Cogito’nun Utanca Bakmak sayısındaki “Su Altında Kalanlar, İnançlılar, Dövüşenler, Failler, Umursamayanlar ve Utancın Katmanları” isimli yazısında Özgür Sevgi Göral utancı faşizm, şiddet ve direniş üzerinden ele alıyor ve dünyanın farklı dönem ve bölgelerinden bugüne taşınanları birbiriyle ilişkili bir biçimde bize aktarıyor. Gözlerimizin önünde Filistin yok edilirken bugün utancı, onun siyasetle bağını ve bize düşenleri Özgür’le konuştuk.

Performance Still (Roadworks), Mona Hatoum

Anja Meulenbelt ünlü Utanç Bitti kitabında, mücadele etmenin utançtan kurtulmanın en önemli yollarından biri olduğunu söyler, diyorsun. Yazar hangi mücadeleden söz ediyor ve nasıl bir ilişki var utanç ve mücadele arasında?

Meulenbelt’in sözünü ettiği mücadele feminist mücadele ve politika. Kitabı ilk okuduğumda, 20’li yaşlarımın başında bir feministtim ve okurken nasıl büyülendiğimi iyi hatırlıyorum. Meulenbelt’in açıklığı, dürüstlüğü, kendi tecrübelerini, inişlerini ve çıkışlarını, partnerleriyle ve çocuğuyla olan ilişkilerinin pürüzlerini bu kadar sarih bir biçimde ortaya koyması beni çok etkilemişti. Utanç üzerine bir yazı yazmaya karar verdiğimde aklıma gelen ilk metin Utanç Bitti oldu.

Yazıda da anlatmaya çalıştım, feminizm bu konuda muazzam bir donanıma sahip olsa da aslında “biz başka alem isteriz” diyen tüm kurtuluş hareketleri için utancın bir türüyle mücadele etmek çok temel bir önem taşıyor. Ezilen ve sömürülenlerin bedenlerinden, konumlarından, kelimelerinden, üzerlerindeki sınıfsal işaretlerden, cinsel yönelimlerinin farkedilir olmasından, bu dünyadaki oluş şekillerinden, yani aslında kendilerinden utanması, hiyerarşik toplumsal formasyonların sistematik olarak ürettiği bir duygu. O nedenle farklı feminizmler, işçi sınıfı hareketleri, LGBTİ+ mücadeleler, sömürgecilik karşıtı hareketler, özellikle de 68 isyanları sonrası dünyada, utanç duygusunu politik bir mesele olarak ele aldı. Bu duygu, bu duygunun kökenleri, bu duyguya nasıl kafa tutulabileceği ya da bu duyguyla nasıl hesaplaşılacağı, utancın çok derinlere sinmiş izleriyle ne yapılacağı gibi meseleler farklı kurtuluş hareketlerinin çok uzun süredir gündeminde. Bence burada, Meulenbelt’in kendi feminist politika yapma tecrübesiyle mükemmel bir şekilde iç içe geçirerek anlattığı utanç duygusunda, feminist politikanın ve farklı kurtuluş hareketlerinin politik müdahaleleri belirleyici bir rol oynuyor. Birincisi, bu politik hareketler, içinde politika yaptığı topluluğun diyelim, kendinden utanmasını politik müdahaleyle dönüştürmeye çalışıyor. Utanılması gereken özellikleri, kelimeleri, tanımları üstlenerek içinde politika yaptığı grubun utancını bir tür meydan okumaya, haysiyete, gurura dönüştürmeyi amaçlıyor. Onur Yürüyüşü’nü bunun çok belirgin bir örneği olarak görebiliriz.

İkinci olarak, esas utanması gereken ama utanmayan sistemi ve o sistemin faillerini işaretleyerek, utanç duygusunun üzerinde yükseldiği sömürü ve tahakküm ilişkisini ifşa ediyorlar. Meulenbelt’in Utanç Bitti’de anlattığı dönemin feminizmleri örneğin, tecavüze uğrayan bir kadının etek boyunun konuşulmasına, o kadının utandırılmasını hedefleyen bir sisteme karşı, utanması gerekeni fail ve etek boyunu konuşanlar olarak gösterir. Utanç aslında o utançla damgalanan insanlara ait değildir; utanç haysiyete, onura, direnişe çevrilerek toplumsal eşitsizliklere başkaldırmanın yolu açılır. Bir de utancın esas olarak ezene/sömürene/faile/çıkar sağlayana ait olması gerektiğini söyleyen ikinci politik müdahaleyle, utancın yer değiştirerek ve işaret ettiği ilişkileri dönüştürerek bitmesi hedeflenir. Bu yer değiştirmeyle utanç ezilen ve sömürülenlerin elinde, faile/ezene/sömürene/çıkar sağlayana çevrilmiş bir silaha dönüşür. Utanç duygusundan kısmen ya da tamamen kurtulmak o silahı kuşanmak anlamına gelecektir. Utanç Bitti’de feminist politik mücadele, kendinden, annelikten sıkılmaktan, başka kadınları arzulamaktan, başarısızlıktan, memelerinden, her şeyi kötü yapıyor olma hissinden, beceriksizlikten utanmak üzerine hiç bitmeyen bir tartışma var. Meulenbelt politik olarak mücadele ettikçe o utançtan büyük ölçüde kurtulmakla kalmıyor, aynı zamanda o utancı yaratan sistemi ve onun faillerini işaret etmeye başlıyor.

Primo Levi, Holokost’tan yola çıkarak hayatı boyunca soykırım, felaket ve faşizm üzerine yazdı. “Çok büyük bir imhanın ve yıkımın yaşandığı soykırım gibi bir felaket sadece insanları öldürmekle kalmaz, aynı zamanda dil ve tanıklık imkanını da ortadan kaldırır, dilin kapasitesini de yok eder.” Burada Levi, faşizmin nasıl dili de katlettiğini, Nazi Almancası’nın nasıl kendisinin bir şiddet aracına dönüştüğünü de anlatıyor. Bugün hem İsrail devletini hem Türkiye’de içinde yaşadığımız gerçekliği düşününce bu ne ifade ediyor?

20. yüzyıl boyunca topyekun savaşların, soykırımın, şiddetin sadece fiziksel imha değil aynı zamanda bunun ifade edilme imkanını ortadan kaldırdığına, dilin tanıklık etme kapasitesini imha ettiğine dair çok çeşitlenmiş bir literatür var aslında. Bu kadar muazzam bir şiddeti layıkıyla nasıl ifade edeceksiniz, hangi dil bunu anlatmaya yeter? Bir de failin dili ve ezilenin/sömürülenin/isyancının dili meselesi var tabii. Ermeni Soykırımı’nı Ermenice veya Türkçe konuşmak ya da son Kürt isyanının çıkışından beri uygulanan devlet şiddeti biçimlerini Kürtçe veya Türkçe yazmak da bir fark anlamına geliyor. Türkiye’de Türkçe dışında dillere uygulanan epistemik şiddet o kadar güçlü ve doğallaşmış ki, bunun üzerine yeterince düşünmüyoruz sanki. Ben bu imkansızlığın, büyük şiddet olayları üzerine tartışırken, konuşurken, yazarken ve politika yaparken, biraz haddimizi bilmeyi öğretecek bir şey, bir adap olduğunu düşünüyorum. Yani “kendi rolünü abartmaya gerek yok” bilincini getirebilir bu imkansızlık. Ne kadar doğrusunu yaparsan yap, ne kadar iyi geçmişle hesaplaşma mekanizmaları kurarsan kur, ne kadar çok fail yargılarsan yargıla, babası faşistler tarafından katledilmiş ya da devletin güvenlik güçleri tarafından kaybedilmiş bir çocuğun büyürken yaşadığı üzüntüyü, melankoliyi, kırgınlığı gideremezsin. Bu bilgi, bu alanda çalışan ve politika yapan herkese, belirli bir had bilme ve kendi yaptığı kısmı büyütmeme, başkasının sesini çalmama, kendini küçülterek daha çoğul bir ortama alan açma gibi şeyler katabilir.

Öte yandan, bu imkansızlığın esasen temele dair bir imkansızlık olduğunu ve somut olarak bugün siyaseten yapabileceklerimizin üstünü kapatan bir şal olarak yorumlanmaması gerektiğini de düşünüyorum. Bugün Filistin’de yaşanan ve 14 binden fazla Filistinlinin katledildiği bu soykırıma karşı politik olarak yapabileceklerimiz var. Keza Türkiye’de kurulan neo-faşizmin cehennemine karşı, her zaman sokakta olunamasa da başka biçimlerde politik ittifaklar, ilişkiler, ağlar kurmak üzerine çalışan, mücadele eden politik hareketler var. Politik mücadele zaten bunun için var; pek çok farklı imkansızlığı tanıyarak ve onların farkında olarak, ama anlamlı insan faaliyetinin dönüştürücü gücüne inanarak politik müdahalede bulunmak için var.

Tanıklık imkanının ortadan kalkması kısmına gelecek olursak, bugün Filistin’de yaşananları düşününce kendimizi bulduğumuz bu pozisyonu nasıl yorumlarsın?

Tanıklık imkanının ortadan kalkması meselesinde Primo Levi, Boğulanlar ve Kurtulanlar’da öncelikle gerçek tanıkların hayatını kaybettiğini söyleyerek fiziksel bir imkansızlıktan söz eder. Ona göre, kampın, soykırımın, Holokost’un gerçek tanıkları hayatını kaybetmiş olanlardır. En iyiler, direnenler, dayanışma konusunda en çok uğraşanlar, kapo’lara itiraz edenler, dövüşenler, yeni gelenlere ilk günlerinde hayatta kalabilmenin temel kurallarını açıklamaya çaba gösteren inançlılar, çevresine cesaret ve güven saçanlar, öldüler. Aslında felaketin gerçek tanıkları sağ kalanlar ve onu anlatanlar değildir; felaketin gerçek tanıkları ölenlerdir. “[…] biz hayatta kalanlar gerçek tanıklar değiliz. Bu, yavaş yavaş başkalarının anılarını okuyarak ve yıllar sonra kendi anılarımı yeniden okuyarak farkına vardığım rahatsız edici bir gerçek. Biz hayatta kalanlar anormal bir azınlık, önemsiz bir azınlığız; görevini kötüye kullanan, hünerleri ya da talihleri sayesinde en uç noktayı yaşamamış olanlarız. En uç noktayı yaşayanlar, yani Gorgon’u görenler, yaşadıklarını anlatmak üzere geri dönmediler ya da suskun döndüler; ancak gerçek ‘inançlılar’, su altında kalanlar, dürüst tanıklar, anlattıkları genel bir anlam taşıyacak olanlar onlardır. Onlar kural, biz ise kuralın istisnalarıyız.”[1]

Biz bugün Filistin’de değiliz, orada olanı izlemenin tüketiciliği, bir soykırımın sosyal medyada paylaşılmasının politik olarak anlamı, tanıklık imkanının, imkansızlığın veya sınırlarının soykırım ya da şiddet mahallinde bulunan açısından değil de izleyenler açısından nelere yol açacağı tartışması yanı sıra, bence şu anda ilk sorumluluğumuz politik müdahalede bulunmak. Dolayısıyla tüm bu tartışmaları Filistin bağlamında yapacaksak, bizi eyleme yöneltmeye yarayacak şekilde yapmayı tercih ederim, daha anlamlı bulurum. Kısmiliği, sınırlılıklarımızı kabul ederek ama bugün Filistin’deki soykırımı ve muazzam sömürgeci şiddeti durdurmak için dünyanın her yerinde sokağa çıkan milyonları, limanları işgal eden işçi örgütlerini, dünyanın her yerinden mücadeleyi yükselten feministleri, kuirleri, LGBTİ+ hareketlerini, okulları işgal eden öğrencileri, “bizim adımıza değil” diyerek kendini karar alıcıların toplantılarının yapıldığı yerlere zincirleyen Yahudileri ve elbette tüm bu kan deryası içinde mücadele eden Filistinlileri aklımızda tutalım isterim. Filistin bağlamında “tanıklığın imkansızlığını” politik mücadelelerin yarattığı etkiyle, bu dünyada yalnız olmadığımız hissiyle, bir soykırımı izlemenin yarattığı yıkımı aslında aynı öfkeyi, itirazı, isyanı ve utancı hisseden dünyada milyonlarca insan oluşumuzla birlikte düşünmeyi öneririm.

“İfade edilmesi imkansız bir şiddeti ifade etmeye çalışmanın” başarısızlığıyla bugün Filistin’le dayanışmak mümkün mü? Levi’nin ifadesiyle insanlık dayanışmasının bugün bir karşılığı var mı? Ya da devletlerin ve uluslararası mekanizmaların bir kez daha ezene imkan tanıdığı yerde toplumların Filistin için yükselttiği sesin ne gibi bir anlamı var?

Devletlerin ve uluslararası mekanizmaların sicili 20. yüzyıl boyunca epey kötü zaten. Sırbistan ordusunun Srebrenica başta yaptığı soykırım ve etnik temizliklerde de Ruanda soykırımı sürecinde de Güney Afrika apartheid’ı devam ederken de devletler ve uluslararası mekanizmalar ezenlerin ve şiddet faillerinin yanında oldular. Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere modern ulus devletlerin kahir ekseriyeti, 1945 sonrasında kendi hazırladıkları sözleşmelere, konvansiyonlara, kendi oluşturdukları kurumlara uyulmamasını, yapılan “bir daha asla” retoriğine rağmen çok büyük bir şiddetin ve soykırımların tekrar etmesini sakince izlediler, kimi zaman örtük ya da açıktan failleri desteklediler. Srebrenica’da oluşturulan soykırım müzesinin bir bölümünde, soykırım öncesinde orada “güvenliği sağlamak” için Birleşmiş Milletler adına görev yapan Hollanda Görev Kuvveti’nden askerlerin yazdıkları kimi şeyler de sergileniyor. Hollandalı askerlerin “kötü kokan, tecavüzü hak eden, sürekli ağlayan, rahatsız edici, aptal Müslüman” Boşnaklara dair yazdıklarını okuyunca insan faşizmin sürekliliğinin nasıl mümkün olduğunu görüyor. Dolayısıyla Filistin’de de durumun farklı olmaması beni çok şaşırtmadı. Yine de bu tavırların ve konumların ikiyüzlülüğünü ifşa etmek gerekiyor elbette. Fakat ben aslolanın politik eylemlilik olduğunu, zaten kurumlara da devletlere de adım attıranın, daha doğrusu onları adım atmak zorunda bırakanın, sokaklardan yükselen sesler olduğunu düşünenlerdenim. O yüzden dünyanın neresinde olursak olalım Filistin’de yaşanan şiddeti unutturmamak gibi bir sorumluluğumuz var bana kalırsa, yapabildiğimiz kadar bu sese sesimizi katmamız gerektiğine inanıyorum. Bugün Filistin davası, temsil ettiği tarihsel birikim, intifadaların politik hafızası, değişen politik liderlikleri ve bunun siyasi anlamları, dünyadaki pek çok farklı sömürgecilik karşıtı hareket üzerindeki etkisi nedeniyle 21. yüzyılda sömürgecilik hakkında düşünürken aklımıza gelen sembollerden biri. Yaşanan felakete karşı kimin neye ne kadar gücü varsa, o gücü katması gerekir; tüm bu ikiyüzlülük üzerine sadece konuşmak, sadece sosyal medyada bir şeyler tartışmak, sadece üzülmek değil, bunların yanında politik eylemliliklere, kimin ne kadar imkanı ve gücü varsa, o kadar katkı sunması, örgütlemesi, katılması gerekir. Dayanışma ancak böyle mümkün gibi geliyor bana. Son bir söz, dayanışma kavramının bu aşırı yaygın kullanımını, son zamanlarda tüm politik ilişkilerin dayanışma kavramı aracılığıyla ifade edilmesini, özellikle tuhaf bulanlardanım diyeyim. Nazan Üstündağ bu konuda benim de düşüncelerimi ve duygularımı çok iyi anlatan bir yazı yazmıştı.[2] “Dayanışma” bana göre de epey başlangıç düzeyinde bir politik ilişki biçimi; ittifak, örgüt, yoldaşlık, yol arkadaşlığı, mücadele arkadaşlığı, ortak politik örgütler oluşturma iradesi, cepheler kurma iradesinin seyreldiği bir zamanda dolaşımda olan neredeyse tek politik kavram olarak, çok güçlü bir hegemonya kurdu. Belki bu kavramı unutmadan, ama neden neredeyse sadece bu kavramı kullandığımız, bunun nasıl bir politik momente denk geldiği hakkında da sakince düşünebiliriz.

Avrupa’nın ve iyi örnek olarak anılan Almanya’nın “geçmişle yüzleşme” tarihini ve İsrail’e verilen devlet desteklerini düşününce, bugün bu bildiğimiz dünyanın sonu mu? İkinci Dünya Savaşı’nın anlatılamaz kıyımının ardından, insanlığın yeniden mümkün olması için kurulan uluslararası hukuk, Birleşmiş Milletler sistemi, Cenevre Sözleşmeleri – veya bunların yarattığı illüzyon – tam da kendi istisnası tarafından yerle bir mi ediliyor?

Bence bildiğimiz dünyanın sonu değil çünkü zaten bildiğimiz dünyayı, yani Almanya’nın geçmişle hesaplaşmanın mükemmel örneği olarak kabul edilmesini, pek çok politik hareket, araştırmacı, eleştirel sosyal bilimci ve tarihçi, çok uzun zamandır eleştiriyordu zaten. Almanya’nın kendi şiddet dolu geçmişiyle çok seçmeci bir şekilde hesaplaşması, örneğin kendi sömürgeci geçmişini ve Herero ve Nama Soykırımı’nı hiçbir şekilde ele almaması, en çok hesaplaştığını iddia ettiği Holokost’la da aslında savaş sonrası “hür dünya” ittifaklarının ve Soğuk Savaş konsensüsünün gerektirdiği kadarıyla sınırlı şekilde hesaplaşması nedeniyle zaten başından beri tartışmaya konu olan bir örnek. 1950’li yılların Almanyasına bakarsak, Nürnberg mahkemelerinde son derece sınırlı sayıda failin yargılanmasından sonra, Nazilerin ve işbirlikçilerinin çoğu yeni toplumsal yapıda kendine kolaylıkla bir yer edinebilmişti. Üstelik Soğuk Savaş döneminin kesif anti-komünizmini, Nazi ideolojisinden de çok iyi bildikleri için, belki de en iyi dile getiren ve pratiğe döken kadrolar olmuşlardı. Eğer 68 hareketinin radikal soluğu, küçük bir azınlığın yargılandığı ve bir yönetim tekniği olarak Soğuk Savaş ideolojisine uygun bir biçimde depolitize edilmiş geçmişle yüzleşme retoriğini alıp bir politik program bağlamında yeniden dile getirip sokak eylemliliklerinin içine yerleştirmeseydi bugünün hafıza sahasından söz etmek mümkün olmayacaktı. Almanya’da, Fransa’da ve pek çok Avrupa ülkesindeki 68 hareketlerinin militanları savundukları politik talepler manzumesine babalarının suçlarıyla hesaplaşmayı da koymuşlardı ve babalarının en temel suçu Nazi ya da Nazi işbirlikçisi olmalarıydı. Dolayısıyla hem genelde aile kurumuna hem de kendi ailelerine karşı verdikleri politik mücadelenin içine Nazi döneminin suçluları, işbirlikçileri ve destekçileriyle hesaplaşma sorununu yerleştirip geçmişle hesaplaşmanın politik içeriğinin adını koydular. Tam da bu nedenle, bugün hafıza sahası olarak andığımız alanın, sınırlı sayıdaki yönetim teknikerinin elinde apolitik ve Soğuk Savaş konsensüsünün ideolojik sınırları içinde bir yönetim aleti olarak kalmasını kısmen engelleyen şey politikanın kendisiydi. Ortaya çıkışı faşizmin ve soykırımın sonucuydu, politik mücadelelerin ve ezilenlerin elinde bir mücadele aracı olmasaydı da bugünkü çeşitliliğinden, yaygınlığından ve etki alanından söz etmek mümkün olmayacaktı.

Bir önceki soruda da anlatmaya çalıştığım gibi Birleşmiş Milletler sistemi ve Cenevre Sözleşmeleri aslında pek çok kez ihlal edildi. Bana öyle geliyor ki bir yandan bu kurumların ikiyüzlülüğünü ve kendi çizdikleri çerçeveye nasıl uymadıklarını teşhir ederken bir yandan da onlara basınç yapmaya devam etmek elzem. Tekrar olacak ama en önemli basınç da politik hareketlerin yarattığı mobilizasyon.

Murat Belge’nin Özür Diliyorum kampanyası sırasındaki açıklamasında geçmişte yaşananlardan kişisel sıyrılışını eleştiriyor ve “eğer toplumun geniş kesimleri bugün Ermenilere uygulanan çok güçlü güncel şiddet, ırkçılık ve ayrımcılığı meşru görüyorsa hep doğru yerde olmamız tam olarak neye yarar?” diye soruyorsun. Bizi bugün hem dünyanın hem Türkiye’nin durumunda yaşanan felaketler karşısında kişisel pozisyonlarımızdan çıkarabilecek olan nedir? “Bir başkasının işlediği suç karşısında hissedilen utançla” ne yapılabilir?

Murat Belge’yi eleştirdiğim yazı, onun “Özür Diliyorum” kampanyası üzerine, 2008 yılında yazdığı bir köşe yazısı. Yazıyı okurken, sadece Belge’nin geçmişle hesaplaşma literatürünün temel tartışmalarını pek de umursamadan yazması değil, aynı zamanda kendinden memnun bakışı da beni şaşırtmıştı. Ne kadar kendinden memnun, pürüzsüz, kendi konumunu eleştiriye açmayan bir bakış açısı diye düşündüm. Murat Belge bunda kişisel olarak haklı da olabilir ama bu mevcut politik iklimi ve toplumsal durumu değiştirmiyor. Çünkü elinden geleni yapmak, oluşmuş çok güçlü inkar habitusundan, inkarın sürekliliğinden ve gücünden, türlü çeşitli eksiklikten, yanlışlıktan kısmi olarak bile utanmamak, sorumluluk duymamak anlamına gelmemeli. Burada kastettiğim salt kişisel bir sorumluluk değil zaten; kolektif bir sorumluluk eksikliğinde elimizden geleni yapmış olsak da payımızın olabileceğini unutmamak gerekiyor. Eğer toplumun geniş kesimleri Ermeni Soykırımı’nın tanınması şöyle dursun bugün Ermenilere uygulanan çok güçlü güncel şiddeti, ırkçılığı ve ayrımcılığı meşru görüyorsa, hep doğru yerde durmuş olmamız tam olarak neye yarar? İşte tüm bunların ne demek olduğu üzerine yeteri kadar düşünmeyen, bunları yeteri kadar tartışmayan bir bakış bu. Ben bunun yerine bu meseleler üzerine düşünen, çalışan, yazan ve politika yapan herkesin belirli bir huzursuzlukta ortaklaşmasını tercih ederim. Kişisel olarak, hatta bir adım ileri gidelim örgütsel olarak gerekeni harfiyen yapmak, bugün Türkiye’de oluşmuş “Ermeni Soykırımı’nı yaptık, yine olsa yine yaparız” diyen, “büyük paşa” Talat’ı öven, Kürt savaşının yeniden alevlenmesinin özgüveniyle ırkçı ve sömürgeci lafları büyük bir küstahlıkla yeniden dolaşıma sokan, herkesi terörist ilan ederek Rojava saldırılarıyla coşan, kadın ve LGBTI+ düşmanı, ülkü ocaklarının ve AKP/CHP milliyetçiliğinin cehenneminden memnun milyonlar varken, ne işe yarar?

O nedenle mesele sadece “bir başkasının işlediği suç karşısında hissedilen utanç” değil gibime geliyor; en doğrusunu yapmış bile olsak, sözümüzü, fikrimizi yayamamış olmanın, toplumda gerçek bir güç kazandıramamış olmanın, kazandırdığımız halinin de bize yetmemesi gibi bir huzursuzluğu taşımak bana anlamlı geliyor. Böylesi bir huzursuzluk bizi hareket etmeye itecektir çünkü; nasıl sadece ve tek başına şiddetin büyüklüğünü ve tanıklığın imkansızlığını düşünmek bizi atalete sevk etme riski taşıyorsa Belge türünden bir memnuniyet de “elimden geleni yaptım, niye hala iş bana düşsün ki” gibi bir gevşek bilinci getirebilir. O yüzden bizi politikaya, eyleme, politik olarak müdahil olmaya sevk edecek bir huzursuzluktan; bu müdahalenin etkisinin sınırlılığının da farkında olan ama politika yapmanın, sıradan insanların örgütlü müdahalesinin gücüne, etkisine inanan bir bakıştan yanayım.

Bu utançla onurun, yani olan biten karşısında onuru muhafaza etme çabasının nasıl bir ilişkisi var? Ogün Samast’ın serbest bırakılmasının ardından Rakel Dink konuşmasında “Yaşadığımız yeri değiştirmek dönüştürmek dışında, daha iyi bir ülke ve daha iyi bir dünya için çalışmak dışında, onurlu bir yaşayış bilmiyoruz. Elimizden gelen yüreğimizden geçenin çok azı olsa da, bildiğimiz yapmaya, her gün daha iyi yapmaya çalışarak, karanlığı bir nebze olsun aydınlatma devam edeceğiz” dedi. Meulenbelt’in utancının yanına Dink’in “karanlığı sorgulatma” azmini nasıl ekleyebiliriz? “Onurlu bir yaşayış” elimizde kalan mücadele aracı olabilir mi?

Rakel Dink, her zamanki gibi, çok etkileyici bir tarzda ifade etmiş. “Onurlu bir yaşayış” aynı zamanda “yüreğimizden geçenin çok azı olsa da, bildiğimizi yapmaya, her gün daha iyi yapmaya çalışarak” demesini özellikle çok önemli buldum okurken. Ona onurlu bir yaşam değil de ben naçizane “haysiyetli bir yaşam sürdürme çabası” derdim belki de. Tekrar eden, bazen sıkıcı, biteviye bir çabayı sürdürmek, bana örgütlü mücadelenin temeli gibi gelir. Tekil ve dramatik bir kahramanlık eyleminde vücut bulan bir politik mücadele tarzı yerine, politik mücadelenin günlük hayatta direnç, tekrar, ısrar ve sebat göstermek için sürekli sarfedilen çabalarda da somutlaştığını unutmamak gerekir. Burada aklıma örneğin, zorla kaybedilenlerin yakınlarının, Cumartesi İnsanlarının/Annelerinin sürdürdüğü ve temeli tekrara, ısrara ve haysiyetli bir hayat sürdürmek için gösterdikleri dirence dayanan politik mücadele geliyor. Rusya’daki politik mücadeleler ve umut üzerine düşünen bir sosyal bilimci bunu şöyle ifade ediyor: “Bu şekilde, umut mutlaka gelecekteki bir iyiliği değil, öncelikli olarak haysiyetli bir hayat yaşamak için sebat göstermeyi hedefler.”[3] Böyle bir politik çabaya çok inanıyorum, şahsiliği, görünürlüğü, sadece söylemsel bir radikalizmi öne çıkarmak yerine, gerçek hayatta, tekrar eden, bazen çok da bunaltıcı olan ama bağlar kuran, başkalarıyla karşılaşmayı, birlikte dönüşmeyi içeren bir gündelik, anonim politik mücadele. İsimsizlerin başka bir alem kurmak için birlikteliği. Bana ancak böyle bir yaklaşım, böyle bir yaklaşımda ısrarcı olmak, anlamlı olabilir gibi geliyor.

Sence bugün Türkiye’de LGBTİ+ hareketinin ve feminist hareketin sokakta olma çabasını da bu çerçeveden anlayabilir miyiz?

Bence hem LGBTİ+ hareketinin ve feminist hareketin hem de Kürt özgürlük hareketinin, farklı türden işçi sınıfı ve yeni sendikacılık mücadelelerinin, öğrenci hareketlerinin, ekoloji hareketinin ve irili ufaklı pek çok hareketin kolektif politik mücadelelerini ve sokakta olma çabasını bu çerçeveden anlayabiliriz. Hepsini çok önemli görüyorum. Özellikle de Türkiye’nin aileci, devletçi, milliyetçi, şoven politik iklimini, devletinin ve ana akım politik örgütlerinin yaklaşımlarını bozan, kesintiye uğratan hareketlerin tamamının çabası, bir nefes alma alanı yaratıyor bana kalırsa. Sizin yazım üzerine konuşma önerinizi de bu vesileyle, tüm bu çabaları karşılıklı konuşma imkanı olarak gördüğüm için çok mutlulukla yanıtlamaya çalıştım. Yazdığım her şeyi biraz da kolektif düşünmeye ve konuşmaya katkısı olması umuduyla yazıyorum, o nedenle bu fikri çok sevdim, bunun için size çok teşekkür ederim.

[1] Primo Levi, Boğulanlar Kurtulanlar, çev. Kemal Atakan, Can: İstanbul, 1996, s. 69.

[2] https://www.ozgurpolitika.com/haberi-dayanismanin-bazi-sorunlarina-dair-175436

[3] Jarrett Zigon, “Hope and Waiting in Post-Soviet Moscow,” Ethnographies of Waiting: Doubt, Hope and Uncertainty içinde, ed. Manpreet K. Janeja ve Andreas Bandak (Londra, New York: Bloomsbury Academic, 2018), 71.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.