Türk modernleşmesi bu açıdan oldukça muhafazakar bir modernleşme. Nesiller boyu kadınlara önce nasıl anne ve saygıdeğer bir kadın olunacağı işaret edilmiş, kendilerine tanınan medeni hakları ancak bu şekilde ideal kadın olduktan sonra sahiplenebilecekleri öğretilmiştir.
Cem Yılmaz tek kişilik gösterilerinden birinde babasından bahsederken şovlarda en önde oturup her kahkahada seyirciye dönerek “benim eserim, ben yaptım,” dercesine bakışlar attığını söylemiş ve bu durumdan da yeni bir gülme malzemesi çıkarmıştı. Daha az güldürücü olan Damdaki Kemancı müzikalinde de kızları gelenek dışı evlilikler yapan Anatevkalı Yahudi cemaatinden Sütçü Tevye, gelenek karşıtı her evliliği kabullenmesine rağmen kızı Chava’nın Fyedka ile bir Ortodoks kilisesinde evlenmesini kabullenemez. Bunun kendi cemaatine ve kimliğine sırt dönmek olduğunu söyler. Kızını reddeder.
Bu ikisinin ortak noktası babalığa ilişkin bir şeyler söylemiş olmaları. Carol Delaney, babalığı fiziksel bir gerçeklikten ziyade kavramsal bir ilişki olarak anlamalıyız der. Biyoloji alanında döllenmenin nasıl “kurgulandığını” araştıran Emily Martin, dünyanın en prestijli biyoloji kitaplarını tarayarak gündelik yaşamda kadın ve erkeğe yakıştırılan rollerin sperm ve yumurtaya atfedildiğini tespit etmiş. Bu araştırmanın ilgi çekici noktalarından biri, erkeğin her gün milyonlarca sperm “üretiyor” olmasına rağmen kadının yumurtalarıyla birlikte dünyaya gelip onları gün geçtikçe “ziyan ettiği” vurgusuyla sperm ve yumurtaya olumlu ve olumsuz çağrışımlar yüklendiğini örneklemesi. Yani bir erkek bedeni her gün milyonlarca sperm “ziyan” etmiyor, “üretiyor.” Benzer çağrışımlarla döllenme de adeta bilimsel bir peri masalına dönüştürülüyor. Yumurta olduğu yerde beklerken sperm türlü zorluklardan geçip geliyor ve onu “döllüyor.” Oysa yapılan üç farklı araştırma yumurtanın döllenmeye aktif katılımından bahsediyor. Fakat enteresan olan şey bu üç yorumun da yumurtayı etrafındaki erkekleri kendine çeken bir “femme fatale” gibi tasvir etmesi. Martin’in araştırması Delaney’in babalıkla ilgili söylediğiyle örtüşüyor. Fizyolojik bir gerçekliği bile bir perspektifin içinden dinliyoruz.
1912 yılında gerçekleşen bir yasa değişikliğine kadar Fransa’da bir erkeğin bir kadınla ilişki yaşamış olması ya da o kadının eşi olması bir çocuğun babası olduğu anlamına geliyordu. Erkeğin empotans (iktidarsızlık) problemi olduğunu ispat etmesi bile bunu değiştiremiyordu. Bu bize neyi gösterir? Babalığın tıpkı annelik gibi hem fiziki bir gerçeklik hem de bir toplum kurgusu olduğunu.
Carol Delaney yakın zamanlı çalışmalarında yaygın olan babalık kurgusunda kadın bedeninin bir tarla, spermin de tohum olarak konumladığını gösteriyor. Buna göre kadın, erkek tarafından “döllenir”; doğan bebek aslen erkeğin eseridir, onun “dölüdür.” Bu durum Carole Pateman’ın da dile getirdiği gibi taşıyıcı annelik davalarında kristalize olur. Taşıyıcı anne, bebeği teslim etmek istemediğinde mahkeme bebeği “biyolojik ve genetik olarak babaya ait” olduğu gerekçesiyle taşıyıcı anneden alır ve sperm sağlayıcıya teslim eder. Sperm bir aidiyet taşıyıcısıdır. Babanın tüm aidiyetlerini alır ve doğacak olana aktarır.
Annelik babalığa nazaran daha fazla vücutla ilgili bir ebeveynlik türüdür. Fakat tohumu büyüten tarla gibi pasif olduğu düşünülür. Bebekle “doğal” ya da “bedensel” bir bağı vardır ve kadın anneliği reddetmediği sürece ebeveynliğin politik bir karar olabileceğini düşündürmez.
1995 yılından beri cumartesi günleri kaybedilen evlatlarının hesabını soran annelere terör örgütü sözcülüğü yaptıkları gerekçesiyle 700. toplanmalarında saldırıldı. İçişleri Bakanı yaptığı açıklamada “Ne yapsaydık yani, anneliğin, terör örgütü tarafından istismar edilmesine, anneliğin teröre kılıf yapılmasına göz mü yumsaydık? Çocuklarımızı terör örgütü üyeliğine özendirip, ‘İstanbul’un göbeğinde anılacaksınız’ diye teşvik etmelerine, anneleri gözü yaşlı bir şekilde evlat yolu gözler halde bırakmalarına göz mü yumsaydık?” sözlerini kullanmıştı. Bu cümlelerin 1995 yılında değil de 2018 yılında kurulmasının sebebi iktidar anlayışındaki bir değişiklik değildir diye düşünüyorum.
Ulus-devlet, biyolojik döllenmenin ulusal düzeye yükseltilmiş politik bir yorumudur. Anavatan, yabancının tecavüzüne karşı savunulur ve bu savaştan galip çıkanlar vatan kardeşine yani vatandaşlara dönüştürülür. Fakat vatandaşlar arasındaki eşitlik, Nükhet Sirman’ın da defalarca dile getirdiği gibi devlet tarafından aile reisi olarak kurulan “erkekler arasındadır.” Savaşmak, savaş sonrası hukuki düzeni ve devlet kurumlarını inşa etmek erkeklerin erişim alanındayken kadınlara ulus-devletin inşasına Nira Yuval-Davis ve Floya Anthias’ın da belirttiği gibi ancak beş şekilde katılma izni verilir. Doğurganlıklarıyla nüfusun artışına katkı sağlayabilirler; fakat bu üreyip çoğalma işini ancak devletin bağrına bastığı erkek kimliklerle birlikte yapmak durumundadırlar. Türkiye özelinde bu kimlikler Sünni-Müslüman Türk erkekleridir. Sünni aileye doğan bir kadının Alevi aileye doğmuş bir erkekle olan birlikteliği ulusun inşasına bozuk bir element dahil etmekten başka işe yaramaz. Ya da örneğin, İsrail’de bir çocuğun Yahudi olup olmadığına annenin kimliği karar verir. Ancak eğer anne başka bir erkekle evliyse veya resmi olarak boşanmışsa çocuk ileride asla bir Yahudi ile evlenemez. Bu durumda kadınların ulus-devlet inşasındaki ikinci görevi etnik sınırları yeniden üretmektir. Üçüncü olarak, kadınlardan beklenen hakim etnik ve kültür değerlerini genç nesillere aktarmalarıdır. Kadınların bu kültürel aktarımı yapmaları yeterli değildir. Bu kültürün bizzat sembolleri de olmak zorundadırlar. Milletler kendi aralarındaki farkı “kadınlarının” cinsel davranışlarıyla imlerler. Eylem Ümit Atılgan’ın sadece katil erkeklere uygulanan haksız tahrik indirimiyle ilgili yürüttüğü araştırmada da gösterdiği gibi Türkiye’de kadın cinayetlerini içeren hukuki kararlar, var olduğuna inanılan ya da var olması istenen davranış kalıplarını göz önünde bulundurarak alınıyor. Hukukçuların zihninde “Türk kadınının namus anlayışı”nı temsil eden bir kalıp mevcut. İşte o kalıptan çıkmayarak Türk’ün diğer milletlerle arasındaki farkın altını çizmek kadınların ulus-devlet inşasına katılımının dördüncü yoludur. Son olarak da ulusal ayaklanmalara ve savunmalara sınırlı biçimlerde katılmaları beklenir.
Cynthia Enloe, milliyetçilik fikrinin erkekleşmiş bir hafızadan, erkekçe korkulardan ve umutlardan kaynaklandığını söylerken Batılı kolonyal erkeklerin sömürgecilik faaliyetlerini sömürge ülkelerinde yaşayan erkeklerin kadınlara karşı olan davranışlarına bakarak meşrulaştırma yoluna gittiklerinden bahseder. Batılı kolonyal erkekler, kadınlara, özellikle de saygınlığı olan kadınlara nasıl davranılması gerektiğini bilmeyen erkeklerin kendi toplumlarını yönetmekten aciz varlıklar olduklarını defalarca vurgulamış ve bu yolla kendi faaliyetlerine kendilerince haklılık payı çıkarmışlardır.
Serpil Sancar’ın da ifade ettiği gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin inşa sürecinde kadınlar özgürleştirilirken onları kısıtlamak için de aynı oranda emek harcandı. Türk modernleşmesi bu açıdan oldukça muhafazakar bir modernleşme. Nesiller boyu kadınlara önce nasıl anne ve saygıdeğer bir kadın olunacağı işaret edilmiş, kendilerine tanınan medeni hakları ancak bu şekilde ideal kadın olduktan sonra sahiplenebilecekleri öğretilmiştir.
İçişleri Bakanı’nın yukarıda paylaştığım açıklamasından görüleceği gibi annelik, politik bir karardan ziyade çocukla kurulan “doğal” ve sonuç olarak “masum” bir bağ olarak kurgulanıyor. Kürtaj yaptıran veya istemediği bebeği dünyaya getirdikten sonra terk eden veya öldüren kadınları etiketlerken bile onların hâlâ birer anne—cani anne—olarak düşünülmesinin sebebi bu. Kadının anne olmak için karar verme hakkının olmayışı…
Arjantinli yönetmen Luis Puenzo’nun 1985 tarihli ve Oscar ödüllü La Historia Official (Resmi Tarih) isimli filmi, gözaltında doğum yapan kadınların bebeklerini zorla alıp seçili ailelere evlatlık veren dikta rejimiyle kendi kişisel tarihi üzerinden yüzleşen bir tarih öğretmeni kadının hikayesini anlatır. Alicia, gerçek doğum gününü bilmedikleri kızları için kendi belirledikleri bir tarihi kutlarken tarih yazanların eli kanlı katiller olduğunu söylemekten de geri durmaz. Fakat kendi eylemiyle tarih yazıcılığı arasında bağ da kuramaz. Ta ki politik bir eski arkadaşla tekrar bir araya gelene dek. O buluşmanın ardından Plaza De Mayo büyükanneleri sokaklarda torunları için protestolar yaparken evlatlık olan kızına annelik yapmaya devam etmesinin politik bir yanı olduğunun ayırdına varır. O bu yolda kafa yordukça hukukçu olan eşi Roberto da ona engel olmaya çalışır…
Ulus-devlet bağlamında bir çocuğun ebeveyni olmak yani “bu çocuk benim çocuğum” demek her zaman “politik” bir karardır. Fakat bu karar alma hakkı kadınla belirginleşen bir hak değildir. Fatmagül Berktay kadının üreme sisteminin erkeğin dölleme sürecindeki işlevine göre—döl yolu, döl yatağı, dölüt—isimlendirilmesinin altını çizerken oldukça isabetli bir iş yapar. Kadından anneliğin pasif alıcısı olması beklenir. Gebelikten itibaren “anne” ve doğumdan sonra bebeğin bakımından sorumlu yegane kişi kabul edilir. Bunu reddetmesi toplumun gözünde kadınlığını ve hatta insanlığını reddetmesiyle eşdeğerdir, çünkü kadına kadınlığının dışında insani bir değerin taşıyıcısı olma izni verilmemiştir. Bu nedenle toplum karısını aldatan bir adamı yalnızca “iyi bir koca değil ama iyi bir insan” diye etiketleyebilirken kocasını aldatan bir kadını “apaçık namussuz ve güvenilmez bir insan” olarak etiketler.
Ulus-devletin kadınları o ulusun çocuklarını o ulusun yücelttiği erkeklerle birlikte olarak dünyaya getirir. Dünyaya gelen o çocuklara o ulusun yücelttiği erkeklerin ahlaki değerlerini öğretir ve kendisi de ölene değin o erkeklerin ahlaki değerleriyle yaşar. Her şey olağan akışındaymış gibi görünür. Bu olağan akışı bozmak için yapılması gereken şeylerden biri o ulusun yazılı ve sözlü kanunlarını belirleyen erkeklere yaklaşmaktır. Nitekim neyin olağan neyin politik kurgu olduğu karar alma yetkisi bulunan kişilerle daha da belirginleşecektir. Örneğin, bir çocuğu sahiplenmenin “politik bir karar” olduğu, karar alma yetkisi bulunan babalarla daha net görülebilir. Babalar veya aile reisleri devletin muhatap aldığı ve aralarında eşitlik kurduğu bireylerdir. Bu erkek bireylerden beklenen şey devletin kamusal alandaki gücünü özel alanda temsil etmek ve kadınlarla çocukları yönetmektir.
O nedenle, 1995 yılında Galatasaray Lisesi önünde toplananlar devletin kendilerine kendisini özel alanda temsil yetkisi vermiş olduğu babalar yani aile reisleri olsaydı muhtemelen hemen saldırıya uğrayacak ve hiçbir zaman “terör örgütü tarafından istismar edilen” masum ebeveynler olmayacaklardı. Karar alma yetkisi ve hakkı bulunan ebeveynlerin bu eylemi çocuklarıyla kurdukları “doğal” ve “masum” bir bağın olağan sonucu olmaktan ziyade, devletin bizzat muhatap alıp onlara bahşettiği eşitlik hakkına nankörlük etmelerinden başka bir anlam taşımayacaktı. Baba veya aile reisi, çocuğa neye ait olduğunu söyleme yetkisi olan ve çocuğu disiplinle o aidiyet sınırları içinde tutmakla görevlendirilen kişidir. Bu koşullar altında çocuğu ulus-devletin yüce değerlerine karşı çıkarak “terörist” olan baba, çocuğunu reddetmek yerine sahiplenirse o kimliği de sahiplenmiş demektir. Oğlu LGBT birey olan bir baba bununla barışık bir turum sergilemekte zorluk çekerken oğlu şehit olan babanın övünç duyması işte tam da bu yüzden. Görevini yerine getirmemenin mahcubiyeti veya haklı gururu…
Sonuç olarak, Cumartesi Anneleri’ne yıllardır koruyucu kalkan olan şeylerden birinin burada bahsedilen annelik kurgusu olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu bağlamda erkeklerin Cumartesi Babaları olarak toplanması pek mümkün olamaz(dı) çünkü ulus-devlet içerisinde bir erkeğin insanlığı en çok onu bizzat muhatap alan devlete karşı yükümlülüklerini yerine getirmediğinde karalanır.