İlk duruşmada davayı takip etmeye gelen kadınlar, duruşma salonunun önünden üst katlara kadar her yeri dolduruyor, adliye koridorlarına sığmıyordu. Şule Çet cinayetinin üzerine örtülmeye çalışılan “intihar” perdesini kaldırmak için 15 Mayıs 2019’da tekrar Ankara Adliyesi’nde olacağız.
Şule Çet, 29 Mayıs 2018’de tecavüze maruz bırakıldıktan sonra bir iş merkezinin yirminci katından aşağı atılarak öldürüldü. “Hukuki süreç sonuçlanmadan önce nasıl olur da masumiyet karinesine aykırı olarak sanıklar hakkında böyle kesin bir isnatta bulunulabilir?” sorusunu yöneltecek olanlara tek önerim; toplumsal cinsiyet gözlüğü taktıktan sonra dosyadaki otopsi bulgularını, sanık ifadelerini, olay yeri inceleme raporunu ve konuya dair Yargıtay kararlarını okumaları olacaktır. Şule’nin ölümü, üzerindeki “psikolojik ve ekonomik sorunlar onu intihara sürükledi” örtüsünü kaldırıp politikleştirmemiz gereken bir kadın cinayetidir. Faillerin ve onları ödüllendirircesine takipsizlik kararları yağdıran erkek yargının intihar perdesi ardına gizlemeye çalıştığı kadın cinayetlerinin; feminist dava takibi ile birlikte gündemde tutulması, talepleri aktaracak politik sözün oluşturulması açısından kuşkusuz mücadelemizin en önemli halkalarındandır.
Şule’nin arkadaşları ve yakınlarının mücadelesiyle açılan yolda, gerektiği gibi işlemeyen hukuki süreçleri işletecek itkiyi onlarla birlikte inşa ederek kamuoyunu harekete geçiren öznelerden biri, hiç şüphesiz adalet talebini her alanda dile getirip ısrarla savunan kadın örgütleridir. Bedenimize, emeğimize, hayatımıza yönelen her tür saldırıyı işledikçe perçinleyen patriyarkal kurumları; özel/kamusal tüm alanlarda dirençle yeşerip serpildikçe tek tek kuşatan kadın mücadelesi, elde edilen her kazanımda daha da etkinleşiyor. Güç kazandıkça farklı alanlara sirayet eden ve bahsi geçen patriyarkal kurumlar arasında yer alan mahkemeleri de saran bu kuşatılmışlık, hem yargılamanın gidişatını hem de verilecek kararların seyrini değiştiriyor.
Süreci takip eden herkes tarafından bilindiği üzere; alternatif medyanın Şule Çet davasının gündemde tutulması konusundaki etkisi, göz ardı edilemeyecek kadar büyük. Fakat bir yandan bu gerçekliği belirtirken, diğer yandan da ana akım medyadaki içeriklerin hâlâ toplumu “erkek şiddetini değil kadını yargılamaya” yönlendirmesinin eleştirisini tüm keskinliğiyle bir kez daha yapmamız gerekiyor. Basına yansıyan birçok kadın cinayetinde olduğu gibi Şule’nin ölümü de psikolojik/ekonomik sorunların öne çıkarıldığı hazin bir “intihar” vakası olarak haberleştirildi. Şiddete maruz bırakılan kadınların hayatlarını değersizleştiren magazin başlıklarıyla topluma sunuldu. Keza haber metinleri her zamanki gibi söz konusu suçu meşrulaştırırken, bir yandan mağduru suçlayan dilleriyle mevcut olaydaki “lüks plaza” detayının ve “alkol” alınmasının altını çizmekle meşguldü. “Cinayet şüphesine” değinilmesi gerekirken odakta tutulan, failler yahut olayın kendisi değil suçun mağduruydu. Şule’nin o gece ev arkadaşını arayarak, “Beni ara ve acil gelmem gerektiğini söyle” dediği ve daha sonra “Buradan çıkamıyorum, adam bana takmış. Bırakmıyor” şeklinde bir mesaj gönderdiği delillerle sabitken, adli tıp raporu tüm detaylarıyla işlenen suçları ortaya koyuyorken somut gerçekliklere değil Şule’nin “kendi rızasıyla binaya girdiği” görüntülere dikkat çekildi. Kadınların rızayla girdikleri binalarda güvende olduklarının garantisi varmış gibi öne çıkarılan bu bilginin akıl dışılığına değinmek bile gereksiz. Haber olduğu iddia edilen bu müsveddelerin, toplum nezdinde “içki masasında faillerle fotoğraf çektiren” ve “o saatte lüks plazaya giren” bir kadının tecavüze maruz bırakılması yahut öldürülmesi meşrudur algısını beslemek ve başka kadın cinayetlerine zemin hazırlamak dışında hiçbir işlevi yoktur.
Hukuki sürecin bugüne dek nasıl şekillendiğini kronolojik sıralamayla aktararak devam etmek istiyorum. Olayın ilgili mercilere intikalinin ardından ilk soruşturma “intihar” başlığıyla açıldı. Gündeme gelebilecek suçları işlemeleri imkansızmış gibi Çağatay Aksu ve Berk Akand’ın ifadesi “şüpheli” sıfatıyla değil “bilgi veren” sıfatıyla alındı. Benzer biçimde işlenen tüm kadın cinayetlerinde olduğu gibi sanıklar başından beri Şule’nin intihar ettiğini belirtiyordu. Oysa atladığı iddia edilen pencerenin camında, pervazında ya da çerçevesinde Şule’ye ait tek bir parmak izi dahi tespit edilememişti. Raporlarda belirtildiği üzere herhangi bir yere tutunmadan göğüs hizasına denk gelen bir pencereden kendisini aşağı bırakması ise imkansızdı. Olaydan sonra Çağatay Aksu ve Berk Akand iki kez gözaltına alındı ve delil karartacaklarına dair tüm şüpheye rağmen “adli kontrol yeterli görülerek” ifadelerinin alınmasının ardından serbest bırakıldılar. Tutuklama kararı ise aylar sonra soruşturma savcısının değişmesini takiben verilecekti.
Suçun ilgili makamlara bildirilmesinden iddianamenin yazılmasına kadarki zaman zarfını kapsayan soruşturma süreci, hiçbir biçimde etkin yürütülmedi. Savcılık tarafından yeterince dikkate alınmayan bir incelemeyi sürdürdüklerinin farkında olan ilgili emniyet birimleri, yargılamanın seyrini değiştirecek delillere ulaşılması ihtimali mevcutken, görevlerini özenle icra etmeyerek eksik delil topladılar. Olay yerinde sperm, kan vb. biyolojik leke tespiti için değişik dalga boylarında ışık kaynağı ile ışıklı inceleme yapılmadı. Çöp kutuları ve atıklar incelenmedi. Ofisteki masalar, sehpalar, lavabolar ve zemindeki halılar üzerinde birçok taze yahut kurumuş leke mevcut olmasına rağmen, bu lekeler biyolojik ve kimyasal incelemeye tabi tutulmadı. Azami düzeydeki ihmali büsbütün arşa çıkaran son gelişme ise Şule’nin muayene videosunda görülen ve üzerinde taşıdığı lekeler bakımından en önemli delillerden biri olan iç çamaşırının adli tıpta kaybedilmesiydi.
Sürdürülen soruşturma kapsamında “Cinsel Saldırı (TCK md.102/3)” ve “Kişiyi Hürriyetinden Yoksun Bırakma (TCK md.109)” olmak üzere iki suç vardı. Bariz biçimde soruşturmanın başından beri incelenmesi gereken “Kasten Öldürme (TCK md.82/e)” suçu iddianamenin tamamlanmasına kadar bir kez bile zikredilmeyecekti. Bahsi geçen suçların niteliğine etki edecek yeni bulguların tespiti ve kamuoyu baskısının etkisiyle soruşturma derinleştikçe savcılık olayın cinayet olabileceği ihtimali üzerinde yoğunlaşmak zorunda kaldı.
Dosyaya sunulan adli tıp raporuna göre Şule’nin vücudunun dokuz ayrı yerinde fiziksel şiddete maruz bırakıldığını ispatlar nitelikte darp ve boğuşma izleri, kalçasında ısırık iziyle örtüşen lezyonlar, anal bölgesinde yırtılmalar ve bağırsak dokusunda bozulmalar, kanında uyumayı tetikleyen uyarıcı madde, dokuz parmağının tırnak altında faillere ait doku kalıntısı ve DNA bulguları tespit edilmişti. Raporun sunulmasını takiben, savcının talimatıyla tekrar ifadesi alınan failler bu kez tutuklandı. Kuvvetli suç şüphesinin oluştuğu sonucuna “nihayet” varılmasının ardından bu kez kasten öldürme, nitelikli cinsel saldırı ve kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma suçlarını içeren iddianame tamamlanarak kovuşturma sürecine geçildi.
6 Şubat 2019’da Ankara 31. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüleceği bildirilen ilk duruşma, kadınların yoğun katılımı üzerine polis ablukasındaki 19. Ağır Ceza Mahkemesi’ne alındı. Davayı takip etmeye gelen kitle duruşma salonunun önünden üst katlara kadar her yeri dolduruyor, adliye koridorlarına sığmıyordu. Duruşmanın başlamasının ardından kadın kurumlarının, sivil toplum kuruluşlarının, avukatların ve milletvekillerinin katılma talepleri, tek tek incelenip karara bağlanmaları gerekirken topluca reddedildi. Yalnızca Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın talebi kabul edilmişti. İlk duruşma gerçekleşirken o salonda tarihe not düşülecek bir gerçeklik vardı. Hep birlikte yargılamanın ne kadar “erkek” ve “sınıflı” yürütüldüğünü izledik. Mahkeme başkanı Şule’nin babasına “Kızın neden çalışıyordu?” sorusunu yöneltmişti. Tüm basamakları ücretlendirilmiş eğitim sisteminde işçi bir ebeveynin sunabileceği desteğin azami tutarından, ekonomik krizin üniversite öğrencisinin geçimini nasıl güçleştirdiğinden ve hem eğitimini sürdürüp hem çalışan üniversite öğrencilerini aramızdan ayıran iş cinayetlerinden bihaber olduğunu kanıtlayan mahkeme başkanının; söz konusu yargılamanın esas meselesi Şule’nin çalışmasıymış gibi, sanki ücretli bir işte çalışmayan kadınlar öldürülmüyormuş gibi yönelttiği bu soru, burjuva hukukunun ne tür dinamiklerle işlediğinin en bariz dışavurumlarından biriydi.
Sorgusu yapılırken mahkeme heyetine “Hiçbir suçu kabul etmiyorum, öncelikle Allah’a daha sonra da sizin vicdanınıza güveniyorum.” diyen Çağatay Aksu’nun bu ifadesindeki “vicdan”, cinsiyetçiliğini her yargılamada kanıtlayan hukuk sisteminde verilen hükümlere isyan ettiğimizde dile getirdiğimiz eşitsizliklerin tek kelimeye sığdırılarak somutlaşmış biçimiydi. Faillere, bir kadını öldürmüş olsalar bile bu “vicdana” güvenme lüksünü veren ise ödül gibi haksız tahrik indirimleri yağdıran erkek adalettir.
Sanık tarafının “Bir kadın bir erkekle tenhada içki içmeyi kabul etmişse cinsel ilişkiye rıza göstermiştir” şeklinde ifadeler barındıran, o rapor bile denilemeyecek bozuntuları dosyaya sunarken aynı erkek adalete sırtlarını dayadıklarını da biliyorduk. Heyetin, kadının davranışlarını dayanak göstererek failleri aklayacak türde bir karar vermesi ihtimalini mümkün kılan onlara göre buydu ve maalesef birçok kararla örneklendirilebilirdi. Yaptıkları savunmalarda Şule’nin “bakire olmadığını” , “hymende eski yırtıklar bulunduğunu” ve “bira içtiğini” sık sık vurgulayıp “kucak kucağa” “güle oynaya” gibi ifadeler kullanarak mevcut cinayete meşruiyet kazandırmaya çalışan sanık avukatlarının söylemleri, bu davada sanıklar yerine bütün kadınların hayatlarının yargılandığının ve aslında hepimizin davası olduğunun ispatıydı.
Mevzuatta; cinsiyet eşitliğini güvence altına alan, medeni haklarımızın teminatı olan, kadın emeğinin görünürleşmesine imkan sunan ve tüm biçimleriyle erkek şiddetine karşı koruyucu önlemlerin alınmasına olanak sağlayan yasal düzenlemelerin bulunması, kadınların mücadeleleri sonucu elde edilmiş hukuki kazanımlardır. Haklarımıza, taleplerimize ve itirazlarımıza dayanak teşkil etmesi açısından bu kazanımların hepsi kesinlikle çok önemli. Fakat ne iç hukuktaki yasal düzenlemelerin ne de imzalanan uluslararası sözleşmelerin içerdiği hükümlerin, uygulamaya geçirilmediği sürece kadınların hayatlarına değmesi mümkün olmuyor. Tam da bu noktada haklarımızın kağıt üzerinde bırakılmasını ve patriyarkanın kazanımlarımızı geriletmesini engelleyecek yöntemlerden biri olarak feminist dava takibi öne çıkıyor. Hayatlarımıza, emeğimize, bedenlerimize, özgürlüklerimize yaşayış biçimimize yöneltilen saldırılara karşı, kadınların tüm alanlar gibi duruşma salonlarını da kuşatıp mevzileştirerek haklarını söke söke aldığı, gerçek adaleti sağladığı bir yöntem.
Cinsiyetçi yargı mekanizmasının; yasaları uygulamaya geçirmeyerek haklarımızı gasp eden, cezaların caydırıcı niteliğini yok ederek hayatlarımıza kast eden, ilkeleri daima erkek failler lehine işleten mahkeme heyetleri de bilsinler ki; gülüşümüzü, bakışımızı, kıyafetimizi, içkimizi, kahkahamızı gerekçe gösterenlere haksız tahrik indirimleri yağdırdıkları o salonlarda hayatlarımıza sahip çıkacağız. Her takım elbise giyene bol keseden dağıttığınız o iyi hâl indirimlerinin, kanunda belirtilen koşullar oluşsa bile hakim kanaatine bağlı olarak verildiğini bildiğimiz için yalnızca erkekleri saracak biçimde ördüğünüz cezasızlık zırhlarını parçalayacağız. Kadın cinayetlerinin “münferit” değil “sistematik erkek şiddeti” olduğunu her yerde haykıracağız.
Kadınlar; sessiz sedasız kapalı kapılar ardında görülür zannettiğiniz bu davaların takipçisi olacak, isyanlarını adliye koridorlarından meydanlara taşıyacak. Kadın cinayetlerinin üzerine örtülmeye çalışılan “intihar” perdelerini tek tek kaldıracağız. Bu dava yalnızca Şule Çet’in değil bütün kadınların davasıdır. 15 Mayıs 2019’da ikinci duruşma için Ankara Adliyesi’ndeyiz. Çünkü bu bir intihar değil kadın cinayetidir. Kadınız, öfkeliyiz, peşinizdeyiz.