Adile’nin 14 yaşında ilk gerçek oyunculuk deneyimi de bir tiyatro oyununda makyajla yaşlandırılıp “anne” rolü oynaması ile başlamış. İlk rolünün de sonraki rollerinin de “yaşlı kadın”, “anne” rolleri ile sınırlı, kadın kimliğinin ön plana çıktığı rollerin de az sayıda olması ile Adile’nin, yaratılan yıldız imajının dışında kaldığına şahit oluruz.
Yeşilçam müzikleri duyduğu anda aklına film kareleri gelmeyen var mı? Bu yazıyı da okurken fonda o müzikleri döndürebilirsiniz. Yeşilçam toplumsal kodları, erkek egemen bakışı ve heteronormativiteyi yeniden üretiyor evet, bununla ilgili sayfalarca yazabiliriz, ama yine de izlerken keyif almıyor muyuz? (Yıllar yıllar sonra feminist bilinçlenmenin ardından “Ah Nerede Vah Nerede” izleyip Tarık Akan’ın çimenlere uzanmış uyuyan Gülşen Bubikoğlu’nu öpmesinin “taciz” olduğunu fark ettiğinde kalbi kırılanlar eklesin… Aynı filmde intikam için kadın dayanışmasında buluşan kadınların Tarık’ı bırakıp birbiriyle sevgili olmasını bekleyenler de eklesin…).
Yazımız okunurken öneri şarkı: mücella-bulutsuzluk özlemi
Yeşilçam’ın oluşumu, işleyişi ayrıca bir yazının konusu olacak genişlikte ama biz Sibel Öz’ün “Oyuncu – Yeşilçam Yıldız Sisteminde Bir Anti-Yıldız: Adile Naşit” kitabından referansla Adile Naşit’e odaklanmak istiyoruz (Öz’ün kitabında Türkiye’de tuluat sanatından sinemaya, azınlıkların Yeşilçam’daki durumuna, siyasi atmosferle Yeşilçam’ın da yaşadığı dönüşüme, sinemadaki önemli ekollere dair oldukça güzel, detaylı bir anlatısı var ancak buna da girmeyeceğiz. Ayrıca Şokopop’un Yeşilçam bölümlerini de öneririz diğer detaylar için). Ne biz onun kuzucuklarıyız ne de o bizim Adile ablamız, teyzemiz. Yok yahu, şöyle bir kadın kadına oturup iki lafın belini kırmak istiyoruz! Acaba o çok sevdiğimiz Adile’yi, ona toplumun yüklediği makbul rollerle bir kar küresine sıkıştırmış olabilir miyiz? Böylesine iyi bir oyuncuyu ömrü boyunca tek bir rol oynamaya mahkum etmiş olabilir miyiz?
Bedene ve imaja sıkıştırılmış yıldız
Sibel Öz bu kitabında Yeşilçam’ın oluşum sürecini, siyasi, ekonomik ve sosyolojik dönüşümlerle aldığı şekilleri, oyuncularını ve oyuncuların toplumla ilişkisini ve tüm bu çerçevenin içinde Naşit ailesi ile Adile Naşit’in bu çerçevedeki yerini anlatıyor bize.
Özellikle kırsaldan kente göçün arttığı dönemde yükselmeye başlayan Yeşilçam’da didaktik öyküler ve tek boyutlu karakterler ile melodram ön plandadır. Öz’e göre devlet, sahne sanatları ve orkestralara maddi destek sunarken sinema alanı ticari ilişkiler içinde gelişmeye bırakılmıştır. Bu durum da çıkan ürünlerin izleyici beklentilerine göre şekillenmesine sebep olmuş, sonunda da aynı oyuncuların benzer roller içerisinde defalarca izlendiği bir sistem ortaya çıkarmış. Yeşilçam’ın dört yapraklı yoncası Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Fatma Girik’ten beklenen, onlara atanmış rollere uyum sağladıkları filmlerdir örneğin. Seyirci konudan çok oyuncular için sinema salonlarını doldururken yıldız imajı ve “yıldız sistemi” de bu yönde şekillenmiş.
Öz, yıldız imajını hem kapitalizm açısından hem de toplumsal cinsiyet açısından incelerken sinemada kadın temsilinin, kadın yıldız imajının toplumun tüketim şekillerinin yanında erkek egemenliğinin ürettiği kalıplara göre de belirlendiğini ifade ediyor. “Yıldız biraz da bedenidir ve yaratılan imaj, beden politikalarının en billurlaşmış halini ifade eder.”
Bu Yeşilçam sisteminde standart bir kadın bedeni, güzelliği ve kişiliği ideali, sinemada da vücut bulur ve yıldız imajı, toplumun bu standartları yönünde gelişir. Bu standartların her döneme göre değiştiğini biliyoruz ancak kitapta da belirtildiği üzere oyuncunun, yıldızın “arzu nesnesi” olma hali aynı kalıyor. Erkek egemenliğinin var olduğu bir sektör olan sinemada arzu nesnesi olan kadın, bu erkek egemenliğinin, erkek fantezisinin yönlendirdiği bir imaja ulaşıyor. “…kadın bedeninin ‘erkek dünyası’na sunumu hem boyut kazanmakta hem de oldukça önemli bir ideolojik işlev görmektedir.” Oyuncu, filmlerde arzu nesnesi haline gelirken toplumun beklentisi, özel yaşantısında da “makbul kadın” olmasıdır.
Erkeklerin arzu ettiği kadın temsili, kadın seyircilerin rol modeli, ulaşmak istediği standart olur. Yeşilçam melodramlarında da kadın rollerine baktığımızda iyi-kötü ikiliği temelinde, kadınlar arasındaki imgesel ayrımı, davranışsal farklılıkları görürüz; iyi kadın masumdur, fedakar-cefakar bir annedir, erkeklerin çizdiği sınırlar içerisinde, onların belirlediği kalıplara göre davranır ve bu kalıpların dışına çıkmak istediğinde kötü erkeklerle, kadınlarla karşılaşarak masumiyetin kaybolduğu bir kişiliğe dönüşür. Kötü kadın ise bol makyajlı, kırmızı rujlu, kahkaha atan, erkeklerle çok haşır neşir dostluk eden, sevişen, dans eden, sigara-içki içen (aman tanrım rüya gibi bir hayat) ve masum kızları “kötü” yola düşüren kişilerdir (şoko parti). Çoğunlukla da batıyı çağrıştırmasıyla sarışındır (Filiz Akın sarı saçlarıyla “iyi kadınlar” ligindeki ender isimlerdendir).
Öz’ün çalışmasına göre kadınların Yeşilçam’daki bu imajı zaman içerisinde farklılık gösteriyor. Bahsettiğimiz bu ikilik 1950’lerin konusu iken 1960’larda bunların yanında (yeni anayasanın sağladığı özgürlükler sayesinde) köylü kadınların sorunlarına, kadın cinselliğine ve kadınların yaşadığı baskılara da yer veriliyor.
1970’lerde ise sektörün yaşadığı krizden dolayı seks filmleri furyası başlarken bu furyada kadın bedeninin metalaşması daha da şiddetli bir hal alarak tamamen cinsel nesne imajına dönüşüyor. Seks filmlerinin yükselmesiyle birlikte sektör, yıldız kadınların da filmlerde soyunmasını, öpüşmesini beklediğinden “iyi ve kötü özellikleri birlikte barındıran kadın temsilleri” ortaya çıkıyor. Öz, bu yıldız kadınların toplumsal cinsiyet rollerinin pekişmesinde önemli rol oynadığını vurgularken “yıldızlık sunağındaki kurban” diyerek mağdurlaştırıcı bir dil kullanıyor. Ancak burada bir es vermek lazım;
Aysel Gürel röportajlarında patriyarkal düzende istediklerini gönlünce yapabilmek için bir baş etme yöntemi olarak “evet ben deliyim” demeyi tercih ediyor. Kendi seçtiği bu tanımla da kendisine hareket alanı sağlıyor (1) (all hail the queen). Banu Alkan gibi güçlü bir kadının da “aptal sarışın” imajını “kullanarak” aynı yöntemi uyguladığını söyleyebiliriz. Yeşilçam oldukça erkek egemen bir yapıyken kadın oyuncuların 70’ler sürecinde erotizm dozu artan filmlerde oynamalarını mağduriyet üreten bir yerden değil, bu güçlü kadınların sektörle baş etme stratejileri olarak okumak gerekiyor. Diğer yandan erotik filmlerde veya seks filmlerinde oynayan oyuncuların da kurbanlaştırılması, bu kadınların iradesini görmezden gelmek anlamına da geliyor.
Bu erkek egemenliğinin yarattığı baskıya, kadınların var olma çabasına, yaş farkının çok fazla olduğu ilişkileri, evlilikleri örnek veriyor Öz: Fatma Girik-Memduh Ün (16-40), Türkan Şoray-Rüçhan Adlı (17-38) gibi.
“…sözü edilen yıldızlar, erkek egemen bir sektörde korunma, himaye edilme ihtiyacıyla ya da usta, patron, baba ilişkileriyle açıklasalar da ortaya çıkan sonuç kadının adeta ‘kapatılmasıdır’”, “bu ilişkilerde ve evliliklerde, kadınlar yıldız bile olsa geleneksel rollerin içindedir” şeklinde ifade ediyor. Aslında burada da bir açıdan patriyarka karşısında hayatta kalma yöntemlerinden bahsetmek mümkün. Patriyarkanın tahakküm biçimlerinden biri evlilik evet; demek istediğimiz, sinema-tiyatro-sanat sektöründeki erkek tahakkümü karşısında bu ilişkiler, kadınların burada var olmak için kullandıkları bir araç olabilir mi?
Bahsedilen bu kadın yıldız imajı, Yeşilçam’ın geneline dair bir okuma olarak değerlendirilebilirken Öz, bu sistemin içinde farklı bir renkten bahseder. Evet bildiniz! Bu yıldız sisteminde bir başka gönülçelen: Adile Naşit, nam-ı diğer Adela.
Kuşaktan kuşağa altın kızlar
Tiyatronun, kantonun, sinemanın, müziğin gırla olduğu bir aile Naşit ailesi.
Adile’nin babası Naşit Bey ne kadar önemli bir figürse anneannesi Verjin de o kadar önemli bir yere sahip bu hikayede. “Adile Naşit’in anneannesi ‘Küçük’ lakaplı Verjin, pek çok kaynakta ülkemizdeki ilk Rum kantocu olarak bilinir”. O dönemde Müslüman Türk kadınlarının sahneye çıkışı yasak olduğundan Gayrimüslimlerin önemli bir yeri vardır tiyatroda.
Verjin, kantocuların piri Peruz Hanım’ın keşfettiği ancak yoluna kendi yeteneğiyle devam eden, güzel, çekici, hayat dolu, cıvıl cıvıl ve “ikinci marka sigara tüttürmeyi seven” bir kadındır (yukarıda bahsettiğimiz kötü kadın imajına ne kadar benziyor değil mi? Belki de Adile’nin anti-yıldızlığı ta buradan başlıyordur. Kitapta alıntılanan bir anıya göre Adile de masaya koyarmış rakısını, açarmış tekstini, cin gibi zekasıyla yalayıp yutarmış tüm sahneleri. Yeğeninin söylediğine göre (2) çok güzel rakı içermiş Adoş: susuz, üç buzlu ve maltepe sigarası ile. Ve sarhoş olduğu da görülmemiş, HEYT BE ADOŞ!).
Türkçesi çok iyi olan Verjin’in, 20. yy başında en iyi üç kantocu arasında yer aldığı yazıyor. Verjin o kadar önemli bir figür ki bu Naşit hikayesinde, 1964 yılında öldüğü zaman “Direklerarası’nın son direği yıkıldı” yazılmış. Verjin kendi kişiliği ile kendi duruşu, kimliği ile varlığını kabul ettirmiş. Böylece Verjin’in bir parçası Adile’nin bu kimliğinde yerini bulmuş olmalı.
Adela’nın annesi Amelya Hanım da kantocudur. Kantocu Amelya Hanım ile Komik-i Şehir Naşit Bey’in kızı Adile ve abisi, çocukluklarını tiyatro kulisi, salonu ve fuayesinde geçirmiş, çok küçük yaşta ev ahalisi karşısında babalarını taklit ettikleri oyunlar sergilemişlerdir. Hem sanatın birçok dalını hem de etnik anlamda bir yelpazeyi barındırır bünyesinde Naşit ailesi. İşte Adile, bu sanatçı ailede büyüdü ve hem tiyatroda hem de sinemada adını asla unutamayacağımız bir kişiye dönüştü.
Adile Naşit’in anti-yıldız öyküsü
Çocuk yaşlarda tiyatro ile tanışan Adile Naşit’in sinemada ilk defa görünmesi 1940’larla olur. 14 yaşında ilk gerçek oyunculuk deneyimi de bir tiyatro oyununda makyajla yaşlandırılıp “anne” rolü oynaması ile başlamış. Öz’ün kitabında da Adile’nin kendi aktarımından benzer durumun devam ettiğini görüyoruz “… 25 yaşında idim; ama bana verilen rol Gülriz Sururi’nin annesi rolüydü ve 65 yaşında bir kadını canlandırıyordum”. Adile’nin ilk rolünün de sonraki rollerinin de “yaşlı kadın”, “anne” rolleri ile sınırlı, kadın kimliğinin ön plana çıktığı rollerin de az sayıda olması ile Adile’nin, yaratılan yıldız imajının dışında kaldığına şahit oluruz (3). Öz bu noktada “Ah Nerede” filmindeki Huriye karakterine atıf yaparak Adile’nin kadın kimliğinin öne çıkarıldığı durumlarda da evde kalmış, erkek delisi bir kadın olarak vücut bulduğunu söyler. Huriye aslında flörtöz, kendine bakmayı da bakılmasını da seven, yer yer şuh yer yer saf bir kadındır ve belki de abisi olmasa arzularını yaşamasını sağlayacağı tek şey evlilik olmayacaktır. Aslında bizce Huriye karakteri farklı kadın kimliklerinden biridir ancak Orhan Aksoy, Huriye karakterinde hem toplumun kadın için makbul gördüğü kuralları çiğner (Huriye açık seçik şarkılar söyler, erkeklere göz süzer, flört eder) hem de bu kuralları yeniden üretir (o kadar “güzel” kadın dururken jönümüzün Huriye ile evlenmesi ceza olarak görülür). Adile Naşit’in sinemanın yıldız imgesinin güzellik ölçülerine uymaması ile anne veya annevari, çok çok da güldürü unsuru olarak “evde kalmış erkek delisi” rollerine hapsedildiğini söyleyebiliriz.
Adile’nin babası Türk, annesi de anne tarafından Ermeni, baba tarafından Rum’dur. Öz, kitabında “Türk sinemasında gayrimüslim oyuncuların özellikle sinemamızın ilk dönemlerinde ‘öteki’ olarak konumlandırılmaları, onlarla ulus ya da ulusal sinema arasında konulmuş mesafeyi işaret eden bir geleneğe dönüşmüştür adeta.” diyor. Bununla paralel olarak da Adile’nin bu dönemde “Ermeni Madam Siravuş” rolünde kamera karşısına geçtiğini görüyoruz. İlk evliliğini Ziya Keskiner ile yapıyor ve bu evlilikten de bir çocuğu oluyor. Kitabın ilerleyen bölümlerinde çocuğunun hastalığı ve ardından kaybına bağlı olarak Adile sık sık oğluna sevgisi ile anılır. Bu da kitapta yer yer sadece anneliğine odaklanıldığı hissine sebep oluyor.
1960’larda Yeşilçam filmlerinde rolleri artıyor, daha çok da Muammer Karaca Tiyatrosu’nda yıldızının parladığı, seyircinin alkış kopardığı bir oyuncu oluyor. 1970’lerde Adile Naşit, Yeşilçam seyircisinin en sevdiği isimler arasına giriyor. Bu dönem filmlerini özetlemek için sadece başlıklarını söylememiz yeterli olacaktır: “Gülen Gözler”, “Aile Şerefi” (ya o zengin aile çocuğunun saçlarını bir güzel yolmak istemeyen var mıydı?), “Neşeli Günler”, “Oh Olsun”, “Ah Nerede”, “Bizim Aile” … 1980’lerde “masalcı teyze” rolüne bürünmüştür artık. 11 Aralık 1987 tarihinde de şen kahkahalı o Adile’yi kanser sebebiyle kaybederiz.
Öz’ün kitabında da belirtildiği gibi “popüler olmasıyla birlikte sinemada belli bir rolle ve imajla sınırlandırılmıştır”. Bu da bizleri çok başarılı bir tiyatro oyuncusunu, daraltılmış bir oyunculukla izlemeye mahkum etmiştir.
Senin annen bir melekti yavrum
Yazıyı daha fazla uzatıp okuyucu uyutmak istemediğimiz için inanılmaz yoğun ve dolu dolu geçen sinema ve tiyatrosu üzerine çok kısa bir özet paylaşabildik. Bu anlamda kitabı okuyacak olanlar çok daha fazla detaya ulaşacaktır.
Adile Naşit’in muhteşemyus oyunculuğu, yıldız imajında açtığı gedik, yaşadığı ekonomik veya sosyal zorluklar elimizi kalbimize götürmemize yol açıyor Öz sayesinde. “Makbul kadın imajına sıkıştırılmış Adile Naşit nasıl bir kadındı acaba? Cinselliğe nasıl bakıyordu, nasıl yaşıyordu? Sevgilileri, aşkları, arzuları ne biçimdi?” merakımızla hemen edindiğimiz bu kitap, Adile’nin tiyatro yolculuğuna bizi de bir eşlikçi olarak davet ederken aslında merak ettiğimiz diğer şeyleri -arzuları, cinselliği, aşkları- pek de odağına almıyor/alamıyor. Oyunculuk serüveni üzerine oldukça keyifli bilgiler paylaşan kitapta maalesef “çocuk sevgisinden beslenen”, çok iyi bir anne olan Adile tasvirinde, kadın Adile kayboluyor sanki. Yeşilçam’ın yıldız sisteminin parlayan kadınları, makbul evlilikleri ile toplumsal cinsiyeti beslemeleri açısından eleştirilirken yıldız imajında aranan o “makbul kadınlığın” olmadığı anti-yıldız Adile’nin anneliği kitapta sık sık güzelleme şeklinde vurgulanıyor. Fe Hali’nin 17.06.2021 tarihinde Sibel Öz ile gerçekleştirdiği keyifli atölyede, Öz bu durumu açıklarken ulaştığı kaynaklar ve gerçekleştirdiği röportajlarda kişilerin bunu çok sık vurgulaması sebebiyle kitaba da öyle yansıdığını paylaştı.
Öz’ün kitabı oldukça keyifle bir solukta okunuyor, Yeşilçam bir film şeridi gibi gözlerinizin önünden akıyor. Detayları ile adeta yolculuğa çıkarıyor. Ve fekat Adile ile bir rakı masasında oturup aşklarından, arzularından, anneliğinden değil kadınlığından bahsetsek, kahkahaları ile sahne arkasındaki duygularından sohbet etsek mesûd olmaz mıydık kuzum?
Bonus: kavuk düştü kel göründü
Şu çok konuşulan kavuk da nereden çıktı Adile Naşit’e değinmek istediğimiz yazıda? (Laf lafı açıyor). Komik-i şehir Naşit Bey’in (4) kavuğu çocuklarına yâr olmadan sırayla birçok oyuncuya geçmiş, geçmeye de devam ediyor. İsmail Dümbüllü, Münir Özkul, Ferhan Şensoy, Rasim Öztekin ve güncelde ise Şevket Çoruh… fark edildiği üzere kavuğa bir kadın eli değmemiş adeta… Tiyatronun sürekliliğinin bir temsili olarak görülen bu kavuk devretme töreni, bu gelenekte kadının bulunduğu konuma da işaret ediyor aslında. Hatta son kavuk sahibi, cüreti bir adım öteye götürüp oldukça “parlak” önerisiyle gelmiştir “Kadınlar da bir komisyon kursunlar, ne bileyim ‘altın yazma’ diye bir gelenek çıkarsınlar”!!!
Notlar
(1) https://www.hurriyet.com.tr/kelebek/ben-ozgurum-onlar-deli-diyorlar-39139675
(2) Öz’ün kitabı basılmadan önce Adile’nin yeğeni Naşit Özcan bir röportaj vermiş: https://www.gazeteduvar.com.tr/hayat/2018/06/17/nasit-ozcan-halasi-adile-nasiti-anlatti-adile-nasitin-siyasi-kimligi-cocuklardir
(3) Öz’e göre Naşit Bey’de sorgulanmayan şeyler, Adile Naşit’e gelince büyük duvarlara dönüşmüş, güzellik ölçütüydü, boyuydu, kilosuydu derken onu belirli tiplemeleri canlandırmaya sabitlemiştir.
(4) Öz’ün kitabından aktarımla (sf. 207-208), Adile Naşit şöyle diyor: “Babamdan kalan hiçbir şey yok ki elimizde. Öldüğünde borç içindeydi. Bütün gardırobu satıldı. Hatta adına tiyatro ödülü konan rahmetli İsmail Dümbüllü’nün Münir Özkul’a kalan kavuğu da yanılmıyorsam, babama aittir”.
(5) Sibel Öz’ün kitabı üzerine yaptığı bir söyleşi:
http://www.agos.com.tr/tr/yazi/23766/adile-nasiti-bu-kadar-sevmemizin-nedeni-aslinda-bize-benzemesi