Eşitsiz iktidar ilişkileri ve şiddet ancak “biz”e uzakta nüksettiğinde eleştirel olabilmek bir tür konformizm. “Küçücük bir ofiste en basit demokratik teamüllerin yerleşmesine tahammül edilemezken Türkiye’yi demokratikleştirmek iddiasında bulunulabilir mi?”

Lucid Dream II – Here and There, Johnson Tsang, 2018

Bu yazıyı yazmaya yaşananlardan ancak iki buçuk yıl sonra oturabiliyorum. Bu metni, kendi deneyimimden yola çıkarak bilhassa sivil toplum ve akademi gibi nispeten de olsa “kurtarılmış bölge” addettiğimiz (!) alanlardaki mobbing, patronluk ve erkeklik gibi sorunlar, bunların tezahürü ve yarattığı etkiler üzerine konuşabilmeye alan yaratmasını amaçlayarak yazıyorum. En başta amacım salt bir ifşa metni yazmak değil, belirttiğim gibi hak örgütlerinde çalışan haklarıyla ilgili zaten başlamış olan bir tartışmaya[1] katkı sunacak bir metin kaleme almaktı. Bu tartışmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Zira hak temelli örgütlerden tutarlılık adına beklenen, karşı durdukları iddiasında oldukları vahşi kapitalist ve patriyarkal yapılarla aynı konuma düşmemeleridir. Oysa, konuşma cesareti bulabilen birçok insandan biliyoruz ki durum maalesef hiç de böyle değil, yani başımdan geçenler münferit değil.

Velhasıl, “kişisel olan politiktir” feminist ilkesine olan inancım, beni bundan yaklaşık iki buçuk yıl önce İfade Özgürlüğü Derneği’nde (İFÖD) yaşadıklarımı anlatmaya itti. Belirtmek isterim ki, süreç boyunca rahatsızlıklarımı hep dile getirdim, diyalog ve ara buluculuk arayışına girdim fakat bunlar bir sonuç vermedi. Geldiğimiz noktada, bu iç döküşten muradım bireysel bir hesaplaşma değil, durumu içinde bulunduğum haklar mücadelesi adına ve yan yana durduğum insanlar için iyileştirmektir. Öte yandan üzerimde kamusal bir sorumluluk olduğunu hissettiğim için de bu metni yazıyorum. Zira bana iş yerinde bir nevi şiddet uygulamış olan insan, bir “star akademisyen” ve “insan hakları savunucusu” olarak rağbet görmeye devam ediyor. Hatta fon sağlayıcı kuruluşlar kendisini “STÖ’ler mutlu çalışanlara sahip olabilmek için ne yapabilirler?” başlıklı atölyelere konuşmacı olarak davet ediyor. Bunun böyle devam etmemesi gerekiyor.

Nereden başlamalı? En iyisi en baştan…

Yaman Akdeniz ile İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalıştığım sürede tanıştım. Kendisinin ekibindeki avukatlar aynı zamanda Barış İçin Akademisyenler davasının başında avukatlığımı üstlendiler (daha sonra avukatlarımı da değiştirdim). Dolayısıyla Akdeniz’in yöneticisi olduğu İFÖD’de Kasım 2018’de proje koordinatörü olarak çalışmaya başlamadan önce inşa edilmiş bir güven ilişkimiz vardı. Ancak kendisinin çalışanı olarak geçirdiğim süre çalışma hayatımın en zor dönemi oldu. Kişisel tecrübemi tetiklenmeden ve detaylandırmadan anlatmam biraz zor, bunun için hoşgörünüzü dilerim.

Söyleyebileceğim ilk şey, birlikte çalıştığımız süre boyunca benimle aşağılamadan veya azarlamadan konuştuğu sadece iki sefer hatırlıyor oluşumdur. “Benimle” diyorum ama dernekte çalışan başkalarına da sık sık sesini yükseltmesi ve onları ezilmişlik duygusu içerisinde bırakması çalışma arkadaşlarımla sohbetlerimizin ana konusuydu. Söylemem gerekiyor ki, bu aşağılama ya da azarlamaların çok çok azı sizden beklenen işin niteliğiyle ilgiliydi. Sürekli aşağılanmak ve azarlanmak bir süre sonra kendi kendimden şüphe etmeme de sebep oldu. Hem duygusal olarak, içime tam sindiremediğim yönde davranmaya kendimi ikna etmek hem de yaptığım işten bir türlü emin olamamak gibi… Yine de aslına bakarsanız kendimi çalışma hayatında az da olsa tecrübeli biri olmam sebebiyle şanslı sayıyorum. Zira, henüz iş yaşamına yeni başlayan arkadaşlarımız kendisinden gecenin bir vaktinde “Neden masalarınızın üstüne fazla eşya koyuyorsunuz, neden masanın yönünü değiştiriyorsunuz?” içerikli mesajlar alabiliyorlardı. Evet, derneğin adı İfade Özgürlüğü Derneği idi ama mesleğine hevesle başlamış genç arkadaşlarımın masalarının üzerinde ne bulunacağına kadar derneğin yöneticisi karar veriyordu. Kısacası dernekte çalıştığım süre boyunca, size alan bırakan, kendinizi ve fikirlerinizi ortaya koymanıza imkan veren bir hak savunucusuyla beraber değil; kendisinden habersiz neredeyse nefes alamayacağınız bir “patron” ile çalıştığımı söyleyebilirim.

En çok gerildiğim ve başkası adına utandığım anlar ise Yaman Akdeniz’in bana diğer çalışma arkadaşlarımı kötülediği, gündelik alışkanlıklarına ve özel yaşamlarına kadar bilgi paylaşıp kendisine bu “sohbet”te eşlik etmemi beklediği anlardı. Eğer siz açıkça tepkinizi koyar, bu sohbeti devam ettirmek istemezseniz, gerilimle karşılaşıyordunuz.

Belki de en fazla mustarip olduğum şeylerden bir diğeri, işyerinde “çelişkili talimat”ın[2] örneklerinden sayılabilir. Bunu kısaca şöyle tanımlıyorum: Benden hem her iş için sorumluluk almam bekleniyordu, hem de hiçbir şeye karışmamam! Örneğin, Akdeniz’in taslak yazdığı bir metinde yetkinlik alanım olan proje yazımına dair bir şeye şerh düştüğümde yaptığım iş tümden hor görülebiliyordu. Ya da hem yeni kurulan derneğin ihtiyaç listesini çıkarmam bekleniyor, hem de “şuna ihtiyacımız var” dediğimde dalga geçilebiliyor ya da “önceden söyleyecektin onu” azarlaması gelebiliyordu.

Esasına bakarsanız, Akdeniz’in öfke kontrolü ve başkasına saygı konusundaki problemleri genişçe bir çevre tarafından eleştiriliyor. Şimdi trajikomikliğiyle hatırladığım bir anı, Akdeniz’in, bir hafta sonu dernek çalışanlarının iletişim için kullandığı Slack grubuna “Pazartesi günü toplantımız var, bizim zamanımız değerli, sakın geç kalmayın,” diye defalarca mesaj attıktan sonra, kendisinin toplantıya 20 dakika geç kalıp bir özür bile dilemeden birazdan aşağıda anlatacağım “tadilat işlerinin tamamlanması” sorunu yüzünden öfke nöbetine tutulması, bağırıp çağırmaya başlamasıdır. O kadar ki ancak dernek yönetim kurulu başkan yardımcısı kendisini bir odaya çekip sakinleştirmeyi denemişti (pek de başarılı olmadı doğrusu).

Çalışma ortamına dair söyleyebileceğim bir başka şey, iş yerinin bir “erkekler kulübü” olmasıydı. Toplumsal cinsiyet eşitliğiyle ilgili hassasiyetlerinizi dile getirdiğinizde alay edilebiliyor, hatta dernekteki diğer erkek çalışanlar da sizinle dalga geçmeye davet edilebiliyordu. Zaten her ne kadar çevresindeki hemen herkes nasibini alsa da Akdeniz’in bana yönelen öfkesinde genç bir kadın olmamın, özellikle de her söylenilene katılmadığını belli eden, kimi zaman şerhler ve itirazlar yükselten bir feminist olmamın büyük etkisi olduğunu düşünüyorum.

Toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki uçurumumuz bizi işten kovulmamla sonuçlanan son ve fakat belki de en önemli olaya götürdü. Bu olayı bütün detaylarıyla anlatmak istiyorum.

Belirttiğim gibi, dernekte çalışmaya başlamam derneğin kurulduğu zamana rastlıyordu ve ofisin tadilat işlerini yapmak için bir usta ile anlaşılmıştı. Tadilat işleri bitip ofisin temizliğini yaptırmak gerektiği gün, bu ustanın yanında bir kadın arkadaşla çıkageldiğini gördüm. Tadilat işlerini yapan usta, mahallesinden bir kadını temizlik işleri için getirmişti. Biz ustaya temizlik işi için 400 TL verecek, kadınla konuşmalarımdan ortaya çıktığı üzere bunun ancak 250 TL’si usta tarafından kadına verilecekti. Ben bir feminist olarak bunu kabul edemeyeceğimi, ücretin tamamını doğrudan kadına vermemiz gerektiğini derneğin başkan yardımcısı aracılığıyla ilettiğimde, “İstersen karışma Kudret,” cevabıyla karşılaştım ve mecburen geri çekildim. Birkaç gün sonra, bu ustanın eve dönüş yolunda genç kadını taciz ettiği duyumunu aldım. Bu şüphenin doğması üzerine ustayla ilişkimizi diğer çalışma arkadaşlarımla da konuşarak, Yaman Akdeniz yurtdışından dönene kadar askıya aldık. Akdeniz, ofise girer girmez neden bazı işlerin yarım bırakıldığını sorarak –deyim yerindeyse- ortalığı birbirine kattı. O kadar bağırıyordu ki, bir taciz şüphesi üzerine ustayla irtibat kurulmadığı bilgisi ancak bir odaya çekilerek kendisine iletilebildi. Buna rağmen, toplantı odasına dönen Akdeniz’in tepkisi bilgisayarını masaya savurup, bana dönerek “Burada bu kadar hukukçu var, sen mi bileceksin tacizin ne olduğunu?” bağırışı oldu. Yarattığı şiddet ortamı, orada bulunan ve olaydan haberi olmayan kimselerin de “Nedir bu taciz olayı?” diye sor(a)mamasıyla sonuçlandı. Bunlar üzerine kendisine sakinleşmesi gerektiğini hatırlattığımda, “Beğenmiyorsan gidersin Kudret,” diye bir kez daha bağırdı. Kendisiyle son konuşmam budur, birkaç gün sonra da önce beni derneğin iletişim grubundan, sonra da işten çıkardı.

İki buçuk yıl sonra hatırlayabildiğim vurucu anlar bunlar… Peki bunları anlatmakla ne bekliyorum, ne öneriyorum? Daha önce söylediğim gibi bu metni yazmaktaki amacım bireysel bir iç dökme, faille hesaplaşma ve kesinlikle failden pişmanlık ifadesi duymak değil. Bu metnin muhatabı da hiçbir şekilde iş yeri zorbaları değil, oradan dönüşüm umudum ne yazık ki pek yok. Ama hak temelli savunuculuk yaptığı iddiasındaki kurumlarda böylesine şiddet tezahürleri ve çalışan hakları ihlallerinin daha fazla sürüp gitmesini istemiyorsak yapabileceğimiz ve değiştirmemiz gereken bir şeyler olduğuna inanıyorum.

Değişmesi gereken belki de ilk şey, yaşananlara şahit olanların tutumları. Yukarıda aktardığım olaylar yaşanırken, gerek birlikte çalıştığımız gerekse aynı sosyal çevrede bulunduğumuz insanlarla yaşanan sorunları hep konuştum. Farklı insanlardan değişik versiyonlarını aldığım bir cevabı hiç unutamıyorum: “Haklısın, ben de farkındayım ama adamın toplumsal faydası var.” Beni tüm yaşananlardan daha çok kıran ve sonrasında yaşadığım depresyonda etkisi olan ise yine bu aynı çevrede bulunduğumuz ve yakın arkadaş saydığım kişilerin bile, kurulu ilişkilerinin zedelenmesini göze alamayarak beni arayıp sormaktan çekinmeleriydi. Dolayısıyla, gerek benim tecrübemde gerekse çalışan haklarının ihlallerine dair duyduğumuz diğer hadiselerde yaşananların başkaları tarafından bilinmediğini değil, bilinip de susulduğunu hatta şiddet uygulayan insanların neredeyse korunduğunu üzülerek söyleyeceğim. Yaşanan sorunların farkında olan ve şu veya bu nedenle işyeri zorbalığını önemsiz gören, “toplumsal fayda” kisvesiyle sessiz kalan insanlara ben “sessizlik çemberi” diyorum ve buraya hitaben birkaç söz söyleme ihtiyacı duyuyorum.

Öncelikle taciz, mobbing, yıldırma gibi zorbalıkların temelinde güç kavramının yattığını bir kez daha hatırlamamız gerek. Zira bu insanların tüm bu edimlerine ses çıkarılmayacağını düşünme sebepleri sahip oldukları itibar/güçle alakalı. Başka bir deyişle, sevgili sessizlik çemberi, verdiğiniz itibar, iktidar da veriyor. Eğer, hak savunuculuğuna, dayandığımız kavramlara, mücadelemize ve toplumsal faydaya gerçekten zarar gelmesin istiyorsak; bu insanların yaptıklarına sessiz kalmamız değil, onlara addettiğimiz itibar ve gücü geri almamız gerekiyor. Eşitsiz iktidar ilişkileri ve şiddete ancak “biz”den uzakta nüksettiğinde eleştirel olabilmek bir tür konformizm. Dahası, bunların gerçekten insanların az buçuk idealistlikle çalıştığı, bunca zorluğa rağmen var olmaya çalıştığı alanlarda iyi dünya tahayyülümüz çiğnenerek yaşanması çok daha sorunlu. Yıllar önce gönüllü emeğin sömürüsünü ortaya koymayı amaçlayan bir ifşa metninde yöneltilen şu soruyu tekrarlamak istiyorum: “Küçücük bir ofiste en basit demokratik teamüllerin yerleşmesine tahammül edilemezken Türkiye’yi demokratikleştirmek iddiasında bulunulabilir mi?” (Ya da İFÖD özelinde: Çalışanın sakinleşme telkinine “beğenmiyorsan gidersin” diye cevap verilen ve bunun hiç sorunsallaştırılmadığı bir STÖ’nün ifade özgürlüğünü savunması mümkün müdür?)

Burada da bitmiyor. “Toplumsal fayda” bahanesiyle sessizliğe itilen insanlara ne oluyor? “Toplumsal fayda” hatırlatmasının yaptığı şey aslında şu: Öyle veya böyle senin “katkın” az görülüyor ise, sanki o itibara/güce sahip olan kişinin sömürüsü, şiddeti senin mücadele azmini kaybetmenden, hatta ve hatta bu “network” dünyasında mücadele dışında kalmandan daha kötü değil. Başka bir şekilde söylemeyi denersem, toplum diye bir şeye inandığı şüpheli olan insanlar adına savunulan toplumsal fayda argümanı, birilerini ezen bir tuğlaya dönüşüyor. İhtiyacımız olan, şahitlerin bize toplumsal faydayı hatırlatması değil, kendi bağlarını koparmayı göze almaları.

Elbette bütün sorumluluğu bireylere yükleyecek değilim. Esas soru, “Hak mücadelesi veren yapılar içinde çalışan haklarının korunması için atılması gereken adımlar ve bu adımları mümkün kılacak kurumsal mekanizmalar nelerdir?” olmalı. Bu bir çırpıda ve kolayca yanıtlanabilecek bir soru değil. Ancak sivil toplum örgütleri deneyimimden yola çıkarak söylüyorum ki, örneğin bu örgütlere verilen onca kapasite geliştirme eğitimi vs içinde çalışan haklarının konu bile olmaması yahut fon sağlayıcı kuruluşların birçok şeyi –olması gerektiği üzere- sorguladığı hibe başvurularında çalışan hakları ile ilgili sorgu sual edilmemesi, mobbing ve yıldırma karşıtı politika belgelerinin önemsenmemesi önemli bir problem. Dolayısıyla, bu aktörlerden de beklenen, sahip oldukları yaptırım gücünü kurumların birçok durumda görünmez olan bir emeğin sömürüsüne cevaz vermeyecek şekilde kullanmalarıdır.

Bitirirken, bir kez daha kişisel olana dönmek istiyorum. Yaşadıklarımdan ve işten çıkarıldıktan hemen sonra Sarah Ahmed’in Feminist Bir Yaşam Sürmek kitabını okumaya başlamıştım. Bu kitabın benim için ne kadar güçlendirici olduğunu not edeceğim. Zira, bu metni yayınladığımda bana yine “toplumsal fayda” argümanını hatırlatacaklara, son söz olarak Sara Ahmed’den bir alıntıyla yanıt vermek istiyorum:

“Şiddet içeren tarihlerin böylesine şiddetli bir ısrarla tekrarlanmamasını istemek veya en azından o tekrarı sağlayan koşullar hakkında sorular sormak aşırı hassas olarak addedilmek demekse, aşırı hassas olmamız gerekir.

Umutlarımızı şiddeti esas alan kurumlara dahil edilmekle özdeşleştirmeyi inatçı bir şekilde reddedeceğim.”[3]

[1] Universus Sosyal Araştırmalar Merkezi, Türkiye’de Sivil Toplum Örgütlerinde Gönüllü ve Ücretli Çalışan Haklarının Gözlem Raporu: Emek mi, Sömürü mü?, https://drive.google.com/file/d/1rhEmq90EEQo-C3bf_7sFflPtFJyPGYrU/view. Ayrıca bkz. Sivil Sayfalar’ın “Türkiye’de Sivil Toplum Çalışanı Olmak” başlıklı dosyası, https://www.sivilsayfalar.org/tag/turkiyede-sivil-toplum-calisani-olmak/

[2] Tecrübemin kavramsallaştırmasını sevgili arkadaşım Mert Tokur’la olan sohbetlerimize borçluyum, kendisine teşekkür ederim. Daha ayrıntılı bir tartışma için bkz. Annie Thebaud-Mony, Çalışmak Sağlığa Zararlıdır, çev. Ayşe Güren, Ayrıntı Yayınları:2012.

[3] Sara Ahmed, Feminist Bir Yaşam Sürmek, çev. Sümer Aydaş, Sel Yayıncılık:2018.

1 Yorum

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.