Birbirini gerçekte hiç tanımayan; birbirinden bihaber; yardım istemeye, sevincini, yalnızlığını, acısını paylaşmaya çekinen, paylaşmak istemeyen insanlara dönüşüyoruz.
Yalnızlık hayli zamandır gündemimde; gündemime girdiği anla şu an arasında çehresi epeyce değişti. Birçok açıdan ele alabileceğim bir konu ama ben yalnızlaşan hayatlarımızın kurduğumuz- kuramadığımız dostluklarla ilişkisini irdelemek istiyorum kısaca. Bana iyisiyle kötüsüyle büyük bir hayat deneyimi katmış ilişkilerden ve ilişkiler üzerinden bahsederek başlayacağım.
Çocukluk arkadaşlarım; mahalle arkadaşlarım, lise arkadaşlarım. Sanıyorum dostluk kelimesini gönül rahatlığıyla kullandıklarımdı. Birlikte büyüdüğüm, 20’li yaşlara taşıdığım ilişkilerdi. Bu ilişkilerin hayatımdan çıkıvermesiyle daha da bir gündemime girdi “yalnızlık” meselesi. Üniversitede, iş hayatında ya da diğer ortamlarda geliştirdiğim arkadaşlıklarım da var/dı elbet (fazla kalabalık bir çevre) ama eğer birlikte büyüdüğünüz dostlarınız sizin için her şeyden, herkesten önce geldiyse hayatınızda, hissettiklerinizin bir gönül ilişkisinin yaşatabileceklerinden pek farkı olmayabilir. Bugünden bakınca bu yol ayrımlarının, getirdiği hislerin o zaman 20’li yaşlarda olmamla da ilgisi var tabii; o yaşlarda ciddiyet ve dram konusunda daha iştahlı olabiliyoruz. Fakat aynı zamanda derin bir acının var olduğu da büyük bir gerçek. Şöyle derdim: “Aldatılmış gibi hissediyorum, ihanete uğramış gibi.” Bir kayıp duygusuydu yaşadığım ve bir süre yasını tuttum. “Biri mi öldü” diyenler oluyordu ya da o an yaşadıklarımın ancak bir ölüme verilebilecek tepkiler olduğunu düşünenler. Doğru da bir yandan, birileri ölmüş oluyor sizin için. Bu aşamada yalnızlık, çeyrek bir ömrün de sonuna gelmemle biten dostluklardan bana kalandı.
Bu süreçte politikaya olan tutkumu hiç yitirmedim ama bir süre yasımı tuttuktan, öfkemi yatıştırdıktan, kırgınlıklarımı hafiflettikten ve belki de tekrar yaşama döndükten sonra “gerçek dostluk bu değil” ise nedir demeye başladım. Evet, gerçek dostluk böyle olamazdı çünkü ömür boyu sürmesi gereken bir şeydi benim için ya da ben öyle olsun istiyordum, öyle olacak zannediyordum; zannediyorduk hatta bence… Yıllanmasıyla övündüğümüz ilişkilerdi bunlar. Bu haliyle bana bir evliliği anımsatıyor. Evliliğin diğer kısımları bir yana, hastalıkta ve sağlıkta birbirlerini asla bırakmayacaklarına dair söz veren ya da öyle olacağını düşünen iki insanı. Açıkçası hiç gerçekçi değil; böyle bir sözle yola çıkmak, böyle bir sözle yolda olmak… Yeni insanlar, yeni ortamlar da derken yaş 30’a geldi; bana eşlik eden çok net iki şeyle: inançsızlık ve güvensizlik. Kafamda türlü sorular vardı; sınırsız bir güven, samimiyet, o kadar farklılığın bir arada durabilmesi, sonsuz bir iç açış, emek… Yeniden. Mümkün mü? Mümkünse bile sonrasında bunları yapmak pek kolay olmuyor galiba. O duyguyu dibine kadar yaşamış biri olarak bu beş yılda “dostluğun” eksikliğini çok hissettim; ama hiçbir zaman geriye dönüp yeniden ilişkilenmek istemedim de; o, biten bir şeydi. Bir zamanlar harika dostluklar yaşadığımızı düşündüğüm, her anını yazıyla, mektupla, fotoğrafla, videolarla kayda geçirdiğim, sakladığım ilişkilerin de birçok açıdan eksik, imkânsızlık ve başka türlü yalnızlıklar barındırdığını görmek, anlamak, kendimi de onları da affedip geçmişle vedalaşmamı sağladı. Bu aşamada, homo sapiens olarak en nihayetinde yalnız bir varlık olduğumu/zu kabullenmeli, bununla barışmalıydım…
Tabii 30 yaş ve sonrası mis. Burada da neredeyse beş yıllık bir süreç var. Sorularımın bir kısmının cevabını buldum. Yıllanmaktan değil ama derin ilişkiler kurma isteğimden hiç vazgeçmedim. Her şeyin hızla tükendiği bir zamanda yavaşlamak istedim. Biraz içe döndüm. İnsanlar azaldı. İnsanlarla geçirdiğim vakit azaldı. Anların tadını çıkarmaya baktım. Hikâyeler biriktirdim. Hikâyeler biriktirmek önceliğim oldu. Gözlemlemek, anlamaya çalışmak, öğrenmeye çalışmak, tanımaya çalışmak, merak… Bunlar içimde daha da yükseldi. Baktığımda bazı şeyleri daha iyi görür, düşünür ve hisseder hale geldim. 30’ları ayrı bir sevdim, yaş almak özelde ve genelde yaşanılan kötü şeylerin yanında keyifliydi. Hayat vesile olsa da bu noktada artık yalnızlık benim için bir tercih, içinde olmaktan haz duyduğum oyunbaz bir var oluştu. En büyük dostluğu kendimle kurdum.
Şimdi üzerine topluca düşünmek istediğim bazı şeyler var. Kendimi çok uzun bir dönem insanların türlü ortamlarda birbirlerine karşı geliştirdiği önyargıları silmeye çalışırken buldum. Bunu yaparken bir yandan da etkilenmemeye uğraşıyorsunuz tabii, kolay değil. Üzücü, yorucu bir çaba. Sema Kaygusuz’un yazılarının yer aldığı “Aramızdaki Ağaç” kitabındaki “Dilin Kahreden Şenliği ya da Şiir” yazısı aklıma geliyor. Söylediği her şeye yürekten, yürekten katılıyorum. Kendimi ona çok “yakın” hissediyorum. “Sen çoğunluğun çoklukla dedikodu yaptığı yerdesin,” diyor. Bunu inkâr edebilecek biri var mı? Başkaları hakkında konuşmaktan, başkaları hakkında konuşanları dinlemekten birbirimizle ilişkilerimizi geliştirmeye, birbirimizi tanımaya ve birbirimizi sevmeye isteğimizin kalmadığını söyleyebiliriz belki. “Sözcüğün içini açıp yakından bakarsak, her şeyden önce dedikodu katıksız kötülemedir” diyor; katılıyorum. Bir insanla ilgili iyi şeyler söylediğinizi düşündüğünüz anda bile belki bu böyle. Bizi birbirimizin yüzüne bakmaktan alıkoyan bu şeyin insanların yalnızlığına doğrudan bir etkisi olabilir mi? Bu davranışların insanların birbiriyle samimiyetinden doğduğunu söyleyebilir miyiz, gerçekten? Kendi adıma cevap verecek olursam, bu yöntemle kimseyle yakınlaşmak istemediğim ya da yakınlaşamadığım kesin.
Politik ortamlarda ya da diğer ortamlarda merkeze kendimizi ya da arkadaşlarımızı koyduğumuz ilişkiler geliştiriyoruz. Sosyal medya üzerinden yürüyen tartışmalarda da, tartışmalar için bir araya geldiğimiz alanlarda da bunu görebiliyoruz. Fikirler değil de, o fikirlerin kimlerden, hangi topluluğun içinden çıktığı önemli oluyor. Böyle olunca en saçma sapan konuşmaları, davranışları bile savunur hale gelebiliyor insan. Bu durum ister istemez tartışmalara, dostluk, arkadaşlık açısından da bakmama sebep oluyor. Sanki herkes aynı şeyi düşünmek zorundaymış gibi. Sanki aynı şeyi düşünmediğimizde ya da onayla(n)madığımızda, takdir alıp vermediğimizde bir yabancıya dönüşüyormuşuz gibi. Oysaki sözlerimiz bize mi ait yoksa başkalarının seslerini mi kullanıyoruz, bunu anlayabilmek için biraz mesafelenmeye ve bize bu mesafeyi tanıyacak insanlara ihtiyacımız var. Yapılara da. Yaş kaç olursa olsun kendi eksiklerimizin sorumlusu her zaman bir başkasıymış gibi davranabiliyoruz. Sağlıklı olması bir kenarda dursun birbirimizle iletişim bile kuramıyoruz. Kimsenin kimseye yanlışını söylemediği, söyleyemediği bir zeminde arkadaşlıktan bahsetmek mümkün mü? Böyle bir zeminde gelişmek, ilerlemek söz konusu olabilir mi? Benim cevabım hayır. Bu ilişkileri bir arada tutan şeylerin ne olduğuna derinlemesine baktığımda, cevabım yine hayır oluyor.
Gönül ilişkilerine gelince, etrafım romantik ilişkiler yaşayan yalnız insanlarla dolu. Sevgilisi, partneri, özellikle eşi olan birinin yalnız olmadığı düşünülüyor, toplumda hâlâ böyle bir algı var diyeceğim ama bu anlayış her yerde. Tabii ki bu algının yerleşmesinde insanların aslında hiç yaşamadıkları şeyleri yaşıyormuş gibi göstermesinin de etkisi var. Birçok şeyin yalan, çıkar üzerine kurulu olduğunu biliyoruz. Çeşitli sebeplerden yalnız kalmamak için kurulan yapay ilişkiler, hayatları daha da yaşanmaz hale getirebiliyor. Ancak diğer yandan nadir de olsa “dostum” dediği kişinin aynı zamanda birliktelik yaşadığı insanlar olduğunu ifade edenler de var. Eskiden, hiç anlamadığım belki de anlamak istemediğim bir şeydi bu; nasıl olabilir deyip kızardım. Ama şu an geldiğim noktada anlıyorum ve bunun üzerine düşünmek, dostluğun varlığının ya da yokluğunun sebeplerini kavramamızı da kolaylaştırabilir. Belki burada konuyla ilgili mükemmel bir dizi vardır: Fleabag. Bu dizi birçok şeyle ilgili ama en çok da yalnızlıkla. Phoebe Waller Bridge’e olan sevdamı duymayan kalmasın diye buraya da yazmak isterim. Konuyla ilgili başka bir açıdan aklıma gelen bir diğer dizi de Friends. Friends’in yaratıcılarından biri olan Marta Kauffman’ın 2019 yılında Rolling Stone dergisiyle yaptığı bir röportajında o yıllarda (1994-2004) arkadaşlarla kurulan ilişkilerin ve ruhun günümüzdeki gibi olmadığına dair bir vurgusu vardı. Yani diziyi yeniden çekmenin bu zamanda bir karşılığı olmayabilir diye düşünüyordu. Haksız da değil sanırım.
Peki, teknolojiyle yalnızlığın ilişkisi? Dijitalleşen dünyaya uyum sağlamak gerekebilir ama hayatların bu kadar dijitalleşmesini de konuşmayalım mı? Benim kuşağım kısmen de olsa ucundan sıyrıldı bu meselenin. Yani her şeyin bir alet üzerinden yürümediği zamanları da gördük, neyse ki. Ama bu dengeyi kurabildiğimiz anlamına gelmiyor. Kendi adıma sokakta büyümüş olmayı da büyük bir şans olarak görüyorum ya da “O zamanlar İstanbul başkaydı” diyebilmeyi. Şehirle yalnızlığın da doğrudan bir bağlantısı var çünkü. Yalnızlık bir tercih olduğunda İstanbul tek başınıza keyifli vakit geçirebileceğiniz türlü olanaklar sağlıyor size. Ancak tam tersini istediğiniz bir durumda oldukça hoyrat davranıyor. Mesafeler, yollar, ulaşım araçları, trafik, çalışma koşulları, hayat vs. derken arkadaşların haftada bir buluşabilmesi bile büyük bir başarı oluyor. Bu koşullarda uzak durmaya çalıştığımız aletler birer kurtarıcıya dönüşebiliyor ve biz de “ucundan sıyrılan kuşak” olarak aynı dertlerden mustarip hale gelebiliyoruz. Dostluğu, arkadaşlığı ya da herhangi bir ilişki türünü geliştirecek, devamını sağlayacak alanlara ihtiyaç var. İnsanlar nerede sosyalleşecek? Neyle sosyalleşecek? Bazen bir krizin içinde olduğumuzu ve farklı noktalarda işin ekonomik boyutunu gözden kaçırdığımızı düşünüyorum. Tinder gibi uygulamaların varlığını örneğin, bu açıdan da değerlendirmek gerekiyor. Gel gelelim her şey kısır bir döngüye sokuyor bizi. Johann Hari Kaybolan Bağlar kitabında yalnızlığın izini sürüyor, yalnızlıkla depresyonun ilişkisini de sorguluyordu. Konuyla ilgilenenler için bu kitabı öneriyorum; içinden kendinize “işe yarar bir şey”ler çıkarabileceğinizi düşünüyorum. “İnternet pek çok insanın başkalarıyla aralarında bir bağ olduğu hissini çoktan kaybettiği bir dünyada doğdu. Uzun yıllardır devam eden bir çöküş süreci söz konusuydu. İnternet ortaya çıktığında bu insanlara kaybetmekte oldukları şeyin bir tür parodisini sundu – komşuların yerine Facebook arkadaşları, anlamlı çalışmanın yerine video oyunları, dünyada kazanılan statü yerine durum güncellemeleri,” diyor kitapta. Yalnızlığı tanımlamanın zorluğundan da söz ediliyor. Belki de bu soruyu sorarak başlamak lazım: Yalnızlık nedir?
İngiltere’de iki yıl önce “Yalnızlıktan Sorumlu Bakanlık” kuruldu. Sonrasında, artan intiharlardan dolayı “İntiharları Önlemekten Sorumlu Bakan” atadılar. Almanya’da yalnızlığın arttığına dair çokça haberler okuduk geçen yaz. Elbette ki kültürün de yalnızlıkla bir ilgisi var fakat yalnızlık başlı başına politik bir mesele. Türkiye’de 2019’un sonunda artan intihar haberleriyle gündeme girse de, aslında hiç de yeni değil. Trans intiharlarını, kadın intiharlarını ve bunların nedenlerini düşünelim örneğin. Toplumsal bunalım için her seferinde “Kapitalizm öldürüyor,” deyip geçmek eksik bir tespit olmakla beraber kolaycılık da. Hatta bu yaklaşımın uzun vadede çözümsüzlük getirebileceğini de düşünüyorum. “Patriyarka öldürüyor,” demeyi zaten henüz öğrenemedik. Ancak bunlar yeterli mi? Biz bu yalnızlıkla nasıl baş edeceğiz? Yakın zaman için önümüzde ne gibi planlarımız, taleplerimiz var, olmalı? En önce birbirimizi yalnızlaştırmaktan vazgeçerek başlayabilir miyiz mesela? Dayanışma, yol arkadaşlığı dediğimiz kavramların pratikte hiç de işlemediğini itiraf ederek, bunu kabul ederek örneğin? Böyle çok uzak hayatlarmış gibi görünüyor ama çevremiz bile yapayalnız insanlarla dolu. Birbirini gerçekte hiç tanımayan; birbirinden bihaber; yardım istemeye, sevincini, yalnızlığını, acısını paylaşmaya çekinen, paylaşmak istemeyen insanlara dönüşüyoruz. Anlaşılma çabasını da bazen bir kenara bırakıp bu zor zamanlarda birbirimizin hayatlarını kolaylaştırmak için neyi isteyip neyi istemediğimizi rahatlıkla söyleyebileceğimiz ilişkiler kurulabilmeli. Hakikaten üzerine daha bir sürü şey söyleyebilirim… Kim bilir, belki de bizim için çok iyi olduğunu düşündüğümüz yaşam biçimimizin, hayatlarımızın, yalnızlığımızı derinleştiren bir yanı vardır. Sürekli şikâyet edip çekilmez denilen hayatları çekmeye devam mı edeceğiz, yoksa en başta kendi hayatımızı güzelleştirmek için irili ufaklı neler yapabilirim deyip harekete mi geçeceğiz? Ben biraz bunlar üzerine düşünelim isterim.
Evet, ben de bütün bu söyledikleriniz hakkında çok uzun süredir düşünüyorum…
Hatta artık düşünmekten son derece yorulduğumu hissediyorum…
Fakat, eğer bu meseleyi -hatta bunalımlarımı abartarak söyleyeyim, bu hayatta birtakım önemli meseleleri-, gerçekten düşünen insanlar çok olsaydı, sanıyorum ki, şu anda siz böyle bir yazı yazmamış, ben de bir elektronik alet vasıtasyla içimi hiç tanımadığım birine dökmemiş olurdum değil mi 🙂
İletişim kurmak cesaret işidir, önyargılardan kurtulma işidir, dürüstlük işidir…
Karşısındaki insanları aklına vicdanına ve diline sahip olmadan yargılayan bir kişi, içini birine öyle kolay kolay dökemez…
Karşısındaki insanların başarısını çekemeyen bir kişi, kendi başarılarını ya da sahip olduğu güzellikleri direkt gözlerinin içine bakarak biriyle paylaşamaz (sosyal medyada rahatlıkla hava atabilir, gene de içinde hep kıskanılıyor olduğu hissini taşır)…
İnsanları sevmeyen bir kişi, kimsenin problemiyle ilgilenmez, problemini paylaşanları aciz görür…
Bence bu bir dönem meselesi de değildir, belki de alışmamız gereken, her daim böyle süregelmiş, alıştığımızda bir kademe daha ermemizi sağlayacak olan bir meseledir…
Belki de o yüzden, Sabahattin Ali gibi adamlar böyle şarkılar yazmıştır: “Ne bir dost ne bir sevgili, dünyadan uzak bir DELİ, beni sarar MELANKOLİ…”
merhaba ilknur, çok tatlısın. biraz gözlerimi doldurdun. yazıyı okuduktan sonra benimle hislerini, fikirlerini paylaşanlardan anladığım kadarıyla bu söylediklerim üzerine düşünen kişi sayısı çok.. ihtiyacımız olan belki biraz dillendirmektir. sabahattin ali’yi severim, delileri de çok severim ama tanı ya da tanıma, içini açabileceğin birini bulabilmenin bir diğer adı da umut olsa gerek. o yüzden alışmayalım diyorum; kabullenip başka türlü olsun diye uğraşmak daha iyi bir seçenek olabilir :}
Bu yalnızlığın büyük bir sevgisizlikle, özensizlikle ve güvensizlikle büyümemizle ilişkisi de var bence. Halâ büyüyoruz, ölene kadar büyüyoruz, öğreniyoruz.. Sevmeyi bilmiyoruz, güvenmeyi ve mesafeyi, sınırları bilmiyoruz. Sınırları tehdit olarak ve reddedilme olarak algılıyoruz bence. Büyüdükçe de neşemizi, samimiyetimizi kaybediyoruz..
Sokaklarda oyun oynayan bir çocuktum ben de. O günleri düşünüp ağlıyorum, evet insan hep geçmişe bir özlem ve sevgi duyabilir ama benimkisi başka bir şey.. Sanki bir hayaldi o günler ve ben aslında hiç yaşamadım bütün bunları, beynime gelip birisi koymuş bu yaşanmamış anıları ve ulaşamıyorum onlara sanki. Yalnızca görebiliyorum..
Diğer bir konu da sorumsuzluk bence.. Dijitalleşme sorumsuzluğu ve değersizliği getirdi beraberinde, bana öyle geliyor.. Artık arkadaşlıktan, dostluktan bir tık kadar uzaktayız ve bir insanı hayatımızdan sonsuza kadar çıkarmaktan da bir tık kadar uzaktayız.. arkadaşlık, dostluk ve sevgi karşılıklı sağlanabilecek maksimum güven neyse onu gerektiriyor bence.. hoşgörüyü gerektiriyor.. hata yapma lüksümüz olmalı ama derinden, sarsıcı bir hatadan söz etmiyorum. Biraz gözü kapalı oynamak lazım yani.. Herkesin gözü açıksa dostluk, sevgi, arkadaşlık kalmıyor ortada.. insanligimizdan, hayvanligimizdan gelen yarı açık gözlerimizi iyice açtı bu devir.. korkuyla ve sevgisizlikle bağlantı kuruyoruz.. Bu durum artık bende büyük bir yoksunluk yaratmaya başladı.. sanki bedenimde eksik bir şeyler var gibi hissediyorum..
Devlet kurumlarının, toplumun rezil bir şekilde yönetilmesi de insanlar arasına güvensizlik ve yersiz bir mesafe sokuyor.. nasıl desem, herkes ekmek derdinde ve bu ekmek bu iğrenç sistem içinde bir başkasıyla rekabet edebildiğin ölçüde senin olacak.. öğrendiğimiz, öğretilen budur ne yazık ki.. rekabet etmek bir güç ve başarı gibi anlatılıyor, rekabet edebildiğin ölçüde var olmak normalize ediliyor.. bu kadar rekabet öldürücü, kimseye faydası yok esasen..
Kapitalizm, patriarka, tüketim; bunlar zaten neredeyse her kötülüğün birincil karakteri, başrol.. kapitalizm, tüketim bize sonsuz görünen bir kapı açıyor gibi görünürken en temel ihtiyacımızı sevgiyi, arkadaşlığı alıp yerine bir klavye, derin bir güvensizlik ve ulaşılabilir hayali dostlar bıraktı.. milyarlarca insanın arasında bir başımayım, yalnızım, yokum adeta. Hislerim bunlar..
Yalnızlık bana artık o kadar kaçınılmaz geliyor ki bunaliyorum, düşünmemeye çalışıyorum ama kendimi hep orada buluyorum. Birçok parçadan oluşan bildiğimiz bir bilmece bu yalnızlık..
Sizinle şimdi bir şiir paylaşmak istiyorum, içimden geldi..
Sevgi değil, inat değil, aşk değil,
Öfke değil, nefret değil sana baktığımda kendime dair gördüğüm…
Gri bir düş görüyorum gözlerinde ve belirsiz sınırlar,
Anlamadığım bir hikayenin bana düşen yarısı işte bu kadar…
En korktuğum şey kavuşmak senle
En korktuğum bir diğer şey uzağında kalmak
İki uçta sen duruyorsun ortasında ben
Evren kadar genişim, bir çizgi kadar dar
Her şeyin ortasında seninle sensiz kalmışım
Bu sonsuz kere tekrar eden döngü
Bu sonsuz varlık
Bu sonsuz yokluk
Hiç bitmeyecek
Zamanın içinde hapsolmuş hayatlarım
Her şey anlamsız
Ne varlığım gerçek ne yokluğum
Tamamen yalnız bir boşluğum
Günden güne genişleyen bir hiçliğim
Bütün olasılıklar sonsuz
Bütün olasılıklar sıfır
En değerli taş benim, en değersiz bilmeceyim
Hiçbir şeyi anlayamayacagim
Hiçbir şeyin benden haberi yok
Yalnız bir monoloğum
Rüyalar ve benden başkası yok
Herkes ölecek hiçkimse ölmeyecek
Bildiğim her şey yanlış
Bildiğim her şey doğru
Annem babam yokluk
Beni doğuran sonsuz bir boşluk
Canımı alacak olan da o
Ellerim, kollarım bir hayal
Masal desen değilim,
Karanlık desen değilim
İnsan desen değilim
Hayvan desen değilim
Hiçbir şey ben değilim
Her şey benden doğmuş..
İşte öyle yorgunum..