İster düzünden ister tersinden bakalım, sosyalizmle kadınların cinsel tatmini arasında pozitif bir ilişki var.
Cecilia, YouTube’dan Berlin Duvarı’nın yıkılışını gösteren videoları izlerken gözyaşlarını tutamıyor. Kendini Duvar’ın etrafına toplanan insanları, bu arada vals yapan bir kadını izlemeye o kadar kaptırmış ki, ağladığını bile ancak kızı iyi misin diye sorunca fark ediyor. Kızına üzüntüden değil, bu insanlar için duyduğu mutluluktan ağladığını açıklıyor: “… Çünkü çok mutlulardı. (…) Çünkü bu çekilmez duruma dayanmışlardı. Çünkü muhtemelen bu kadın da, başka pek çokları gibi, Duvar’ın eninde sonunda yıkılacağını, ama kendi ömrünün buna yetmeyeceğini, duvarın yıkılışını asla göremeyeceğini düşünmüştü, ama görmüştü işte ve şimdi dans ediyordu.”[1]
Sahne Liane Moriarty’nin The Husband’s Secret’inden. Ama tabii benzer bir sahne başka herhangi bir yerde de geçebilirdi—neticede “Batı”nın kültürel anlam dünyası içerisinde reel sosyalizmin bir grilik yumağından, temel gıda maddelerine ulaşabilmek için girilen kuyruklardan, özellikle Doğu Almanya’nın bir duvarın arkasında kısılı kalmış olmanın getirdiği klostrofobiden daha fazlasına denk düşmemesi, kültürel üretimin her alanında devamlı tekrarlanan bir klişe. Fakat Moriarty’nin kitaplarının (Türkçeye çevrilmiş olan birkaçının ya da Big Little Lies’ın Reese Witherspoon ve Nicole Kidman’lı dizi versiyonunun çatlakzemin okuruna aşina olacağını düşündüğüm) kurduğu sosyal evren içerisindeki bu acıma anı, büyük bir ironiye işaret ediyor. Nitekim Moriarty’nin kadın kahramanları, ekseriyetle ücretli bir işte çalışmayan ya da yarı zamanlı, esnek işlerde çalışan; gününün her saniyesi çocuk-koca-ev işi üçgeninde “meşgul meşgul meşgul” olan; kocası hasbelkader “iyi”yse arada sırada tutkusuz ama tanıdık, bir ölçüde tatmin edici seks hayatı olan; zaman zaman hayatlarının bu darlığından sıkılan ama akşam çocuklar eve geldiğinde bu sıkıntılı düşünceleri unutan kadınlar. Yani burada, kocası bitmek bilmez iş gezilerindeyken üç kızlarını yetiştirme sorumluluğunun aslan payını üstlenen, gündüzlerini ev işi ve okul aile birliği aktiviteleriyle, akşamlarını kızlarını bale kursuna, futbola, şuna buna götürerek geçiren Tupperware taşeronu Cecilia’nın, hayatını hiç bilmediği Doğu Almanyalı bir kadına acıdığını ve onun adına mutlu olduğunu okuyoruz. Dediğim gibi, tam bir klişe.
Buradaki ironi, klişenin ötesine geçip, Soğuk Savaş yılları sırasında Doğu Bloğu’nda yaşayan kadınların hayatlarına biraz yakından bakınca ortaya çıkıyor. Cecilia’nın hayatını, 1943’te Çekoslovakya’da doğmuş olan bir kadının anlatısıyla karşılaştıralım:
“Evlendiğimde, satın aldığımız dairenin ve mobilyaların borcunu ödeyebilmek için çalışmamız gerekti. Daha bir yıl dolmadan ilk çocuğumuz doğdu. Annelik izni sadece sekiz aydı, sekiz aydan sonra işe dönmem gerekti. Kızımızı her sabah 5 buçukta uyandırırdım, çünkü kreş saat 6’da açılıyordu ve tramvayla kreşe varmamız 15 dakika sürüyordu. Kreşe gidince kızıma üniformasını giydirir, sonra işe yetişmek için 6 buçuk trenine koşardım. … O zamanlar kocam işten öğleden sonra 2’de çıktığından, kızı kreşten alıp, bakkal alışverişini yapıp yemeği hazırlıyordu; zaten o zamana kadar saat 5 olmuş oluyordu ve ben eve dönüyordum. Çok geçe kalmadan da kızımızı yatırıyorduk çünkü ertesi gün aynı rutine hazır olmak gerekiyordu. Kocam da ben de böyle bir günden sonra çok yorulmuş oluyorduk…”
Yanlış anlamayın, bu kadının bunları anlatırken amacı, sosyalizm yıllarını eleştirmek. Ama bahsettiği şeyler kulağa bugünün (bilhassa çocuklu) kadınlarının rüyası gibi geliyor: devlet garantili istihdam, 8 ay ücretli ebeveyn izni, ücretsiz ve eve 15 dakika mesafede kreş, ücretsiz toplu taşıma, saat 5’te işten eve dönmüş olmak. Bir de en azından görünüşte eşitlikçi bir evlilik —hiç değilse çocuğu okuldan alma, alışveriş yapma, yemek pişirme görevlerini üstlenen bir adam… Siz kimin yerinde olmak isterdiniz, bu anlatının yazarının mı, Cecilia’nın mı?
Ya da Doğu Almanya’nın bekar annelerin üniversite eğitimi almasını kolaylaştırmak için kurduğu “anne-çocuk yurtları”nı düşünelim. Kadınlar, yurtlarda çocuklarıyla beraber kalıyor, devletin sübvanse ettiği çocuk mamaları, giysileri, ve oyuncaklarından yararlanıyor, çocuklarını gündüz ya da gece yurtlarda sağlanan ücretsiz kreşe emanet edebiliyordu—yani bu yurtlar, kadınların yalnızca derslere gidebilmesini değil, politik ve sosyal bir hayatlarının olmasını da kolaylaştırıyordu (sınıf arkadaşları genelde bu kadınların bekar anneler olduğunu, kendileri söylemezse fark bile etmezmiş). Bu tür kurumsal destekleri tahayyül dahi edemediğimiz günümüzün kapitalist dünyasındaysa—kimse için sürpriz olmayacak ama—bekar annelikle yoksulluk arasında sağlam bir bağlantı var; bekar annelerin eğitimlerine devam edebilmesi de, iş dünyasında yükselebilmesi de çok zor (bekar olmayan anneler içinse zam ve terfilerinin engellenmesi, yani anneliğin “cezalandırılması” söz konusu).
Kadınlar[2] açısından durum tüm Doğu Bloğu ülkelerinde tamamen aynı olmasa da,[3] savaş sonrası hemen tüm sosyalist rejimler, kadınların işgücüne eşit katılımını artırmak için çeşitli önlemler aldı. Bu önlemler, kadınların eğitimine yapılan yatırımlardan ücretsiz kreşlere, kolektif çamaşırhaneler ve komünal mutfaklardan doğum kontrolü ve kürtaja erişime uzanan yelpazenin yanı sıra, Bolşevik Devrimi’nden sonra Aleksandra Kollontai’ın temelini attığı “cinsel devrim”i de kapsıyordu.
Kadınların modernliğin, ilerlemenin vs. sembolü olması elbette sosyalist rejimlere özgü bir durum değil; ilginç olan, Doğu Bloğu’nda kadınların cinsel tatmininin, kapitalist Batı’ya karşı sürdürülen ideolojik savaşın öğelerinden biri haline gelmiş olması. Bu yıllarda kadın cinselliğini ve tatmini merkeze alan inanılmaz sayıda çalışma yapılmış. Doğu Almanya, kadın cinselliğine yönelik bu ilginin en yoğun olduğu yer; kuşkusuz Almanya’nın bölünmesinin yarattığı “doğal deney” durumu da araştırmacıların ilgisini artırmış olmalı. Nitekim iki Almanya, 1949’a kadar yekpare olduğu düşünülen bir kültürün parçaları olduğundan, Doğu ve Batı’nın cinsel kültürleri arasında gözlenebilecek herhangi bir farkın ancak sosyalizmin yarattığı fark olabileceği var sayılmış. Veee işte burası çok kritik: 1989 öncesinde ve sonrasında yapılan bu seksolojik araştırmalar, sosyalist rejimlerde kadınların daha çok ve daha iyi seks yaptığını tekrar tekrar ortaya koyuyor.[4] Sosyalizmin çöküşünün ardındansa eski Doğu Bloğu ülkelerinde eşitsizliğin sıçramasının ve izlenen “aileye dönüş” politikalarının sonucunda, kadınların bu “cinsel kazanım”ı eriyip gitmiş. Yani ister düzünden ister tersinden bakalım, sosyalizmle kadınların cinsel tatmini arasında pozitif bir ilişki var.
Bu ilişkinin nedenlerine ilişkin çeşitli açıklamalar mevcut. Kristen Ghodsee’nin geçtiğimiz yıl yayınlanan Why Women Have Better Sex under Socialism kitabı, bunu temel olarak kadınların erkeklerden ekonomik olarak bağımsızlaşmasına yoruyor. Aslında mantık çok basit: Kadınların erkeklerle benzer eğitim seviyesine sahip olduğu ve benzer işlerde çalıştığı, devletin kadınlara yönelik her seviyedeki destek mekanizmalarının sağlam olduğu bir bağlamda, kadınların erkeklerle bir ilişki ya da evlilik içinde olması/kalması için ekonomi dışı motivasyonlar lazım—yani erkeklerin kadınları ilişkiye ikna edebilmek için kendilerini çekici kılması, bunun için başka şeylerin yanı sıra yatakta (ya da hayal güçleri daha genişse başka yerlerde) biraz daha uğraşmaları gerekiyor! Doğu Almanyalı bir grup erkeğin Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra (son derece utanmazca) anlattığı gibi, “Doğu Alman kadınların cinsel özgüveni ve ekonomik bağımsızlığı gerçekten can sıkıcıydı. Zaten bir doktor maaşı, misal tiyatroda çalışan birinin maaşından ancak birkaç kuruş daha fazlaydı, yani bir kadını kapatmak için doktor maaşı bile yetmiyordu. Kadınlarla birlikte olabilmek için ilginç bir insan olman gerekiyordu.” AMAN ALLAHIM, DÜŞÜNCESİ BİLE TÜYLER ÜRPERTİCİ!
Bunun uzantısı, sınırları biraz daha muğlak ve daha geniş çerçeveli bir başka argümana varıyor: sosyalist rejimlerin kültürel alanda cinsiyet eşitliğini (tam olarak sağlayamasa da) yükselttiği argümanı. Kadınların istihdama eşit olarak eklemlenmesi bunun tabii ki çok önemli bir ayağı; Doğu Bloğu’nun sosyalist devletleri, kadın işi-erkek işi arasındaki farkı ortadan kaldırmak için büyük çaba harcamış. Kuşkusuz bunda savaş sonrası erkek nüfusun endüstriyel kalkınma için gerekli işgücünü sağlayamamasının etkisi var. Fakat bu çabanın ardındaki motivasyon ne olursa olsun, sonuçta yaşanan kültürel değişimin etkisi azımsanamaz: Kapitalizmin kadınları iş yaşamına kenardan teğellemeye çalışan yaklaşımının aksine sosyalist rejimler kadınların her seviyedeki ekonomik katkısını önemsediği için, erkeklerin ev işi ve çocuk bakımını kadınlarla eşit olarak paylaşması için de ciddi bir propaganda çalışması yürütülmüş.[5] Kadınların temsiliyeti yalnızca iş yaşamında değil, siyasette de artmış. Konuyu çalışanlar, hayatın bu farklı alanlarında cinsiyet eşitliğinin yükseltilmesinin, cinsellikteki eşitliği de yükselttiğini savunuyor. Dönemi yaşayanların anlatıları, bu eşitliğin daha yüksek cinsel tatminle doğrudan alakalı olduğunu düşündürüyor. Ayrıca en azından bazı Doğu Bloğu ülkelerinde 1950’lerden itibaren seksolojik bir propaganda yürütülmüş; dönemin (hepsi devlet kaynaklı) yayınları, “iyi bir seksin ancak kadının tatmin olmasıyla olabileceği, bunun da kadın ve erkek partnerler arasında eşitlik olmadan olamayacağı”nı vaaz etmiş.
Öte yandan sosyalizm, kadınlarla erkekler arasındaki cinselliğin ticarileşmesinin yalnızca bireysel ilişkiler seviyesinde değil, piyasa seviyesinde de önüne geçmiş: Tarihçi Dogmar Herzog’un Doğu ve Batı Almanya’nın cinsellik kültürlerini karşılaştıran kitabı Sex after Fascism’de öne sürdüğü iddiaya göre, Doğu Almanya’yı Batı’dan ayıran en önemli özellik, 20. yüzyılın 2. yarısında kapitalist dünyada etkisi giderek artan seks endüstrilerinin (seks işçiliğinin yanı sıra pornografi ve seks oyuncakları da kastediliyor) bulunmayışı.[6] Bu elbette tartışmalı bir nokta; nitekim günümüzde bunların kadın özgürleşmesinin aracı olduğunu savunan bir argüman da mevcut. Fakat burada önemli olan, bahsedilen tarihsel bağlamda ortaya çıkan seks endüstrilerinin tamamen erkeklerin zevkini ve tatminini öncelemesi ve kadınları nesneleştirmesi. Doğrudan orgazmla alakalı olmayan bir örnek, bu noktayı güzel açıklıyor: Doğu Almanya’da 1960’lardan itibaren gelişen çıplaklık kültürü, örneğin plajlarda çıplak güneşlenmek ve yüzmek, alınan polisiye önlemlere rağmen giderek yaygınlaşıyor ve sonunda ulusal bir norm halini alıyor. Bu, Doğu Almanya’daki kadınların bedenleriyle ilgili daha az takıntılı olduklarının bir kanıtı olarak da okunabilir, erkeklerin saldırgan cinselliğinin bir nebze olsun ketlenmiş olduğunun göstergesi olarak da. Sonuçta, Doğu Alman polisinin yıllarca engelleyemediği çıplaklık kültürünü, Duvar’ın yıkılışının ardından “çıplak Ossi’leri” görmek için plajlara akın eden, “bakışları pornografik olarak eğitilmiş” Batılı erkekler birkaç hafta içinde çökertiyor, çünkü kadınlar bu erkeklerin bakışları altında kendilerini artık rahat ya da güvende hissedemiyor.
Sosyalizmle kadınların cinsel tatmini arasındaki bağı açıklamak için Batı’dan karşı argümanlar öne sürülüyor elbette. Batı Almanyalı seksologlar, nasıl olup da çifte mesai yapan, tüketim mallarına erişimi kısıtlı Doğu Alman kadınların cinsel hayatlarının Batı’da işe gitmesine gerek olmayan, bütün günü sevgili çocukları ve sevgili elektrik süpürgeleriyle sevgili evlerinde geçiren kadınlardan daha tatmin edici olduğuna anlam verebilmek için bayağı uğraşmış. Vardıkları nokta, Doğu Almanya’da refah seviyesinin düşük olması, sosyalist ekonomide rekabet söz konusu olmadığı için insanların iş hayatında kendileri daha az tüketmesi, uğraşılabilecek eğlence aktivitelerinin sınırlı olması gibi faktörlerin sonucunda insanların kendilerini oyalamak için cinselliğe yöneldiği ve başka yerde bulamadıkları tatmini burada bulduğu.
Günümüzden bakınca bu iddia çok da asılsız görünmüyor. Yapılan araştırmalara göre kapitalizmin en gelişkin olduğu ülkelerde (ABD, Japonya, İngiltere, Avustralya öne çıkan örnekler) yaşayan gençler ve yetişkinler, daha önceki kuşakların aynı yaştayken yaptığından daha az seks yapıyor; heteroseksüeller ve gençler arasında bu düşüş daha belirgin. Victoria’s Secret’in düşen satışları, iş çevrelerinde “seks satar” döneminin bittiğine yoruluyor. Bu dinamiğin kuşkusuz tek bir sebebi yok, ama ücretli işin gündelik hayatı giderek daha çok kaplaması ve fazla çalışmayı yüceltme kültürünün norm haline gelmesi, buna bağlı artan fiziksel yorgunluk, performans kaygısı ve depresyonun etkisi yadsınamaz. Yani kapitalist dünyada insanların seks yapamayacak kadar çok işi ve uğraşı var (dürüst olalım, hangimizin işten eve yorgun argın gelip, varsa çocukları uyutup, bizim kadar yorgun partnerimizin yanına serilip saatlerce telefonlarımıza alık alık bakarak geçirdiği geceler olmadı? Tabii bu partneri olanlar için geçerli; olmayanlar içinse partner bulmanın zorluğu, hatta başlı başına bir “iş” haline gelmiş olması da söz konusu).[7]
Ayrıca bu düşüş trendi, yalnızca kadınların değil erkeklerin de kapitalizmden cinsellik babında kötü etkilendiğini gösterse de, kadınların (ister sık ister seyrek giriyor olsunlar) cinsel ilişkilerden, özellikle heteroseksüel cinsellikten aldığı tatmin konusunda fazla bir şey söylemiyor. Hepimizin kendi deneyimlerinden bu konuda söyleyecek çok şeyi vardır eminim; ama dünyanın hemen her yerinde cinsiyete dayalı ücret aralığı gibi bir de cinsiyete ve cinsel yönelime dayalı (keza lezbiyen kadınlar için bu geçerli değil) “orgazm aralığı” olduğu kabul ediliyor. Daha eşitlikçi ülkelerde bu aralık en azından bir nebze kapanıyor. Erkeğin boşalmasının, ilişkinin tepe noktası (ve çoğunlukla da sonu) olarak görülmesi—ne yazık ki sadece erkekler arasında değil kadınlar arasında da—yaygın. Partnerinin orgazm olmasını önemseyen erkeklerin dahi bunu partnerleri için değil, kendileri (kendilerini daha “erkeksi” hissetmek) için yaptıklarını ortaya koyan çalışmalar da var. Bu da kadınlara çok şey ifade etmiyor olsa gerek ki orgazm taklidi, pek çok kadının başvurduğu bir taktik.
Elbette reel sosyalizm pek çok kişiye ve gruba ağır bedeller ödetti. Yalnızca cinsellik üzerinden bakınca bile karne temiz değil: Eşcinsellerin ve transların Doğu Bloğu’nda gördükleri baskıyı yadsımanın imkanı yok. Ayrıca Sovyet askerlerinin Doğu Almanya’nın işgali sırasında kadınlara yönelik tecavüzü savaş silahı olarak kullanmış olması, bütün korkunçluğunun yanı sıra Stalin Rusya’sının eşitlik fikrine çok da yakın olmadığını da gösteriyor. Dolayısıyla Doğu Bloğu deneyiminin bize sunduğu, dönmek isteyeceğimiz şanlı bir geçmiş değil, dünyada gerçekleştirmek istediğimiz değişikliklerin ipuçlarını veren bir hafıza.
Cinsel arzu ve hazzın ekonomik ve kültürel faktörlere indirgenemeyecek bir yanı var kuşkusuz. Fakat cinselliğimizin sosyal/politik çevreden hiç etkilenmediğini de düşünemeyiz. Burada giriştiğim düşünce egzersizi, ekonomik bağımsızlıkla başlayan bir neden-sonuç dizisinin kadınları güçlendireceğine, bunun da bizi şiddet içeren ilişkilerin olduğu kadar, tatmin edici olmayan ilişkilerin içine hapsolmaktan da özgürleştireceğine işaret ediyor. Yani sosyalizm, (emeğin yanı sıra) cinsellik de sömüren partnerler ve patronlardan özgürleşmeye olduğu kadar, kadınların rızasının aranmadığı ve cinsellikten aldığı tatminin önemsenmediği (Aziz Ansari’de cisimleşen[8]) bir dünyayı değiştirmeye de yarayabilir—ekmek ve gülün yanına bir de saygı ve orgazm!
Diyorlar ki, sosyalizm tehdidi geri dönmüş. Ben buna pek inanmıyorum,[9] ama kadınlar olarak bu tehdidi geri getirmek için elimizden geleni yapsak diyorum.
İngilizce çevirisi için / For the English translation
(*) Başlık, Hasbiye Günaçtı’nın yıllarca bizlerle paylaştığı beden ve cinsellik sunumları sırasında gelişen, “sosyalizm gelince önsevişme kalkacak çünkü hepsi sevişmeye dahil olacak,” esprisine gönderme 🙂
[1] Yaptığım alıntıların hepsi online kitaplardan olduğu için ne yazık ki sayfa numarası veremiyorum.
[2] Yazıyı yazarken başvurduğum kaynaklar, temel olarak cis-heteroseksüel kadınların deneyimlerini merkeze alıyor. Bunun esas sebebi, sosyalist rejimlerin eşcinsellere ve translara karşı olan baskıcı yaklaşımının, o yıllarda yapılan çalışmalara da yansıması ve heteroseksüel olmayan cinselliğin burada kendine yer bulamaması. Fakat öne sürülen argümanların en azından bir kısmının yalnızca bu kesimin değil, bütün kadınların deneyimlerini kapsayabileceğini düşünüyorum.
[3] 1930-1940’ların Rusya’sı, kadınlar açısından (seks dahil) her şeyin en kötü olduğu sosyalist rejimlerden biri zira Stalin’in iktidara gelmesinden sonra kadınların Lenin döneminde edindiği kazanımların çoğu (kürtaja erişim gibi) geri sarılıyor—Stalin’in Kollontai’ı sürgüne gönderdiğini de unutmayalım. Stalin’in ölümünün ardından bu durum tersine dönüyor; görünüşe göre “anavatan”da yaşayan kadınlar da cinsel tatmin artışında Doğu Bloğu’nun kalanına yetişiyor. Romanya ve Arnavutluk da baskıcı üremeyi teşvik politikalarıyla kadınların durumun çok ferah olmadığı rejimler.
[4] “Daha iyi seks”in nasıl ölçüleceği elbette tartışmalı bir konu. Bir yandan, Doğu Bloğu seksologları, seksin kalitesini orgazm olmaya indirgemediklerini ve daha bütüncül bir yaklaşım geliştirdiklerini vurguluyor; ürettikleri materyal de bu görüşü destekliyor. Fakat orgazm sayısı, akılda kalacak bir veri olduğundan olsa gerek, bu araştırmalar alıntılanırken en çok kullanılan tekrar edilen bulgular orgazm sıklığına ilişkin olanlar.
[5] Bunların ne kadar başarılı olduğu tartışılır, çünkü elbette bu teşviklere karşı belli bir erkek direnci oluyor. Ama yukarıda mektubunu alıntıladığım Çekoslovakyalı kadın gibi nicelerinin anlatıları, bu çabanın bir yere kadar karşılık bulduğunu gösteriyor. Söylemeye gerek yok, bu konuda da farklı eski sosyalist rejimler arasında ciddi farklar mevcut.
[6] Doğu Bloğu ülkeleri arasında bunun önemli istisnaları var—Çekoslovakya’nın “komünist seks ticareti merkezi” olması ve Polonya’nın pornografi endüstrisi gibi.
[7] Yine Ghodsee’nin aktardığı bir anlatıda, gençlik ve erken yetişkinlik yıllarını kapsayan sosyalizm yıllarını “romantizm dolu” olarak hatırlayan Bulgaristanlı Ana Durcheva, kendi hayatını kızınınkiyle şöyle karşılaştırıyor: “Tek yaptığı çalışmak. İşten eve geldiğinde kocasıyla olacak hali kalmamış oluyor. Ama zaten fark etmiyor çünkü kocasının da mecali yok. Zombi gibi televizyonun karşısında oturuyorlar. Bizim zamanımızda biz çok daha fazla eğlenirdik.” Ana, bu romantizmi boşanmış bir kadın olarak kendi işi ve maaşı olmasına ve bir erkeğin desteğine ihtiyacı olmamasına borçlu olduğunu söylüyor.
[8] Aziz Ansari mevzuuna yönelen tepkilerin, kadınların rıza gösterme çıtasının genel olarak ne kadar aşağıda konumlandırıldığını ve seksin kadınlar için pozitif deneyim olup olmamasının hiç umursanmadığını çok açık biçimde gösterdiğini, bu örneğin bu yüzden çok kritik olduğunu düşünüyorum.
[9] Öte yandan “kızıl korku” son derece gerçek. Paylaşmadan geçemeyeceğim bir örnek: Ghodsee’nin yazıda bahsettiğim kitabı yayınlanmadan önce (hemen hemen) aynı adla New York Times’a yazdığı makale epey topa tutulmuştu. Benim kişisel favorim, Fox’taki Soğuk Savaş soslu “New York Times, Komünistlerin Bizden Daha İyi Seks Yaptığına İnanmamızı İstiyor” manşeti—izninizle, burada link verip onore etmemeyi tercih edeceğim.
Görece kısıtlı ama dünyada farklı kültürlere yayılabileceğinden değişik bir çalışma olabileceğinden, lelu lush sonrası eğilimlerdeki değişimler de belki bir kültürel araştırma konusu olabilir. Yani oyuncağın gücü ve yaşatabildiği orgazm(belki bi yere kadar da duygusal tatmin açısından) ilerleyen zamanlarda bireylerin eğilimlerinde değişimlere yol açabilecek kadar güçlü (öncekilerle kıyas kabul edilemeyecek kadar). Duygusal anlamda partner ve daha derin bir manevi tatmin arayışını bi dereceye kadar, belki önceki her şeyden daha etkili olması açısından baskılama becerisi var çünkü.
Gerçi o kadar etkili ise bunun şirket satışlarından izlememiz gerekirdi. Yine de eğilimde değişikliğe yol açabildiği için önem taşıyabilir.