Hepimiz nasıl bir ülkede yaşadığımızı biliyoruz. Kadınlar olarak sokakta olmanın, hakkımızı savunmanın, hayatımıza sahip çıkmanın, şiddetsiz, eşit ve özgür bir yaşam hayal edebilmenin ve bunun için birlikte mücadele etmenin gücüyle ayakta kalıyoruz. Başka bir yol bilmiyoruz çünkü başka bir yolu yok.

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü yaklaşıyor. Yürüyüş hazırlıkları devam ederken geçtiğimiz seneden bugüne nasıl bir sene geçirdik, nasıl bir durumda giriyoruz 25 Kasım’a diye düşündüm. Yine olmayan kötülüğün kalmadığı bir seneyi daha geride bıraktığımızı fark ettim.

Geçen sene 25 Kasım yürüyüşüne 12 gün kala, 13 Kasım’da İstiklal Caddesi’nde neden ve nasıl olduğuna dair hala kafamızda soru işaretleri olan bir patlamayla uyanmıştık. Türkiye’nin birçok yerinden gelen kadın ve lubunyalarla beraber devletin aile politikaları bağlamında erkek şiddetini konuşmak üzere yüzlerce kişi Diyarbakır’daki Sığınaklar Kurultayı’ndaydık. Şimdi düşününce çok uzak bir zamanmış gibi geliyor. Sevdiklerimiz için telaşlandığımız, ne olduğunu anlamaya çalıştığımız, geçmiş yıllardaki katliamları hatırladığımız, en nihayetinde sokakta olmanın, sadece var olmanın tedirgin hissettirdiği bir zamandı. 25 Kasım yürüyüşü, devletin ne o patlama için ne de başka bir saldırı veya herhangi bir tehlike için almadığı “güvenlik önlemlerini” erkek şiddetine karşı hakkımızı ve hayatımızı savunduğumuz o gün bize karşı aldığına ve kullandığına tanıklık ettiğimiz bir gün oldu. Birçok arkadaşımız darp edildi, işkence gördü, gözaltına alındı. Biz bunlara rağmen bir şekilde farklı sokaklardan çıkarak bir arada olmayı başarmak için çaba harcadık. Hepimiz nasıl bir ülkede yaşadığımızı biliyoruz. Kadınlar olarak sokakta olmanın, hakkımızı savunmanın, hayatımıza sahip çıkmanın, şiddetsiz, eşit ve özgür bir yaşam hayal edebilmenin ve bunun için birlikte mücadele etmenin gücüyle ayakta kalıyoruz. Başka bir yol bilmiyoruz çünkü başka bir yolu yok.

25 Kasım’ın neden 25 Kasım olduğunu, kadına yönelik şiddetle mücadele günü olduğunu zihnimin bir köşesinde tutmaya çalışıyorum. 1960 yılında Dominik Cumhuriyeti’nde diktatörlüğe karşı mücadele eden Mirabal Kardeşler’in devlet tarafından tecavüz edilip öldürülmesi üzerine ilan edilmiş bir gün bize tarihsel olarak bir şey anlatıyor. Erkek şiddetine, devletin bu şiddetle olan işbirliğine ve bizzat faili, uygulayıcısı olduğu bu şiddete karşı mücadeleye atfedilmiş bir gün bu. Erkek şiddetinin hiçbir biçimine maruz kalmamak için yılların mücadelesi ve birikimiyle üretilen politikalar, mekanizmalar, yollar devletin sorumluluğu olan birçok yerde bizzat onlar tarafından ya uygulanmıyor ya da uygulanma ihtimali olan yerlerde ısrarımızla ve mücadelemizle devam etmeye çalışıyoruz. Bazen de kendi sorumluluğu olanı üzerimize yıkmakla kalmayıp bilfiil şiddetine maruz kalıyoruz. Niye bugün hâlâ Gülistan Doku’nun, Dina’nın faili bulunamıyor, niye istismar eden tecavüz eden kolluk / üniformalı aklanıyor, niye Gazze’de bir İsrail askeri bombalayarak yıktığı bir evin önünde aynı Yüksekova’da bir yatak odasının aynasına rujla “aşk Yüksekova’da yaşanıyor”  yazıp önünde fotoğraf çekilen JÖH gibi poz veriyor, niye birçok nefret cinayeti takipsizlikle sonuçlanıyor, niye tüm bu yaşananlara karşı kendimizi savunduğumuzda suçlu biz oluyoruz? Cevabını ve işaret ettiği yeri bildiğimiz bu soruları zihnimizde tutarak, ifşa ederek, tüm bu olanlara karşı hakkımız olanı talep ederek devam ediyoruz.

Bir süredir kadın hareketinin binbir mücadelesiyle elde edilen haklarımıza yönelik saldırıları durdurmak için mücadele ediyoruz. Cinsel istismar suçunu aklama çabaları, nafaka hakkımıza göz diken erkek grupları ve devlet erkanı, İstanbul Sözleşmesi’nden bir gecede çekilme kararı, 6284 sayılı Kanunu tartışmaya açma, değiştirme ve uygulamasında giderek artan zorluklar, infaz yasasıyla dışarı salınan failler, kadın ve nefret cinayetlerindeki cezasızlıklar, LGBTİ+ nefretinin örgütlenmesi, bizleri şiddet gördüğümüz ailelere ekonomik ve sosyal olarak mahkum etme çabaları, savaşın bitmeyen şiddeti ve sömürüsü, önü alınamayan bir ekonomik kriz ve barınma sorununa karşı zaten oldukça az olan sosyal politikaların iyice tırpanlanması ve dahası, saymakla bitmez. Hâlâ eşit olmadığımız bir dünyada eşitlenebilmek için bile değil, şiddetten uzaklaşma ihtimalimizi muhafaza edebilmek için mücadele ediyoruz.

Bu koşullar altında alanımızın git gide daraldığını hissediyor birçoğumuz. Bizi, haklarımıza göz dikilmesine de, engellenmeye de, herhangi bir haksızlığa ses çıkardığımızda suçlu bulunmaya da o kadar alıştırdılar ki birçok şeye yeterince öfkelenemiyoruz bile veya o öfkeyle ne yapacağımızı bilemiyoruz. Belki de bu elimizden bir şeylerin alınmasına karşı mücadele etme hâli daha fazlasını hak ettiğimiz düşüncesini bizden alıyor. Hep diyoruz aslında, bu şehir de, bu sokaklar da, bu meydanlar da, bu hayat da bizim. Kendi hayatımı düşünüyorum, 27 yaşındayım ve bu iktidardan başka bir şey bilmiyorum. Yaklaşık 2013 yılına kadar yaşanan yıllara, deneyimlere, olanlara dair hafızam sadece öğrendiklerimle sınırlı aslında ama hiçbir zaman kolay olmamış ki diyorum sonrasında da. Ne 1980 sonrası sokağa ilk çıkılan “Dayağa Karşı Kadın Yürüyüşü” zamanı, ne ilk 30 kişiyle yapılan Onur Yürüyüşü zamanı ne şu an tartışmaya açılan haklarımızı elde etmek için çaba harcanan zamanlar ama o günlerden bu günlere inatla ve ısrarla devam eden insanların varlığıyla ve mücadelesiyle şu an bugün, başka bir yerdeyiz.

Belki zaman zaman çaresiz hissediyor olabiliriz, Rakel Dink’in en son konuşmasında dediği gibi belki “onurlu bir yaşayış için başka bir yol bilmediğimizden, yüreğimizden geçen değil elimizden gelen bu olduğundan” mücadeleye devam ediyoruz. Fakat Pandora’nın kutusu açıldı bir kere. Barikatlarla kapattığınız yollardan, yasakladığınız meydanlarımızdan, tenha ve karanlık sokaklardan, üzerimize yıkılan enkazlardan, inşa ettiğiniz kent suçu mahalle ve binaların arasından çıktık, geliyoruz. Yüksek binaların üst katlarından; bize reva gördüğünüz güvenliksiz yurtlarınızdan; altını boşaltmaya çalıştığınız eğitim kurumlarından, üniversitelerden; bir hayat kurabilmek için üç kuruşa çalıştığımız güvencesiz işlerinizden; şiddetten kurtulmak için yol ararken yolumuza taş koyan kamu kurumlarınızdan; bizi ekonomik ve sosyal olarak mahkum ettiğiniz şiddet dolu evlerden; karşılığını hiçbir şekilde alamadığımız, üzerimize yıkılan bakım emeğiyle ayakta kalan ailelerinizden; cinselliğimize, kimliğimize, bedenimize, varoluşumuza katlanamayan zihniyetinizden çıktık, geliyoruz. Öyle veya böyle nerede yaşadığımızı, nasıl bir hayat istediğimizi biliyoruz. Her şeye rağmen eşit, özgür, şiddetsiz ve onurlu bir yaşam sürmek bizim hakkımız ve bu haklılığımızı sürekli akılda tutarak mücadele etmekten başka bir yol bilmiyoruz.

25 Kasım sadece bir gün fakat tarihsel olarak da erkek şiddetinin devleti şiddetiyle işbirliğini vurgulayan o gün. Evet, mücadelemiz hiçbir zaman bir güne sığmadı ama her birimiz hayatımızın birçok alanında farklı biçimleriyle bu şiddete rağmen devam ediyor, bu şiddeti bitirmenin yollarını beraber buluyor ve birbirimizden güç alıyoruz. Bu 25 Kasım’da da bunu hatırlamaya, yan yana olmaya, haklılığımızı ve öfkemizi birlikte hissetmeye ihtiyacımız var. 25 Kasım Cumartesi günü 16.00’da Mecidiyeköy Meydan’da buluşmak üzere!

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.