Kadınların duygularını gizlemeleri, olabildiğince utangaç olmaları, edepli (!) ve itaatkâr olmaları telkin ve teşvik edilmiştir. Bu anlayış hâkim olunca da kadınların şiir yazmaları; özlemek, sevmek, beklemek gibi insani duyguları yansıtmaları erkek şairler tarafından açıkça tahkir edilmiştir ya da onlara yakıştırılamamıştır.
Çok eski ve yerleşik bir ataerki yalanı: “Kadın şair olmaz, kadına şiir yazılır.” Hepimizin az çok aşina olduğu bu yalanın diğerlerinden ayrılan bir yanı var: Bir iltifat olarak sunulması. Burada aşıklık ve maşukluk kavramları üzerinden bir rol ataması mevcut. Aşıklığın erkeğe, maşukluğun kadına yakıştırılması durumu ve üstelik bundan kadınların memnuniyetinin beklenmesi. Kadını her konuda edilgen kılan anlayış burada da hâkim.
Divan şiiri geleneğinde, Tanzimat dönemine kadarki süreç düşünülürse, şiir yazmaya teşebbüs eden kadınların sayısı malum sebeplerden dolayı az olmakla birlikte bu kadınların da birçok sorunla mücadele etmek zorunda kaldıklarını biliyoruz. Kaynağını ataerkinin teşkil ettiği onlarca sebep var. Yukarıda bahsettiğim rol atamasının yanında o dönem şiir okunan şuh meclislerde kadın şairlerin isimlerinin anılmasının bile hoş görülmemesi* hâlihazırdaki kadın şairleri ya hiç evlenmemeye ya da evlendikten sonra kocaları izin (!) vermediği için şiirden vazgeçmeye mecbur bıraktı. Baskılar bununla sınırlı değildi elbette, tezkirelerde kadın şairlerin poetikaları yerine cinsiyetleri ön plana çıkarılarak alaycı bir şekilde çok kısa bahsedilmesi gerçeği de var. Bu baskılar kim bilir şiire istidadı olan kaç kadını buna daha hiç yeltenmeden vazgeçirmiştir. Bütün bunlar kadınların tarih boyunca kabiliyetleri ölçüsünde hayata katılmak istediklerinde kendilerine atanan roller yüzünden ödemek zorunda kaldığı bedellerden bazıları sadece.
Halk şiirinde ve aşıklık geleneğinde de kadınların olmaması benzer sebeplere dayanır. Kadınların erkek aşıklar gibi köy köy gezip kahvelerde aşıklık yapamamaları, saz çalıp türkü söyleyememeleri gibi. Ayrıca bugünün dünyasında bile kadınların duygusal ilişkilerde ilk adımı atmasının tartışma konusu olduğu göz önünde bulundurulursa duygularını ifade etmelerinin “ayıp ya da hafiflik” gibi algılanması ve aşkta bir özneden çok hâlâ nesne olarak konumlandırılmaları, edilgenliğin makbul kadınlık sayılması gibi sebepler sıralanabilir. Geleneksel şiirde, gerek Divan gerekse Halk edebiyatında kadına sevilmek yakıştırılmış. O, sevip de talep eden, sevdiğine şiirler yazan değil, nazlanan, aşığına acılar çektiren ve kendisinden talepte bulunulan olarak tasvir edilmiştir. Kadınların duygularını gizlemeleri, olabildiğince utangaç olmaları, edepli (!) ve itaatkâr olmaları telkin ve teşvik edilmiştir. Bu anlayış hâkim olunca da kadınların şiir yazmaları; özlemek, sevmek, beklemek gibi insani duyguları yansıtmaları erkek şairler tarafından açıkça tahkir edilmiştir ya da onlara yakıştırılamamıştır.
En çok bilinen örneklerden Mihri Hatun ve Necati Bey.
Divan şiirinde beğenilen bir şiire aynı vezin ve kafiyede, açıkça o şiiri anımsatacak şekilde şiir yazmaya “nazire” denir. Bu aslında şiirine nazire yazılan şaire bir teveccühtür. Mihri Hatun, şiirlerini beğendiği Necati Bey’in bir şiirine nazire yazınca şu cevabı alır:**
“Ey benim şi’rime nazire diyen
Çıkma rah-ı edepten eyle hazer
Deme kim işte vezn ü kafiyede
Şi’rim oldu Necatiye denk
Bir midir filhakika ayb ü hüner”
(Ey benim şiirime nazire yazan: Edep yolundan ayrılma, şiirim vezin ve kafiyede Necati’ye ulaştı deme, ikisi de üç harfle yazılır ama ayıp ve hüner bir değildir.)***
Erkek şairlerin kadın şairlerle aralarına koydukları mesafe, kendi şiirlerine bir teveccühte bulunulduğunda bile örnekteki gibi olmuştur. Kendilerini konumlandırdıkları yer “hüner, yüksek sanat” karşı tarafın girişimi ise sadece bir “ayıp, bayağı ve değersiz bir söz”. Bunca engel, dayatma ve zorbalığa karşı hâlâ “Neden kadın şairler az, neden kadınlardan büyük sanatçılar çıkmamış (!)” nev’inden tuhaf sorular sorulabilmektedir. Esasen şunu sormak daha yerinde olur: Bunca zorbalığa ve eril tahakküme rağmen az da olsa kadın şairler nasıl var olabilmişlerdir?
Kadınların, şiirin salt nesnesi olabileceği düşüncesi ilkel olduğu kadar zaten artık pek muteber de değil. Özellikle 1980 sonrası kadın şairlerin artması, Türkiye’de kadın hareketinin yükselişiyle doğru orantılıdır. Yüzyıllardır erkek egemen bir alanda varlık göstermeye başlamanın başka zorlukları da var elbette. Hâlihazırdaki üslubu taklit etmek yerine kadın dünyasına özgü bir dil ve edebiyat oluşturmanın gerekliliği ya da bu dilin imkânları feminist eleştiri kuramının ele aldığı meseleler arasında. Bilhassa şiirde bu üslup meselesinin diğer türlere göre daha zor olduğu söylenebilir. Çünkü şiir dilinde “yeni bir söylem” yeni bir anlayış ve akım anlamına gelebilir.
Modern Türkçe şiirde “kadın duyarlılığı ve yeni bir söylem”i gür bir sesle işleyen şairlerin başında şüphesiz Gülten Akın gelir. Akın, şiir yazmaya Hukuk fakültesini bitirdiği 50’li yıllarda başlamış, şiirlerinde kendi yaşamlarının dâhi kıyısındaki kadınların kısık seslerini, çekimser, tutuk ve ürkek konuşmalarını duyurmayı görev bilmiştir. Akın, üslubunu hem II. Yeni’nin imge imkânlarından faydalanarak hem de folklorün etkisiyle destan ve halk şiiri geleneğinden faydalanarak kurmuştur. Her iki tarafın da aşırılıklarından kaçınmıştır. Şiirlerinde aniden susan “kadın özne”, anlamın, “ince şeylerin” okur tarafından tamamlanmasını ister gibidir. Çünkü, muhatap zaten şiirin öznesinin sustuğu yerden sonrasını çok iyi biliyordur.
Turgut Uyar, Korkulu Ustalık’ta: “Şiirde biçimden söz ederken mükemmel, kusursuz, geleneksel bir yapıyı değil, bir duyguyu, bir duyarlığı eksiksiz, kusursuz, başarılı iletmeyi düşünmeliyiz” der. Bu açıdan bakıldığında, hayatları boyunca sesleri ve sözleri kesilen, edilgen ve itaatkâr olmanın kendilerine telkin edildiği kadınların özne olduğu Akın şiirlerinde, şiirin neden olmadık yerlerde bittiğini, o yarım kalmışlık hissinin neden oluştuğunu anlarız.
Hülasa, bugün gelinen noktada, edebiyat hayatın diğer tüm alanları gibi yüzyıllardır mahrum olduğu kadın sesine ve dokunuşuna tüm ataerkil tahakküme ve zorbalığa rağmen yazmaktan vazgeçmeyen kadınlar sayesinde kavuştu. Üstelik bu dokunuş her geçen gün derinleşip çok katmanlı ve güzel bir hâle geliyor. Şüphesiz bunu, bu yolu ve imkânları kadınlara açan feminist harekete borçluyuz. Bir kez daha şükranla…
* İskender Pala, Aşina Güzeller
** Yasemin Ertek Morkoç, 2011:231
*** Ayıp ve hüner kelimeleri Arap harfleriyle kök olarak yazıldığında üç harflidir.