veren çoğu insan gibi ben de kendimi çeşitli dergilere ürün gönderir, yayınevlerinin kapısını çalar, edebiyatçı “büyükleriyle” tanışıp onlardan “nasihatler” alır hâlde buldum. Bir şey oldum mu, olacak mıyım, bilmiyorum. Fakat daha yolun başında susma kültürüne karşı çıkıyorum, orası kesin.
[i] “Cinsiyetsiz dil” kavramını; herhangi bir cinsiyeti üstün ve belirleyici kabul etmeyen, cinsiyetçi ifadelerden arındırılmış dil anlamında (İngilizcedeki “gender-neutral language” ifadesini karşılayacak şekilde) kullanıyorum.