İsrailli kadınlara inanmayı ve cinsel şiddete karşı çıkmayı, İsrail’in Gazze’deki orantısız savaşını ve Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te artan şiddeti haklı çıkarmak ve desteklemekle eşitleyen mantığa karşı çıkmak için yazıyoruz. Bu mantık, cinsel şiddeti azaltmak ya da bu şiddetin mağdurlarına adalet ve hesap verebilirlik sağlamak konusunda hiçbir şey yapmıyor. Bunun yerine, Filistin halkını mülksüzleştirmeyi ve yok etmeyi amaçlayan sömürgeci ve ırkçı siyasi sistemleri ilerletmek üzere cinsellik istisnacılığını (sex exceptionalism) ve seçici öfkeyi harekete geçiriyor.

Fotoğraf: Alisdare Hickson

Heidi Matthews – Tanya Serisier[1]

Çeviren: Özlem Barın

Gazze’deki insanlık felaketi derinleşirken İsrail ve müttefikleri, devam eden askeri harekatı meşrulaştırmak için Hamas ve diğer Filistinli militan grup üyelerinin 7 Ekim’de uyguladığı cinsel şiddete ilişkin kanıtları tedavüle sokuyor. Güvenlik Konseyi 8 Aralık’ta ateşkes talep eden bir kararı geçirmeyi reddettiğinde İsrail hükümeti sözcüsü Eylon Levy şöyle bir tweet attı: “Hamas’ın tecavüzcü rejimini iktidarda tutmak için tasarlanan BM Güvenlik Konseyi kararını veto ettiği için Amerika Birleşik Devletleri’ne teşekkür ederiz.” Levy, Uluslararası Adalet Divanı’na İsrail’i soykırımla suçlayan başvurusunun ardından Güney Afrika’yı “tecavüzcü rejimle” suç ortaklığı yapmakla suçladı.

İsrailli politikacılar savaşı bitirmeyi tecavüze destek vermekle eşitlemeye çalışıyorlar; bu pozisyon İsrail’deki ve Batı’daki birçok liberal feminist tarafından en azından üstü kapalı olarak destekleniyor gibi görünüyor. #MeTooUnlessUrAJew ve #BelieveIsraeliWomen gibi hashtag’leri seferber eden İsrail ve liberal feministler, uluslararası toplumu ve özellikle Birleşmiş Milletler’i cinsel şiddet karşısında sessiz kalmakla suçladı. Bu suçlama, İsrail’in Birleşmiş Milletler misyonunun Dünya Siyonist Örgütü, Sheryl Sandberg vesaireyle “Seslerimizi Duyun” başlıklı bir etkinliğe ev sahipliği yapmak üzere bir araya geldiği 4 Aralık’ta resmileşti. Kampanya, “her yerde tüm insanların” “tek bir konuda hemfikir olması” gerektiğini, yani “tecavüzün asla kabul edilemez” olduğunu belirtmek üzere #UnitedAgainstRape etiketini kullanarak devam etti.

7 Ekim’de uygulanan cinsel ve başka türde şiddetin boyutuna ilişkin anlayışımız halihazırda kısmi ve eksik. İsrail savunucularının ve özellikle de New York Times gazetecilerinin sunduğu delillerle ilgili önemli sorular ortaya atılmış olsa da, burada doğrudan ilgilendiğimiz tartışma bu değil. Bunun yerine, İsrailli kadınlara inanmayı ve cinsel şiddete karşı çıkmayı, İsrail’in Gazze’deki orantısız savaşını ve Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te artan şiddeti haklı çıkarmak ve desteklemekle eşitleyen mantığa karşı çıkmak için yazıyoruz. Bu mantık, cinsel şiddeti azaltmak ya da bu şiddetin mağdurlarına adalet ve hesap verebilirlik sağlamak konusunda hiçbir şey yapmıyor. Bunun yerine, Filistin halkını mülksüzleştirmeyi ve yok etmeyi amaçlayan sömürgeci ve ırkçı siyasi sistemleri ilerletmek üzere cinsellik istisnacılığını (sex exceptionalism) ve seçici öfkeyi harekete geçiriyor.

‘Kadınlara İnanın’: Mağdurları kuklalaştırmak

#MeTooUnlessUrAJew kampanyası, BM Kadın Birimi’nin “aktif ve bilerek yanlış ve sinsi bir anlatı yaratmak için çalıştığını” ve antisemitik önyargı nedeniyle İsrailli ve Yahudi kadınların seslerini görmezden geldiğini iddia ediyor. Ancak Birleşmiş Milletler ve BM Kadın Birimi 7 Ekim’deki şiddeti görmezden gelmiş değil. BM Kadın Birimi ilk olarak 13 Ekim’de İsrailli sivillere yönelik saldırıları kınayan bir bildiri yayınladı ve bu saldırının “kadınlar ve kız çocukları da dahil olmak üzere siviller üzerindeki yıkıcı etkisine” ilişkin alarmda olduğuna dikkat çekti. Birleşmiş Milletler organları toplu olarak tüm tarafları uluslararası hukuka uymaları ve özellikle cinsel şiddet dahil olmak üzere sivillere yönelik şiddetten kaçınmaları konusunda uyaran çok sayıda bildiri yayınlamaya devam etti.

Gözden kaçırılmaması gereken nokta, #MeTooUnlessUrAJew kampanyası Birleşmiş Milletler’in söz konusu şiddete iddia ettikleri üzere tepki vermemesini kınarken, İsrail’in tam da bunu yapmak amacıyla kurulmuş olan Birleşmiş Milletler organlarıyla işbirliği yapmayı reddediyor olması. Uluslararası Ceza Mahkemesi Savcısı Hamas tarafından tutulan İsrailli rehinelerin aileleriyle görüşmüş olsa da İsrail, cinsel şiddet iddiaları da dahil olmak üzere, hem İsrail hem de Hamas tarafından 13 Haziran 2014’ten bu yana işlendiği iddia edilen uluslararası suçlara ilişkin mahkemenin devam eden soruşturmasında işbirliği yapmayı reddediyor. İsrail ayrıca, işgal altındaki Filistin topraklarında ve İsrail’de “13 Nisan 2021’e kadar ve bu tarihten bu yana” iddia edilen tüm uluslararası insani hukuk ihlallerini ve uluslararası insan hakları hukuku ihlallerini soruşturmakla görevli Bağımsız Uluslararası Soruşturma Komisyonu ile işbirliği yapmayı da reddetti. Bu soruşturmalar 7 Ekim olaylarının öncesine ilişkin olmasına rağmen, bu tarih ve sonrasındaki olayların araştırılması için uluslararası kabul görmüş bir yol sunmaktaydı.

Birleşmiş Milletler’in İsrailli kadınları dinlemediği suçlaması, bugüne kadar hiçbir kadının [7 Ekim’de, ç.n.] cinsel şiddete maruz kaldığına dair kamuya açık beyanda bulunmadığı gerçeğini göz ardı ediyor. İsrail savunucularının haklı olarak ısrar ettiği gibi bu, cinsel şiddetin yaşanmadığı anlamına gelmiyor. 7 Ekim’deki şiddet mağdurlarının çoğu öldü ve hikayelerini hiçbir zaman kendi sesleriyle anlatamayacaklar; diğerleri ise yıllarca, hatta belki asla kamuoyu önünde konuşamayabilirler. Ancak cinsel şiddete maruz kalmış olabilecek kişileri kuklalaştırıp kendi sözlerimiz onların ağzından çıkıyor numarası yaptığımızda ya da onlar adına konuştuğumuzu iddia ettiğimizde onların seslerine saygı göstermiş olmuyoruz. Bu, bağımsız soruşturmaların kasıtlı olarak engellendiği ve 7 Ekim’de bizzat şiddete maruz kalanların bir intikam savaşı arzuladığının bariz olmadığı bir bağlamda daha da geçerli. Gazze’de tutulan İsrailli rehineler buradaki şiddet nedeniyle ölmeye devam ederken, ailelerin çoğu ateşkes çağrısında bulunuyor.

​Tarihsel olarak, cinsel şiddet söz konusu olduğunda sessizleştirilmek ya da sözlerinden şüphe edilmek kadınların başına gelen tek şey değil. Özellikle çatışma ortamlarında, adlarına konuşulması ve araçşallaştırılmaları da vaki. Örneğin, 2011’de Muammer Kaddafi’nin askerlerine toplu tecavüzü teşvik etmek için Viagra dağıtıldığına dair iddialar, iddiaları doğrulayan herhangi bir mağdur ifadesinin bulunmadığı kabul edilmesine rağmen, dönemin Amerika Birleşik Devletleri Birleşmiş Milletler Büyükelçisi ve UCM Savcısı dahil olmak üzere geniş bir çevre tarafından yaygınlaştırıldı. Bu söylentiler, Güvenlik Konseyi’nin askeri müdahaleye verdiği desteğin oluşturulduğu asli bağlamı sağladı. Daha sonra Uluslararası Soruşturma Komisyonu’nun sivillere yönelik genel bir cinsel şiddet politikası olduğunun temellendirilemeyeceğini tespit etmesiyle bu iddialar çürütüldü, ama ancak savaş gerçekleşip bittikten sonra.

‘Kadınlara İnanın’, İsrail ordusuna (IDF), İsrail polisine veya güvenlik güçlerine, hatta feminist savunucular olduklarını iddia edenlere inanın anlamına gelmez ve gelemez. Judith Levine’in öne sürdüğü gibi, 7 Ekim’deki şiddetin gerçek kurbanları “propagandanın içinde kayboluyor; tel örgünün diğer tarafındaki ölüm tarlasında bulunan kadınların, çocukların ve erkeklerin acılarını meşrulaştırma argümanlarına indirgeniyorlar.” Propagandanın tehlikeleri, kırktan fazla bebeğin kafasının kesilmesi gibi zulümlere ilişkin görgü tanığı ifadelerinin önce ortaya atılıp sonra geri çekildiği, ama ancak geniş çapta yayıldıktan ve hatta ABD Başkanı Joe Biden tarafından tekrarlandıktan sonra geri çekildiği bir çatışma ortamında, özellikle açık.

Hızlı kınama çağrılarının ve yaşananlara ilişkin buyurgan açıklamaların aksine, mağdurlara yeterli maddi destek ve koruma sağlanarak konuşmaları için zaman ve alan tanıyan soruşturma çalışmaları zaman alır ve aktif çatışma koşullarında neredeyse imkansızdır. Örneğin eski Yugoslavya’da Uzmanlar Komisyonu tarafından yürütülen soruşturma yıllar sürdü ve ancak barış sağlandıktan sonra başlayabildi. İsrail, düşmanlıkları durdurmayı ve uluslararası adalet standartlarına uygun olarak yürütülen bağımsız bir soruşturmaya izin vermeyi reddederek, kendini Gazze’deki eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmekten korumaya öncelik veriyor. Sonuç olarak İsrail, adalet ve hesapverilebilirliğin tesis edilmesi imkanının yanı sıra mağdurların sesinin uluslararası sahnede duyulması imkanını da erteliyor, hatta potansiyel olarak ekarte ediyor.

Tecavüz tecavüzdür’: Sömürgeci öfke mantığı

Soruşturma çalışmalarının aksine, Hillary Clinton ve Sheryl Sandberg gibi savunucular yalnızca iki alternatif olduğu sonucuna varıyor: inkar ya da öfke. Çatışma sırasında tecavüze karşı Batı’nın tepkilerinin modern tarihi ise aksini gösteriyor. Bu tarih boyunca inkar ve kayıtsızlık, tecavüz iddialarının askeri saldırganlığı haklı çıkarmak için kullanıldığı seçici öfke ve ahlaki panikle bir arada var olageldi. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi propagandası, Sovyet askerlerini “Asyalı barbar sürüsü” ve subaylarını “Yahudi-Bolşevik tecavüzcüler” olarak tasvir eden ırkçı söylem yoluyla Sovyet güçleri tarafından tecavüz edilme korkusunu körüklemişti.

Sömürge bağlamlarında cinsel şiddet, uygar Avrupalılar ile barbar olarak ırksallaştırılmış ötekiler arasındaki karşıtlıkları harekete geçirerek sömürgeci gücün tahkimini meşrulaştıran “vahşet öykülerinde” sıklıkla kullanılan bir klişedir. Örneğin, Hindistan’daki 1857 sömürge karşıtı isyanı haberleştiren İngiliz medyası, İngiliz kadınlarına yönelik yanlış, abartılı ve sansasyonel cinsel şiddet haberlerini tekrar tekrar aktardı. Bu hikayeler genel olarak Hindistan halkına yönelik yaygın intikamcı şiddeti meşrulaştırmak için kullanıldı. Jenny Sharpe’ın açıkladığı gibi, “[k]adına yönelik şiddet görüntüleri aracılığıyla dile getirildiğinde Britanya yönetimine karşı bir direniş, özgürleşme mücadelesinden ziyade kontrol altına alınması gereken medeniyet yoksunu bir patlamaya benziyor.”

Benzer anlatılar Afrika’daki çatışmaların Batılı temsillerinde de ortaya çıktı. Hindistan’da olduğu gibi, bu temsiller sıklıkla cinsel sakatlama da dahil olmak üzere aşırı şiddetin neredeyse gösterisel anlatılarına dayanıyor. Eleştirel feminist akademisyenler, örneğin Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki çatışmanın baskın temsilleri çerçevesinde bu süreci “barbarlık, cinsel sakatlama ve yamyamlık” klişelerine aşırı derecede bağımlı olduğu gerekçesiyle eleştirdiler.

İsrailli yetkililer, Güney Afrika’nın soykırım davasında belgelendiği gibi, ısrarlı biçimde kendilerinin Batı medeniyetini barbar Filistinlilere karşı savunduklarını ileri sürdü. Başbakan Binyamin Netanyahu, Knesset’te yaptığı konuşmada savaşı “ışığın çocukları ile karanlığın çocukları arasındaki, insanlık ile orman kanunları arasındaki bir mücadele” olarak nitelendirdi. Yukarıdaki örneklerde olduğu gibi, bu tasvirler, örneğin bir militanın bir kadına tecavüz ederken memesini kestiği ve diğer militanların bununla oynadığına dair bir görgü tanığının asılsız anlatımı gibi şaşaalı hikayelerin tekrarı yoluyla destekleniyor. Eğer bu iddia cezai standartta kanıtlansaydı, şüphesiz bir savaş suçu teşkil edecekti. Ancak Birleşmiş Milletler uzmanlarının yakın zamanda işaret ettiği gibi, 7 Ekim’de insanlığa karşı işlenen suçlar için bağlamsal gerekliliklerin mevcut olup olmadığının belirlenmesi için daha fazla araştırmaya ihtiyaç var. Bu hikayeler, sistemik şiddetin açık bir kanıtı olarak işlev görmek yerine, hem medeniyete karşı barbarlık klişisesinin içinden işliyor hem de bu klişeyi güçlendiriyor.

Bu medeniyet söylemi, Arap erkeklerini cinsel açıdan sapkın ve açgözlü olarak gören Oryantalist Batı tahayyüllerinin uzun hikayesinden ve Arapları ve Müslümanları beyaz veya Batılı kadınlara kafayı takmış cinsel şiddet yanlısı ‘teröristler’ olarak gösteren çağdaş söylemlerden kaynaklanmakta. Yohai Hakak, bu klişelerin İsrail’de Filistinli, özellikle de Müslüman erkekler ve Yahudi kadınlar arasındaki cinsel temas konusunda süregiden ahlaki paniği nasıl körüklediğini anlatıyor. Aşırı sağcı, melezleşme (bir başka deyişle, bir Filistinliyle bir Yahudinin çocuk yapması, ç.n.) karşıtı grup Lehava, işgal altındaki Filistin topraklarında yaşayan Yahudi kadınları çıkarmak için bolca reklamı yapılmış yarı askeri kurtarma operasyonları düzenledi ve Yahudi kadınların, Arap doktorlarla ilişki geliştirmesinler diye hastanelerde gece nöbetlerinde gönüllü çalışmalarını yasaklayan bir politika oluşturulması için Ulusal Hizmet İdaresine yönelik (sonuçta başarıya ulaşan) lobi faaliyetleri yürüttü.

Bu kampanyanın son adımı Temmuz 2023’te, Yahudi bir İsrailli kadının Filistinli bir erkek tarafından tecavüze uğradığı, dikkat çeken bir vakanın ardından atıldı. Buna yanıt olarak Knesset, özel bir cinsel şiddet kategorisi oluşturan yeni bir yasayı kabul etti: “milliyetçi motivasyonlarla” işlenen cinsel saldırı ve cinsel taciz. Bu suçlar artık “cinsel terörizm” olarak kabul ediliyor ve 2016 tarihli terör yasası kapsamında, ömür boyu hapis cezası ile yargılanabiliyor. Irkçı bir hedefi olan bu yasalar, yukarıdaki vakada hayatta kalan kadının kendisinin ve bu yasayla Parlamento’nun Yahudi İsrailli erkeklerin tecavüzünden sağ kurtulan İsraillilerin adaleti ve sempatiyi daha az hak ettiğini kabul ettiğini söyleyen feminist grupların sesli muhalefetine rağmen yürürlüğe kondu. Dana Frank’ın Haaretz’de öne sürdüğü gibi, İsrail’deki cinsel şiddet iddialarının şu anki seferberliği, İsrail devletinin militarist ve ırkçı gündemlerini ilerletmek için feminist dili suistimal ediyor.

‘Sadece Tek Bir Şey’: Cinsellik istisnacılığı ve İsrail istisnacılığı

Sheryl Sandberg bu çatışmayla ilgili olarak şöyle bir beyanat verdi: “Ortadoğu’da ne olması gerektiğine inanırsanız inanın, hangi yürüyüşlere katılırsanız katılın ya da hangi bayrağı taşırsanız taşıyın, hepimizin hemfikir olabileceği bir şey var: tecavüz asla bir savaş eylemi olarak kullanılmamalıdır.” Bu açıklamaları yaparken, giderek bir önkabul haline gelen şu pozisyonu ortaya sürüyor: Savaşta cinsel şiddete ilişkin kaygılar, çatışmanın daha geniş siyaseti veya adaletine ilişkin kaygıların önüne geçmelidir.

Bu, cinsellik istisnacılığının militarize edilmiş bir versiyonu – “cinsellik ve cinselliklerin içsel olarak diğer tüm insan faaliyetlerinden ve çalışma konularından farklı olduğu fikri.” Bu nedenle cinsel suçları diğer suçlardan farklı ve daha kötü olarak değerlendiriyor ve yoğun cezalandırıcı tepkileri meşrulaştırıyoruz. Savaş bağlamında cinsel şiddet iddiaları, yürütülen düşmanlığa halkın desteğini artırmak için kullanılıyor. Karen Engle, 1990’lardan bu yana “tecavüzün güç kullanımı için en sık başvurulan nedenlerden biri haline geldiğini” belirtiyor.

Cinsellik istisnacılığı İsrail istisnacılığını kolaylaştırıyor ve İsrail’in İsrailli kadınlara ve kız çocuklarına yönelik saldırıların intikamını şiddet yoluyla, uluslararası hukuk normlarından azade biçimde alma hakkını meşrulaştırma işlevi görüyor. Hamas’ın uyguladığı cinsel şiddetin “gaddarlığının eşi benzeri görülmemiş” olduğunun her yinelenmesi, dünyayı Gazze’deki yıkım sahnelerini kabul etmeye davet ediyor. Cinsellik istisnacılığı kolektif cezalandırma, açlık ve Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs sakinlerinin yok edilmesi konusunda hemfikir olamasak da “tek bir konuda” hemfikir olmamız gerektiğinde ısrar ediyor.

İronik bir şekilde, cinsel şiddeti azaltmak şöyle dursun, bu mantık kadınları ve kız çocuklarını orantısız bir şekilde etkileyen şiddetin daha fazla üretilmesini desteklemekte. Janet Halley’in uyardığı gibi, “tecavüzün yoğun ve spesifik olarak yasaklanması tecavüzü silah haline getirebilir… özel yasa altına alınması tecavüze dayalı, tecavüzün tekrarlandığı başka bir savaşı güçlendirebilir.” İsrail’in Gazze kuşatmasının Filistinli kadın ve kız çocuklarının cinsel şiddete karşı halihazırda artan savunmasızlığını artırdığı, İsrail savunucularının karşı çıktığı BM Kadın Birimi raporlarının önemli bir vurgusuydu.

Odağın cinsel şiddet üzerine yerleştirilmesi, işgalin günlük işleyişinde İsrail güçlerinin Filistinlilere karşı uyguladığı yaygın cinsel şiddeti de arka plana itiyor. Bu şiddet, sıcak çatışma yerine “hapishaneler, mahkeme salonları ve soruşturma odaları gibi daha az görünür alanlarda” meydana geliyor ve bu da bu şiddeti görmezden gelmeyi ve silmeyi kolaylaştırıyor. 2021’de kamuoyuna açıklanan, Filistinlilere tecavüz etmek ve onları cinsel eylemlere zorlamak için iktidar konumunu defalarca istismar etmekten suçlu bulunan bir IDF Sivil İdare memurunun davası, pek çok örnekten sadece bir tanesi.

Bu hikayeler anaakım medyaya ulaşsa bile neredeyse hiçbir zaman uluslararası öfkeye konu olmuyor. ABD’nin İsrail’e silah satışı nedeniyle istifa eden ABD Dışişleri Bakanlığı çalışanı Josh Paul, 4 Aralık’ta CNN’den Christiane Amanpour’a konuştu. Dışişleri Bakanlığı’nın Filistinli bir hayır kurumundan İsrail’de gözaltında tutulan 13 yaşındaki Filistinli bir çocuğa tecavüz edildiğine dair güvenilir kanıtlar aldığını açıkladı. Paul’a göre, Dışişleri Bakanlığı iddiayı İsrail’e bildirdiğinde IDF, hayır kurumunu terör örgütü ilan etti; ofislerine baskın düzenledi ve bilgisayarlarına el koydu. Medyanın İsrail/Filistin ve cinsel şiddet meselesine yoğun ilgi gösterdiği bir ortamda bile, Paul’un açıklaması kınamaya yol açmadı ya da fazla ilgi uyandırmadı.

Filistinlilere yönelik cinsel şiddeti kınamak ve hatta kayıt altına almak konusundaki isteksizlik, İsrail’in gözaltı uygulamalarındaki cinsel şiddete ilişkin çok sayıda birinci şahıs ifadeleri de dahil olmak üzere kapsamlı kanıtlara rağmen devam ediyor. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Ofisi, 7 Ekim ile 27 Aralık 2023 tarihleri arasında İç Güvenlik Güçlerinin, cinsel organlara vurulması, videoya çekilen zorla soyulma, cinsel küfürler, tecavüz tehditleri gibi cinsel ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddet biçimleri içeren toplu tutuklamalar gerçekleştirdiğini bildirmekte. Benzeri raporlara artık İsrail güçleri tarafından çekilip yaygınlaştırılan, elleri gözleri bağlı ve yarı çıplak Filistinli erkek ve oğlan çocuklarını gösteren kapsamlı bir fotoğraf ve video arşivi eşlik ediyor. Bazı vakalar için IDF bu kişilerin çoğunluğunun sivil olduğunu doğruladı.

İsrail, Uluslararası Adalet Divanı’nda resmen soykırımla suçlanırken,[2] savaş zamanındaki tecavüze ilişkin seçilmiş ve gösterişli iddiaların hepimizin üzerinde hemfikir olduğu “tek şey” olmasına izin veremeyiz. İsmini hak eden herhangi bir feminizm sivillerin bombalanmasını, zorla nakledilmesini ve yiyecek, su ve ilacın verilmemesini cinsel şiddetin intikamı olarak meşrulaştırmayı reddetmelidir. Dahası, cinsel ve diğer şiddet türlerinin daha fazla artmasını engellemeye çalışmalıyız ve bu, 7 Ekim öncesindeki günlük işgal şiddetini de hesaba katmamız anlamına geliyor.

Bu yazının orijinali 16 Ocak 2024’te CounterPunch sitesinde yayınlandı.

[1] Heidi Matthews, Toronto’daki York Üniversitesi Osgoode Hall Hukuk Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışıyor. Uluslararası hukuk, ceza hukuku, hukuk ve cinsellik alanlarında araştırmalar yapıyor ve ders veriyor. Hali hazırda sömürgeci soykırımı inceleyen disiplinlerarası bir araştırma projesinin yürütücülüğünü yapıyor. Tanya Serisier, Londra Üniversitesi Birkbeck Koleji Sosyal Bilimler Okulu’nda Feminist Teori alanında ders veriyor. Cinsellik ve cinsel şiddetin kültürel politikaları üzerine yayınlar yapıyor. Speaking Out: Feminism, Rape and Narrative Politics kitabının yazarıdır.

[2] Çevirinin yayınlandığı tarih itibariyle Uluslararası Adalet Divanı İsrail’in Gazze’deki Filistinlilere karşı soykırım uyguladığının akla yatkın olduğuna hükmetti.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.