Kadınların annelerinin karnından çıkıp da ilk nefes aldıkları andan itibaren öğrendikleri “korkuydu” o. Herkesin kafasını çevirip geçip gitmesinden, “ama sen de…” diye başlayan cümleler kurmasından, sen ne olduğunu anlatırken gözlerinden geçip giden şüpheden duyulan korkuydu.
Bu yazıyı okumanın ilk kuralı yazarının bir kadın olduğunu bilmektir. İkinci kuralı ise her kadın olduğunu.
Çalışma odasında oturuyorum, aslında yazıya nasıl başlayacağımı kurgulamıştım. Geceleri uykuya dalmadan onlarca cümle biriktirmiştim kafamda. Ama yine de zorlanıyorum. O kafamdan geçen etkili cümleler kaybolup gitti. Anlatacaklarımdan tam on yıl sonra, yani şu anda cümleleri yeniden bulmak, her şeyi yeni baştan söylemek zorundayım. Çünkü ertelediğim her gün ağzımda yaralar çıkmaya başladı.
Tam burada yazıyı okumayı kesebilirsiniz, çünkü devamı şiddet içeriyor belki de cinsellik, aslında her ikisini de. İkisi arasındaki çizginin ne olduğunu tam olarak bilen var mı? Bulmak benim on yılımı aldı.
On yıl önce bir şubat ayıydı. Birkaç ay öncesine dek görüştüğüm biri vardı, bir süre memleketine gitmişti ve diyaloğumuz bitmişti. Hoşlandığım birisiydi, o takılma süreci boyunca herhalde sevgili oluruz diye düşünmüştüm ama bana eski sevgilisini anlatmasıyla sonuçlanan birkaç buluşmamız oldu. Olsun, sonuçta hoşlanmıştım işte. Neyinden derseniz, hiç bilmiyorum. Sadece sevilmek istiyordum ve görmezden gelebilirdim, kendime saygı kısmı üzerine henüz düşünmeyecek kadar gençtim.
Memleketinden döndükten sonra mesajlaştık, Beşiktaş’ta buluştuk. İki üç bira içtik ve arkadaşça bir hava hâkimdi. Ya da ben öyle sandım. “Sonuçta arkadaşız” gibi bir cümle kurduğunu hatırlıyorum, bağlamı neydi bilmiyorum ama arkadaş kalma noktasında hemfikirdim, hem o benden hoşlanırsa ben de yeniden hoşlanabilirdim. İçimde dolmayan bir boşluk vardı ve gençken o boşluğu sevilerek doldurabileceğimi düşünüyordum; ama başkaları tarafından, kendim değil.
İnsan arkadaşlarını dikkatli seçmeli.
Aynı gece bir kadın arkadaşımıza rastladık, niyetim kalkıp eve gitmekti, “bana gelin şarap içelim” dedi. Evine gittik. Kadın sevdiğim birisiydi, sohbet ettik, sıcak şarap içtik, kafalar bir milyon. Bir milyon mu emin değilim bu benim kendimden kuşku duymak için kurguladığım şeylerden biri olabilir. Çünkü bu konu hakkında aklınızın almayacağı kadar çok soru sordum kendime.
Ayrı yataklar yapıldı, ben salonda o da içeri odada yatacaktı. Gece yanıma geldi, önce öpüştük, sonra neden bilmiyorum istemediğimi fark ettim. (Ve söyledim) Üzerimdeydi ve kulağıma şöyle dedi: “önceden istiyordun, şimdi noldu?” hayatım boyunca duyduğum tüm korkuları toplasaydık o an hissettiğim korkuya eşit olamazdı. Bir şekil verebilseydik korkulara, o ana dek hissettiklerim akışkandı, belki su gibi değil ama kek harcı gibi. Akışı yavaş ama kaşıkla sıyırabilirsiniz, kokusu hoş, biraz da heyecan verici. Ama o an hissettiğim korku tam yumruğum kadardı ve küp şeklindeydi. Kaskatıydı ve köşeleri içime battığı için beni felç etti. Aklımdan milyonlarca şey geçti ve hiçbir şey geçmedi. Sessiz şekilde pantolonumu sıyırmasını izledim, belki de ben çıkarttım biliyor musunuz; ellerimi, kollarımı, bedenimin her noktasını korku kontrol etti. Hareketsiz durdum ve bitmesini bekledim.
Sonra sona erdi ve ona nazik davrandım, gülümsedim, pantolonumu geri çektim ve sırıtkan yüz ifadesiyle içeri odaya gitmesini izledim. Sabah altıda evden çıktım ve onu son görüşüm bu oldu.
On yıl önce bunu bir yakın arkadaşıma şöyle anlattım “bilmiyorum, kendimi kötü hissettim işte”.
Sonra konuyu hızla kapattım. Ancak bedenim unutmamış olmalı ki ardı ardına vajinal hastalıklara yakalanmaya başladım. Yumurtalıklarımda iltihap vardı, ameliyat oldum. Tekrarlayan sistit başladı, her ilişkiye girdiğimde sistit oldum bir yıl kadar. Ama bedenimi rahat bırakmadım, devam ettim.
Bu olay günlük hayatta çok alakasız anlarda belleğimin derinliklerinden çıkıp gelen, bir ürperti yaratıp aklımdan geçip giden bir şey oldu. Saniyenin onda biri kadar bir an. Sonra günlük hayatımdan da çıkardım. Unuttuğumu düşündüm, çok da ağır bir şey olmadığını, sonuçta neler yaşıyordu kadınlar, bunun lafını edip yakınamazdım. Hem belki de ben büyütüyordum, kendime trajedi arıyor olabilir miydim, kendime acımayı seven bir ruh hastasıydım belki de. Yine de bir terslik vardı, hali hazırda duygusal iniş çıkışları dillere destan birisiydim ama bu sefer farklıydı, bir terslik vardı.
Kendimi o kadar suçlu hissediyordum ki, daha da suçlu hissedeceğim onlarca şey yaptım. Suçluluğu adeta günlük hayatın dibinden, köşesinden çekip çıkardım ve bir kara delik gibi içime çektim. Suçluluğun bağımlısıydım artık. Kendime olan nefretim o denli büyüdü ki her defasında daha da büyük pişmanlıklar yarattım kendime. Sonra çevreme zarar verdim. Sevdiğim insanlara. Beni yaptıklarıma rağmen sevsinler istedim, böylece suçluluğum azalacaktı. Kendime hele, öyle çok zarar verdim ki. Çünkü kendimden bir şeyi o gece orada bıraktım ve ondan geri kalan şeyi iyileştirmeye çalışmak onu mahvetmeye çalışmaktan çok daha zordu.
Cinselliğin ve şiddetin sınırları bulanıklaştı. Belki de şiddeti, korkuyu, belirsizliği cinselleştirdim. İçki içtiğimde ne olursa olsun bunu arayan biri vardı içimde, risk, korku, suçluluk. Çünkü cinsellikti o, eğer yaparsam, o da cinsellik olacaktı, o zaman onun gerçek adını koymak zorunda kalmayacaktım. Dile gelmeyecekti içimde. Oysa okuduğum bir kitapta ruhunuzdan bir parçanın öldüğü anları işaretleyin diyordu ve benim aklıma gelen ilk an tam da o andı.
Yıllar sonra Kadıköy’de gördüm onu, gözlerimin içine baktı ve inanır mısınız ben başımı önüme eğdim. Sanki kaçması gereken benmişim gibi, hızlı hızlı yürüyüp uzaklaştım. Korktum çünkü biliyor musunuz, neden bilmiyorum öyle çok korktum ki sanki hayatım boyunca korktuğum her şey onun bedeninde cisimleşti. Üstelik çevremde cesaretiyle tanınan biriydim. Polisten korkmazdım, sokaklardan korkmazdım, kimseden korkmazdım (ya da öyle zannedilsin istedim).
Ama o beni sosyal medyadan eklediğinde adını görüp korktum. Aceleyle engelledim. Bir yerde bahsi geçince korktum, bir gün ayıkken açsam bu konuyu insanlara “sen de istemişsin” diyecekler diye korktum. Benim suçum olduğunu söyleyecekler diye korktum. Sonra kendime o denli kızdım ki kötü bir feminist olduğuma karar verdim, kendini korumaktan bile acizsin. #MeToo hareketi ilk ortaya çıktığında Twitter’ın başında öylece oturdum ve kendime kızdım, neden yazmaktan korkuyorsun kızım dedim, neden biliyor musun çünkü sen korkaksın, çünkü senin suçundu.
Kötü feminist.
Neden sonra, birkaç ay önce bir an, öyle sıradan bir an ki, havuç doğrarken bir an kendime şöyle dedim; “bi dakika ya, ne yaptığını biliyordu, beni o görüşmeden sonra hiç aramadı, neden aramadı, çünkü ne yaptığını biliyordu”. İnsan bu kadar basit şeyi nasıl yıllar sonra fark eder? Sen salak mısın diyebileceğiniz çok fazla şeyi çok geç fark ettim. Ve sanırım bu aydınlanma beni rahatlattı. En azından bu konuda aynı fikirdeyiz dedim, sen de ben de senin ne yaptığını biliyoruz.
On yıl, dile kolay. Onlarca hata, sarhoşluk, ağlama, çevresinde dönüp durduğum sohbetler ve o sebebi bulunamayan suçluluk. Şiddeti kendime çektiğim çünkü kendime layık gördüğüm geceler. Her şeyin sonunda sınırları bulanıklaşmış benliğim, terapi seansları, uzun uzun, bitmeyen, kendimi sevmediğim, sevemediğim yıllar. Dönüp dolaşıp bir yerlerden boğazımı sıkan ağlama hissi. Yolda yürürken, arkadaşımla sohbet ederken, kahve içerken saniyenin onda biri kadar bir süre aklımdan geçtiği için hissettiğim ürperti. Kafamı çeviriyorum o an gözlerimin önüne gelince. Dışarıdan izliyorum kendimi, eğiliyorum kulağıma “kızım” diyorum, “içeride bir kadın var, hadi bağır.” Olmuyor. Her defasında küp şeklindeki korkunun sivri köşeleri beni felç ediyor.
İçime yerleşen korkunun ayak seslerini bunca yıl çok fazla yerde duydum aslında ama son birkaç ayda beklenen oldu ve kapıya dayandı. Tez yazıyorum son zamanlarda, herhalde bilinçaltımın derinlikleri benden habersiz bu konuyu arayıp buldu ve tezim gereği şiddete ilişkin şeyler okudum. Sonra “Cinsel Şiddeti Anlamak” isimli kitabı okurken bir anda ağlamaya başladım. Geriye dönüp uzun uzun kontrol ettim her şeyi. On yılın sonunda beden ve şiddet üzerine yazmaya başlamış, buna hazırlamıştım kendimi, olabilir miydi? Ama olanlar bir yabancı tarafından işlenmiş, şiddet dolu bir suç değildi, o zaman bu denli incitmemeliydi beni. Anlatsam insanların gözlerinde “çok da şey değil”i görmekten neden korktum? Dayanıksız mıydım? Büyütüyor olabilir miydim? Nereden çıktı, ben bunu unutmuştum.
Ama bir şey vardı işte, bir terslik vardı. Elbette yaşadığım kötü şeyler top on listem birçok trajik vakayla doluydu, ama o an bu listede değildi. O an klasman dışıydı. Trajedi, üzüntü, talihsizlik diye tarif edemeyeceğim bir şey vardı içinde. Benlik ile dünya arasındaki sınırın “ten” olduğu yazıyordu bir kitapta, o şey bu sınırı parçaladı ve benliğime sızdı. Sara Ahmed’in şöyle dediğini okudum: “kırılma sadece bir şeyin kırılması değildir, bir olasılığın, bir eylemi tamamlama veya bir varış noktasına ulaşma olasılığının paramparça olmasıdır.” Evet böyleydi. O şey, beni derinde bir yerden parçaladı ve onsuz nasıl biri olacağıma ilişkin olasılığı özlememe neden oldu.
Buna sebep olan korkuyu düşündüm çok uzun. Çok uzun bir süre. Yıllarca.
Ve buldum.
Sadece bana ait değildi çünkü. Kadınların annelerinin karnından çıkıp da ilk nefes aldıkları andan itibaren öğrendikleri “korkuydu” o. Ninemin kocasından yediği tokadın korkusuydu, annemin otobüste yaşlı bir adam elini bacağına koyunca kapıldığı dehşetti, tanıdığım başka bir kadının eniştesi memesini sıkmıştı on altı yaşındayken, gazetelerde anlatılan, her gün kaçırılan, dövülen, kaybedilen, saldırıya uğrayan onlarca, yüzlerce, binlerce kadının korkusuydu. Herkesin kafasını çevirip geçip gitmesinden, “ama sen de…” diye başlayan cümleler kurmasından, sen ne olduğunu anlatırken gözlerinden geçip giden şüpheden duyulan korkuydu.
Ve işte karşımdaydı. Onun bedeninde cisimleşen çok eski bir şeyden, belleğimin çok derinlerinde duran bir bilgiden çok korktum: erkeklerin yapabileceklerinden.
Bir terslik var, kabul et kızım.
Uzun zamandır içki içtikten sonra uyuyamıyorum. Dolaşıyorum evin içinde, sigara içiyorum, camdan bakıyorum ama uyuyamıyorum. Önümü göremeyecek seviyede olsam bile, uyku gelip bulmuyor beni.
Bir şeylerin içimde ayaklandığını hissettim sonra. Korku dışarı çıkmak istedi sanırım. Hayır, daha doğrusu ben onu dışarı atmak istedim. Artık hangi kısmın bana dair olduğunu bilmediğim için korku ve beni birbirinden ayırt etmekte zorlanıyorum bu nedenle en doğrusu şu olacaktır: bu ayaklanma ikimizin de eseriydi. Yine de önce yok dedim kendime, geçti gitti o mesele, hem kaç yıl oldu, “o çoktan unutmuştur”. İkinci ses dedi ki, istedin mi acaba, üçüncü dedi ki istemedin. İlki dedi ki koy o zaman bunun adını hadi, istemediğini söyledin çünkü. Söyledin mi sahiden dedi ikincisi. Üçüncüsü cevap verdi ona, söyledin. İstemiyorum dedin.
Yargıtay ne diyor kızım, tecavüzün diyor suç olması için iki kişi arasında önceden bir “münasebet” olmuş mu, içkili miymiş, kadın şikayet etmiş mi, bir düşmanlığı var mıymış, bağırmış mı, yardım istemiş mi onlara bakarım diyor. Ben de diyorum ki, kendimi erkeklerden oluşan bir mahkeme heyeti karşısında, onların ağzıyla, onların kurallarıyla yargılamayı bırakıyorum, sus lütfen ikinci ses; kendimin karşısına kendimi koyuyorum ve ona diyorum ki “gel kızım, sarılayım sana.”
Sonuç olarak beklenen oldu. Bir gece, birkaç hafta önce, sarhoştum biraz, evin içinde dolaşıyordum yine. Uyuyamıyordum, insanlar sarhoşsun yat uyu işte dediler, ben uyuyamadım. Sigara içtim. Sonra odama döndüm, telefonumu elime aldım, adını yazdım Instagram’a ve buldum. Yazı yazabilecek durumda değildim ama tek bir harf hatası dahi yapmadan ona şöyle dedim: “On yıl önce o gece yaptığın şeyin adı tecavüzdü. Bazen hâlâ kulağıma sesin geliyor. Bunu yaptığını bilerek yaşamanı istiyorum, hoşça kal.” Ve uyudum.
Terapiye başladım, içkiyi bıraktım, içimdeki üç sesten ikincisi zayıfladı. Adını koydum çünkü. O hepimize ait korkuya baktım ve şimdi köşelerini törpülüyoruz. Üç ses (evet ikincisi de), terapistim ve ben. Suçlanacağım korkusu, sevilmeyeceğim korkusu, hayır diyemeyeceğim korkusu, direnemeyeceğim korkusu, başaramayacağım korkusu… Korkunun binlerce biçimi. Kadınların içine işleyen, örgütlenen korku. Susturulan acı. Acı en çok dile gelmek, görülmek isterken, dile getirirsen olacaklardan duyduğun korku. Bir biçimde acıyı yalnızlığa mahkum etmek istiyorlar, utançla, korkuyla yapıyorlar bunu ya, ben de adını koyuyorum işte. Tüm bunları dile getirecek, yumuşatacak ve beni parçalamadan içimden çıkmasını sağlayacağım. Geride izleri kalacak ama olsun, şu an tamir edebilirim gibi geliyor.
Sanırım kendimi biraz daha seviyorum.
Anlayacağınız (Kızılderili demek doğru muydu) Amerikan yerli halkının ortaya attığı saçma iddianın aksine beni öldürmeyen şeyler beni güçlendirmedi (sanırım onları da güçlendirmemişti). Beni ağlattı, geceleri uykusuz bıraktı, hatalar yaptırdı ve pişman etti. Ama sanırım bir tane iyi tarafı var, beni öldüremedi de. O yüzden bu yazıyı bana yazdıran, korku değil, benim. O yüzden benim için üzülmeniz hakkında da korkarken bunu tekrar ettim kendime, bu kararı ben verdim. O şey değil, ben.
Yazıyı yayınlarsam, yanıma gelmenizden ve yüzüme üzülerek bakmanızdan; sonra utanç duymaktan ve pişman olmaktan korkan sesleri susturdum. Bunu okuyan ve benim ben olduğumu anlayan herkesin bunun suçlusunun ben olmadığımı bildiğini söyledim ikinci sese. Sus dedim, sus. İstemediğimi söylemiştim.
Ben, bir bütün olarak, yaşadıkları, yapamadıkları, hataları ve başardıklarıyla, yaşadığım şeyi yüksek sesle önünüze koydum çünkü bu yazıyı okuyan her üç kadından üçünün beni anlayacağını biliyorum. O acabayı her allahın günü kendine sorup duran, şiddet seviyesi toplumun standartlarına uymadığı için acısını susturan, dile getirmeye değer görmeyen, suçlu hisseden, kendini sevmeyen kadınları tanıyorum. Ruhun bir parçasının öldüğü o anı biliyorum ve geri gelmeyeceğini de. On yıl sonra da olsa korkunun kapıyı çalacağını biliyorum.
Eğer acaba ise, öyledir. Yoksa ben mi, diye düşünebilirsin, sen değilsin. Derinlere itsen de geri gelecektir; ama ondan daha güçlüsün.
Bu biraz da senin için. İhtiyacın olduğunda, korkuyu artık istemediğinde ve iyileşmeye hazır olduğunda, kelimeler içinden çıkmakta zorlanırsa, senin yerine de yazdım.
Bu yazıyı ona gönder. O ne yaptığını biliyor.
Ve küçük bir not: okuyan ve canı yanan sevgili okuyucu, sana sunacak bir iyileşme reçetem yok ama sadece şöyle diyebilirim. “Gel kızım, sarılayım sana.”
Ekin