Bu yaraların faili patriyarka değil sevgi göstermeyen bireyler olsun; isyanımız, kavgamız da tahakkümle değil pek tabii bizi yetiştiren/ yetiştiremeyen ebeveynlerle olsun
Yaşadığımız travmaların boğazımızda oluşturduğu yumruları biraz olsun yumuşatmak için “tatlı tatlı” diziler izliyorduk bari. Otoriter hallerini biçim biçim kaslarına gönderme yaparak yansıtan adamlarla huzuru sonunda o adamlarda bulan dünyalar güzeli kadınların uzun uzadıya bakışmalarını izleyip aklımızı birkaç saatliğine dondurabiliyorduk sanki. Şimdiye kadar bile isteye hayallerimizi süslesin istenilen cinsiyetçi romantizmi izlerken geviş getiriyor, sonra da ıhıp kalıyorduk. Tüm o uyuşuk diyaloglarına, tekrar tekrar maruz kaldığımız “en doğrusundan” kadınlık ve erkeklik imajlarına, tekerrür eden bakışmalara, kafamıza vura vura güzelliği tanımlayan, estetik kaygısını mücbir kılan performanslara rağmen izliyorduk; zamanımız boş, bomboş geçsin diye. Evet zamanımız bomboş geçsin istiyoruz, çünkü ihtiyacımız da var yalan mı? Evlere, sokaklara sığamayıp toksik erkekliklere maruz bırakılırken, yoksullukla mücadele ederken parayı değil, çocukların çevrim içi derslerini nasıl takip edeceğimizi düşünürken, bir yandan para kazanmaya çalışıp bir yandan mekanları insanları çekip çevirmeye çalışırken, devrim olup sokaklara döküldükten hemen sonra, istemeye istemeye sevişmeden biraz önce, depresif günlerin içinde, kaygıların üstünde, çocukları yatırmadan, yemekleri pişirirken izliyoruz işte. Karşılıksız emek üstüne emek ederken gün boyu zamanı durduruyor gibi hissediyoruz belki de cıvık aşklarla. Tüm eril mesajlarına rağmen hiç olmazsa gevşiyoruz gibi geliyordu kim bilir. Her neyse sonra hoop bir dakika deyiverdi erkler, bir dizi yapalım bu boş beleş dizilerden kurtaralım “kadıncıkları”. İçinde acı olsun; keder, dram, ne kadar trajik deneyim varsa o olsun. En karanlığından olsun şöyle. Hücrelerinin rengi değişsin kadınların izlerken, siyah olsun. Ve bu karanlık tablo içlerine sinsin. Hem de öyle sinsin ki kendi zehir zemberek deneyimlerini normalleştirsinler. Hepsine asılsız sebepler takıp takıştırsınlar. Bu yaraların faili patriyarka değil sevgi göstermeyen bireyler olsun; isyanımız, kavgamız da tahakkümle değil pek tabii bizi yetiştiren/ yetiştiremeyen ebeveynlerle olsun. Doğru ya tek doğrumuz vardı o da çocuklukta ne öğrendiysek büyüdüğümüzde onu uyguluyorduk. Duygumuzu sömürecek, yaşadığımız zelzelelerden yine bizi sorumlu tutacak az uyaran vardı; bir tane daha oldu tam oldu. “Kırmızı Oda” oldu. Pek empatikmiş gibi görünüp danışanına deli diyen psikolog oldu. Çocukken yaşadığı şiddeti ağlaya ağlaya anlatıp karısına ve çocuklarına uyguladığı şiddeti de kendi çocukluğunda aklayan adam oldu. Danışanlarını dinlerken kendi içinde gevezelik etmeyi aklı selimken seçen ve bu psikedelik deneyimlerin/ travmaların ortak özelliklerinin eşit olmayan güç ilişkilerinden değil de “bizi sarıp sarmalayamamış sevgisizlik” ve “bireysel biricikliğimizi göremeyişimiz” olduğuna inanan meslek elemanları oldu. Hiyerarşinin profesyonelliğe nasıl da yaraştığını pekiştiren kurumlar, ilişkiler oldu. Bizi dert ortağı yapan merama serzenişte bulunmak yerine tomar tomar özlü söz dinlediğimiz bir oda oldu. En önemlisi de kadınlar yine bu eril çarkın içinde nesneler oldu. Demem o ki, çığlıklarımız siz bu usulsüz diziyi çektiniz diye ses olmadı ancak dem oldu.