İkinci Cinsiyet’in üzerimdeki etkisini düşündüğümde, Havva’nın yediği bilgi ağacının meyvesinin mitik imgesini görüyorum: dünyanın büyüsünden kurtulmanın kör edici parlaklığı

Leonora Carrington

Annie Ernaux

1990’ın başlarında, Simone de Beauvoir’ın Savaş Güncesi ile Sartre’a yazdığı Mektuplar (1930-1963), evlatlık kızı Sylvie Le Bon’un teşvikiyle Gallimard Yayınevi tarafından yayınlandı. Basının büyük bir bölümü bunu şiddetli bir alaycılıkla karşıladı. Libération, “Castor[1] Ana’nın Albümü” başlığıyla “entrikalar ve küçük planlardan oluşan maço ve önemsiz bir kadının hayatı”nın resmini çizdi. Nouvel Observateur, makale boyunca küçümseyici bir şefkat tonuyla Simone de Beauvoir’dan “Simone teyze” diye söz ederek “teyzemin kalemi” klişesine başvurdu. Neredeyse bir tek Le Monde, Josyane Savigneau ile birlikte Günce ve Mektuplar’ın önemini, serbest üslubunu selamladı. Ben de bu alaycı ve aşağılayıcı tepkiler tufanını hayretle izledim. Ama aynı zamanda bu hayrette biraz da memnuniyet vardı: Demek Beauvoir hâlâ rahatsız ediciydi. Günce ve Mektuplar‘ı—türün özelliği gereği—kendini ve o anı anlatan, başka bir gerçeği ifade eden metinler olarak değerlendirmek yerine yalan bir hayatın ve felsefenin delili olarak gördüler. Benim için Simone de Beauvoir—kendisi istese de istemese de—gizemi çözme amacına sadık kaldı ve ölümün ötesinden, özgürlüğüne yeni bir kanıt oluşturdu. İşte bu bağlamda Gallimard Yayınları bana Bernard Pivot’un 23 Mart’taki Apostrophes programında Günce ve Mektuplar hakkında konuşma teklifini kabul edip etmediğimi sordu. Televizyona çıkmak benim için mümkün olduğunca az kabul ettiğim bir çiledir. Aynı zamanda, herhangi bir konuyu derinlemesine incelemek veya geliştirmek için yeterli zamanı vermediği için entelektüel bir hayal kırıklığıdır. Ancak o gün tereddüt etmeden kabul ettim. 24 Şubat 1990 tarihli günlüğümde şunu not etmişim:

“Kitabım için oluşacak zaman kaybına ve bunun bana yükleyeceği ek süreye rağmen hemen kabul ettim. Bu benim için bir görev, bir tür saygı, daha doğrusu bir borç. O olmasaydı, gençliğim ve gelişme yıllarım boyunca onun imgesi olmasaydı, şüphesiz tam olarak şu an olduğum kişi olamazdım (ve 86’da, annemden 8 gün sonra ölmüş olması da bir başka işaret).

Ayrıca bu programda edebiyatın eylemi hakkında belirli bir fikir de vermek istiyorum.”

Bu cümleleri burada alıntılamamın nedeni, bana Simone de Beauvoir’ın hayatımda sahip olduğu rol ve yazma eylemine verdiğim anlamı kendiliğinden ve inanıyorum ki samimiyetle özetlediği içindir. Simone de Beauvoir ile hiç tanışmadığımı ve bunu asla denemediğimi söylemeliyim: çekingenlikten, mesafe nedeniyle—ben hep taşrada yaşadım—ama esas olarak her zaman bir yazar ya da sanatçıyı şahsen görmenin bana çok şey kattığına inanmadığım için. Binlerce kadın gibi, Simone de Beauvoir ile olan ilişkimi, onun kitapları ve kendini adamış bir yazar olarak kamuoyundaki imajı aracılığıyla deneyimledim.

1959 baharında on sekiz yaşındayım ve Rouen lisesinde felsefe dersindeyim. Bulantı’yı, Özgürlük Yolları’nı okudum, felsefe öğretmeni sık sık Varlık ve Hiçlik’ten bahsediyor, İmgelem‘in etrafında dolaşıyor ama asla Simone de Beauvoir’dan alıntı yapmıyor. Benim için bu sadece bir isim, ondan hiçbir şey okumamışım. İtaatkâr Bir Genç Kızın Anıları yeni çıkmış, ama bu başlıkta bana hitap eden hiçbir şey yok, on sekiz yaşındayken ne “anılar” sözcüğü ne de “itaatkâr kız” ifadesi çok motive edici değil, ben bunun tam tersiyim. Yazarın adındaki asil “de” eki bile beni ondan uzaklaştırıyor. Annemle babamın küçük kasabasından üç kilometre uzakta, çocukluğumda, pazar günleri bisiklete binerken uzaktan gördüğüm bir şato var, Château de Beauvoir: Başka bir dünya.

Paskalya tatillerinde, burjuva kökenli, liseden terk bir arkadaşımı ziyaret ederdim. Babasının büyük bir kütüphanesi vardı. Raftan, daha önce hiç duymadığım büyüleyici ve gizemli bir ismi olan, çok kalın ciltli bir kitap aldığımı hatırlıyorum: İkinci Cinsiyet. Sayfalarını karıştırıyorum, arkadaşım onu ​​bana ödünç vermeyi kabul ediyor. Ayrıca İtaatkâr Bir Genç Kızın Anıları’nı da alıyorum. Bu iki kitaptan hangisini önce okuduğumu söylemem şimdi imkânsız, ama vahiy kitabının İkinci Cinsiyet olduğunu biliyorum. O Nisan ortasını, liseden, damlara bakan daracık odasında yaşadığım kız yurduna gitmek üzere çıktığım bulvarın ağaçlarındaki yaprakları son derece net bir şekilde  hatırlıyorum. Artık aynı değilim. Bir kitabın neden olduğu bu benlik altüst oluşları gençliğin ayrıcalığı değildir, ancak o dönemde benzersiz bir güce ve bence bir tür geri döndürülemezliğe sahiptir. İkinci Cinsiyet’in üzerimdeki etkisini düşündüğümde, Havva’nın yediği bilgi ağacının meyvesinin mitik imgesini görüyorum: dünyanın büyüsünden kurtulmanın kör edici parlaklığı, bilginin özgürleştirici ışığı.

Simone de Beauvoir’ın kitabının yarattığı şoku anlamak için dönemin siyasi ve sosyal bağlamı hakkında bir fikriniz olmalı. 1959’da Fransa, tüm taraflarda tartışmalara yol açan bir sömürge savaşı olan Cezayir Savaşı’na girdi. Toplumu geleneksel değerler—din, evlilik ve aile— yönetiyordu; özgür birliktelik bir skandaldı. Kadınların durumu tam bir bilinmezlikte saklıydı. Buna mukabil benim ticaretin içinde aktif olan, gücün ve özgürlüğün tadını çıkaran, ev işlerini hor gören ve bir kadının finansal bağımsızlığa sahip olması gerektiğine ikna olmuş annemin imajı, toplumun işleyiş biçiminin gerçekliğini benden gizlerken, beni bu işleyişi acı çekmeden kabullenmekten de alıkoydu. Özümsediğim annelik kodları toplumunkilerle çelişiyordu; diğer bir deyişle, ne kafamda ne de davranışlarımda “feminen” değildim, öte yandan Brigitte Bardot tarzı kadınlık belirtilerini hem de abartılı bir şekilde sergileyen bir görünüme sahiptim. Bir önceki yaz, anlamadan, utanç ve yalnızlık içinde yaşadığım cinsel deneyimler bir çatışmayı ateşlemiş ve bu çatışma beni önce bulimia hastalığına, ardından anoreksiyaya götürmüştü. 1959 baharında, Beauvoir’ın metni hayatıma girerek ergenliğimi “yeniden okumama”, kendimi bir kadın olarak konumlandırmama olanak sağladı. Kadınların durumunun bu şekilde açığa çıkması korkutucu ama aynı zamanda son derece özgürleştirici bir şeydi ve kendi hayatımın kontrolünü ele almamın yolunu açtı.

İkinci Cinsiyet’i keşfettiğim bu dönemde felsefe dersi alıyor olmam kesinlikle önemli bir rol oynadı. Beauvoir’ın kitabı benim için tarih, antropoloji ve tabii ki felsefeye dokunan bir bütündü. Kitapta incelenen tüm sistemler arasında bana “en doğru” ve hayatımı yönlendirmeye en uygun görünen kavramlar olarak yabancılaşma ve özgürlük, aşkınlık ve varoluşçuluğun içkinliğini bulmuştum. İkinci Cinsiyet’i tekrar hiç okumadım. Bu kitapla ilgili pek çok eleştiri duydum, kadın cinsine karşı kadın düşmanlığına varan bir tiksinti; anneliği, yabancılaşma dışında herhangi bir şekilde düşünmeyi reddetme vb. Bu okumalar şüphesiz meşrudur, ancak benim gözümde en temel olarak kalan şeyi, doğa ile kültürün kesin ayrımını, ebedi dişiliğin ve annelik imajının mitten arındırılmasını baltalayamazlar. Şimdiye kadar İkinci Cinsiyet’i yeniden açmadıysam bu, hayal kırıklığına uğrama korkusundan değil o sayfalarda, içinde bulunduğu durumu büyük bir kafa karışıklığı içinde yaşayan ve başka bir kadının kitabıyla şok edici bir şekilde bundan sıyrılan 18 yaşındaki halimi de okuyacağımdan emin olduğum için, ve ben henüz böyle bir karşılaşmaya hazır değilim.

Karşılaştıracak olursam, İtaatkâr Bir Genç Kızın Anıları’nın çağdaş okumasının etkisini en aza indirme eğilimindeyim, ancak daha yakından incelediğimde bu kitabın “pratik”  işlevinin farkına varıyorum. Kuşkusuz, Simone de Beauvoir’ın çocukluk öyküsünün bütünü, işçi sınıfından gelen bir çocuk olarak yaşadığım deneyimden indirgenemez bir şekilde ayrılıyordu, ancak öğrenci Beauvoir’ın izlediği yol benim istediğim ve öngördüğüm yoldu. İtaatkâr Bir Genç Kızın Anıları’nı da yeniden hiç okumadım ama Simone de Beauvoir’ın her akşam tek başına yaşadığı odadan çöp kutusunu indirdiğinde, gecenin gökyüzüne bakıp çok yoğun bir mutluluk ve özgürlük duygusu yaşadığını anlattığı bir pasajı hatırlıyorum. Bunu hissetmek istedim ve daha sonraları kendimi sık sık o görüntünün içinde buldum.

Savaş sonrası dönemden 1970’lerin sonuna kadar uzanan bu dönemin ne ölçüde ahlaki olduğunu düşünmek elbette zor, yani eyleme, kişinin dünyayla ilişkisine, fikirlerin nasıl şekillendiğine, fikirlerin ne kadar yaşayan gerçekler olduğuna, şiddetli mücadelelerin nesneleri olduğuna dair soruları şimdi hayal etmek elbette zor. Simone de Beauvoir’ın iki kitabının büyük gücü, o zamanlarda benim için varoluş sorununu somut terimlerle ortaya koymaları, benim kendimi hem bir kadın hem de birey olarak hayatını tek başına seçmesi gereken birisi olarak düşünmeye zorlamalarıdır. Eğer Simone de Beauvoir’ın bir örnek olma durumu varsa bu estetik anlamında değildir—yazmak, o sırada, geleceğimdeki diğer olasılıklar arasında yalnızca biriydi—bu durum onun ebedi dişiliği, fedakârlığı reddetmesinde, kendini dünyaya yansıtma arzusu ve ona göre hareket etmesindedir.

Simone de Beauvoir’ın imgesi ile annemin imgesi arasında yıllar içinde bende az çok bilinçli olarak kurulmuş olan bağlantının gün ışığına çıktığı yer burası. Beauvoir, anne söylemine ve örneklerine bir alternatif sunuyordu ama aynı yönde ilerleyen bir alternatif. Yetiştirilme tarzımla bana aktarılanların kuramsallaştırıldığını Beauvoir’da gördüm: ev işi tuzağı, annelik, “kadın-çocuk”, finansal bağımsızlık ihtiyacı. Annemin sözlerinde, Beauvoir’ın kadın düşmanlığına hükmedilen ama kesinlikle o olmayan şey vardı: kadınların rıza gösterdiği boyun eğme ya da var olmama davranışlarının damgalanması, kendi cinsiyetinden olduğu, kendi benzeri olduğu için kadınlara cesaret kırıcı davranışlarda bulunma. Ben de erkeklerin beklenti duyduğu varsayılan şeylere boyun eğen kadınlara karşı her zaman şiddetli bir öfke hissetmişimdir (örneğin dün bir kadın dergisi olan Cosmopolitan’ın kapağındaki “Biraz güzel bir şaplak, belki de ihtiyacımız olan şey budur” yazısını okuduğumda).

Öncüm olarak Simone de Beauvoir, takip eden üç yıl içinde bana Olgunluk Çağı ve Belirsizliğin Etiği’ni okurken eşlik etti. O zamanlar edebiyat öğrencisiydim, öğretmen olmaya ve yazmaya karar vermiştim. Les Éditions du Seuil’e bir roman gönderdim ve reddedildi. Bu yolu ve yaşam modelini takip etme gücünü Simone de Beauvoir’ın otobiyografisinden aldım. Beauvoir’ın felsefi denemesi bana sanatın tek başına bir amaç, bir tefekkür sonucu olmadığı, dünyaya bağlılık ve bunun üzerinde bir eylem tarzı olduğu inancını veriyor. [Sanatın, sanat için olduğunu söyleyen] estetik tavrın reddi bende, gerçekliğin ve toplumsal determinizmlerin ağırlığını hissettiğim hükmedilenlerin dünyasına olan toplumsal aidiyetim nedeniyle her zaman verimli bir zemin buluyor.

Geriye yazma sorusu kalıyor, yani kişinin yazmaya başladığı anda üslup ve anlatı modeli biçiminde, birisi “gibi yazmak” sorusu. Cevabım açık: hayır, bu konuda Simone de Beauvoir’ı asla örnek almadım. Yayımlanmamış ilk metnimin yapısında, o zamanlar zirvede olan “yeni roman”ın etkisi göze çarpıyordu. Bununla birlikte, bu ilk yazma girişimini takip eden ve hiçbir şeyi tamamlamadığım yıllarda—1963’ten 1972’ye kadar—Simone de Beauvoir’ın yapıtlarıyla kendimi ona karşıt olarak tanımlayabileceğim bir tür örtülü diyalog sürdürdüm. Mandarinler’i 1967’de, Konuk Kız ve Sessiz Bir Ölüm’ü 1968’de okudum. Bu kitap beni sardı, yazı dili bana çok gerçek ve dokunaklı geldi, annelerimiz arasında hiçbir ortak nokta olmasa da beni, annemin artık hayatta olmayacağı zamana götürdü. İkinci Cinsiyet’te olduğu gibi burada da de Beauvoir’la diyalog yaşam düzeninin bir parçasıdır. Ancak Konuk Kız ile ilgili olarak günlüğüme şunu not ettim: “Asla böyle yazmayacağım.” Bana göre hedef, romanın yapısı ve fikirleri taşıyan karakterlerin meydana getirilmesidir. Yazmayı düşünmeye başladığımdan beri geleneksel tarzların sorgulanması edebi sorgulamamın bir parçası oldu: “nasıl yazılır”, “ne yazılır”dan ayrılamaz.

Benim Beauvoir’dan ayrıldığım nokta tam da burası. Onun gibi ben de edebiyatı kutsal bir şey olarak değil, bir taahhüt, dünya üzerinde bir eylem, bir mücadele aracı olarak görüyorum. Onun için olduğu gibi, benim için de yaşama projesi ve yazma projesi birbirinden ayrılamaz. Koşulların Gücü’nün önsözünde samimiyetle ilgili yazdıklarına imzamı atarım: “Bu benim için, özel bir lütuftan dolayı değil ama kendim de dâhil tüm insanlara bakış açımdan dolayı doğaldır […] Bu değerlendirmeye liyakat ya da kusur kavramlarını dâhil etmeden kendi gözümde bile ben bir nesne, bir sonuç gibi görünüyorum.” Ancak biçimin, yani, metnin yapısının, sözcüklerin seçiminin hiyerarşileri, cinsiyetçiliği fark ettirmeden aktaran bir dilin sürekli sorgulanmasının dünya üzerindeki bu eylemin ayrılmaz bir parçası olduğuna inanıyorum; bu hakikat arayışı, bu haliyle, bir estetizm sorunu olmaksızın üzerinde çalışılmalıdır. Bununla birlikte, Simone de Beauvoir’ın otobiyografisinde yazım üzerine çağrıştırdıkları—tekniklerin çalışılması – çalışma biçimi – hızlı bir ilk taslak, daha sonra tekrar ele alınması—konu olarak yazmaya kayıtsız kaldığını gösteriyor.

Bu da dile ve yazıya yönelik tavrımı kısmen açıklıyor: Ben Beauvoir ile aynı yerden yazmıyorum. Bir anekdot bu boşluğu açıklayacaktır. 1964 yılında yayınlanan, yazarları “Edebiyat ne yapabilir?” konusu etrafında toplayan bir kolokyumda Simone de Beauvoir, edebiyat ile bilgi, belgeleme arasındaki farkı şöyle açıklıyordu: “Sanchez’in Çocukları’nı  okuduğumda, evimde, odamda, yaşadığım tarihte, olduğum yaşta, çevremdeki Paris ile kalıyorum; Mexico City, gecekonduları ve orada yaşayan çocukları ile çok uzakta […] evrenimi değiştirmiyorum. Hâlbuki Kafka, Balzac, Robbe-Grillet bana hitap ediyor, beni en azından bir an için başka bir dünyanın kalbine yerleşmeye ikna ediyor.” Sanchez’in Çocukları’nı ancak 80’lerin ortalarında okudum. Bu kitap beni çok etkiledi, beni izledi, orada daha şiddetli bir biçimde içinden geldiğim tahakküm dünyasının davranışlarını ve dilini buldum. O zaman anladım ki  Beauvoir Oscar Lewis’in kitabında kendine yer bulamamıştı çünkü orada anlatılan dünyayla özdeşleşme olasılığı kesinlikle yoktu ve böyle bir özdeşleşmenin mümkün olduğunu hayal bile etmemişti. Başka bir deyişle edebiyat/belgeleme arasındaki ayrımı bilinçsiz bir sınıf okumasından kaynaklanmıştı.

Ama “sonuç olarak”, 1990’da günlüğüme Simone de Beauvoir hakkında not ettiğim şeyi bugün olsa yeniden yazardım. Bazı kitaplarını, örneğin Yıkılmış Kadın’ı yeniden incelediğimde, yirmi beş yıl önce okuduğumda beni etkilemeyen cümlelerin doğruluğu beni şaşırttı. Rastgele seçersem: “Yansımalar, yankılar, kendilerini sonsuzluğa geri gönderiyor: Arkamda uzun bir geçmişe sahip olmanın tatlılığını keşfettim.” Benim de uzun bir geçmişim olmaya başlıyor, o tatlılığı bilirim. Simone de Beauvoir bir kadın olarak geçirdiğim zamana daima eşlik edebildi.

Annie Ernaux, 9 Mart 2000.

Çeviri: Suna Kabasakal

Bu yazının orijinali Annie Ernaux için hazırlanan web sitesinde yayınlanmıştır.

[1] Beauvoir yetişkin yaşamı boyunca dostları ve bazen de kamuoyu tarafından Castor (kunduz) takma adıyla anılmıştı (çatlak zemin).

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.