Kesişimsel feminist Amal Hadjadj, bağımsızlık savaşından 2019’daki popüler harekete kadar olan dönemde ülkesi Cezayir’deki feminist hareketin tarihi üzerine düşünüyor. Ortak bir zemin arayışında yeni ve eski nesillerin farklı yönelimleri ve önceliklerine göz gezdiriyor.
Amal Hadjadj[*]
Çeviren: Özlem Barın
Cezayir’de eski ve genç feminist kuşaklar arasında birlikte çalışmaya yönelik ilk girişimler 2019’da gerçekleşti. Ben de bu girişimlerin derinlemesine içindeydim ve bu örgütlenme çabaları içinde önemi ve hassas geçmişi daha önce hiç belgelenmemiş bir feminist hareketin tarihini açığa çıkardığımı fark etmemiştim. Mücadelelerin ve hareketlerin her zaman süreklilik üzerine inşa edildiğini düşünüyordum, ama iki yıllık ortak eylemliliğin ardından bölgemizde yaşanan savaşların ve şiddetin bir süreksizliliğe ve aynı zamanda farklılıklara yol açtığını keşfettim. Bugüne kadar da sürekliliğin bir ürünü olup olmadığımı ve kesişimsel feminist mücadelelerimiz ve pratiklerimiz ile toplumsal cinsiyet eşitliği için verilen mücadelelerin Cezayir’deki kolektif tarihi arasında bir bağlantı olup olmadığını kendime sormaya devam ediyorum.
Daha sonra, iç farklılıklarımızı tartışma konusunda tabular ürettiğimizi, dolayısıyla bunları ele almaktan kaçındığımızı fark ettim. Bu böyle devam etmemeli çünkü bu sadece feminist hareketlerimizdeki durumu daha da kötüleştirmeye hizmet eder.
Feminist hareketin eski kuşaklarından bir yoldaş, bağımsızlık döneminde eşitlik mücadelesini anlatıyor
1962’de, Cezayir’in bağımsızlık mücadelesi sırasında, Cezayirli kadınlar vatandaşlık ve sivil haklarından faydalanma konusunda birçok zorlukla karşılaştı. Bu zorluklar arasında sömürgeciliğin kalıntıları, cehalet, yoksulluk ve iktidarı ele geçiren, bağımsızlık savaşına katılan kadınların mutfağa geri dönmesini talep eden, mutfağı kadınlar için doğal ve kaçınılmaz bir yer olarak gören patriyarkal sistem vardı.
Kadınların eğitimi ve güçlendirilmesi için verilen mücadele bağımsızlığın ilk birkaç on yılında başarılı oldu. Ancak sivil ve siyasi hakların gelişimini ve eşitliğin sağlanmasını ihmal eden devlet politikaları, erkek egemen toplumun kadınları cam tavan altında kısıtlamasına yol açtı. Feminist hareketler bu eşitsizlikle mücadeleyi günümüzde de sürdürüyor.
Aile Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle ilk bağımsız kadın dernekleri kuruldu
9 Haziran 1984’te Cezayir’in ilk aile kanunu yürürlüğe girdi. Kanun, kadın ve erkek arasındaki eşitlik ilkesini ortadan kaldırıyor ve kadınları İslam hukuku ve geleneklerinin ilkelerini uygulayan bir yasaya tabi kılıyordu. Cezayirli feministlerin ilk koalisyonları yasanın yürürlüğe girmesine karşı mücadele içinde oluşmuştu.
1979’da yasa ilk kez teklif edildiğinde, kadın üniversite öğrencileri, bağımsızlık savaşı mücadelelerinden gelen kadınların da yardımıyla, yasayı tümden reddettiklerini haykırmak üzere binlerce kadını seferber ederek büyük yürüyüşler düzenlemişlerdi.
Aile Kanunu’nun yürürlüğe girmesinin ardından ilk kadın dernekleri kuruldu. Mücadeleleri, yasanın tamamen kaldırılmasını savunanlar ile değişiklik isteyenler arasındaki konum farklılıklarına rağmen, esas olarak yasanın kaldırılmasına odaklanmıştı. Yasaya yönelik karşı çıkışlar ideolojik ve parti bağlantıları da dahil olmak üzere çeşitli nedenlerden dolayı farklılık gösteriyordu. Çoğu feminist, kadın derneklerinin yanı sıra sol siyasi partilerde de mücadele ediyordu.
Bu dönemde kadın hakları konusunda siyasi partilerin uygulamaları otoritelerin uygulamalarından çok fazla farklılık göstermedi. Partilerin çoğu kadın haklarını daha düşük bir öncelik olarak değerlendirdi ve birçoğunun gizli faaliyet yürüttüğü bir ortamda çok partili sistem mücadelesine vurgu yaptı. Çok partili sistem 1989’da kabul edildiğinde ise toplumun kendine özgü özellikleri ve ülkenin yaşadığı siyasi ve ekonomik krizler gerekçe gösterilerek feministlere bir kez daha kadın haklarının parti programlarında öncelik olamayacağı söylendi.
İç Savaş sonrası
Sanırım bu dönem sonuçları hepimizi etkilememiş gibi tartışmaktan kaçınmaya devam ettiğimiz iyileşmemiş yaralar dönemidir. Konuyu bizim açtığımız zamanlarda bile, 1980’lerde doğan bizlerin büyük bir kısmı o dönem ilkokul ve ortaokulda okuyor olmamıza rağmen, bizden büyük olan yoldaşlarımız bizim kayıtsız olduğumuzu düşünüyorlar.
1990’dan başlayarak ülke 200.000’den fazla insanın hayatına mal olan acımasız bir iç savaşa sürüklendi. Özellikle kadınlar, İslami terörizmin hedefi haline geldi ve bu durum, yalnızca devlet baskısının değil aynı zamanda silahlı grupların da kurbanı olan ve 1995’te suikasta uğrayan solcu ve feminist aktivist Nabila Djahnine gibi binlerce kadının ölümüyle sonuçlandı. İç savaş sırasında binlerce kadın işini ve eğitimini bırakmayı reddettiği, İslami örtünmeye direndiği ve aktivizm yaptığı için öldürüldü. Kadınların kaçırılması, tecavüze uğraması, tehdit edilmesi ve öldürülmesi, 2000’li yılların başında birçok derneğin çalışmalarında durgunluğa yol açtı. Savaş ve getirdiği şiddet nedeniyle her şey değişti: toplum, kadın aktivistlerin öncelikleri, bugün Aile Kanunu’na karşı mücadeleden uzak duran kadınların duruşları.
Ancak 2004 yılında ülke içinde ve dışında Cezayirli dernek ve ilk nesil aktivistlerin katılımıyla büyük ve en azından kısmen başarılı bir kampanya düzenlendi. Kampanyanın sloganı, Aile Kanunu’nun yayımlanmasının yirminci yıldönümüne atıfta bulunarak “Yirmi Yıl Yeter” [‘Ishrin Sana Barakat’] idi. Bu kampanya, evlilikte kadınların itaat zorunluluğunun kaldırılması da dahil olmak üzere 2005 yılında yapılan değişiklikleri etkiledi. Ayrıca Çalışan Kadınlar Ulusal Komitesi cinsel tacizin suç sayılması konusunda çalışmalar yaparken, Çocuk ve Kadın Hakları Bilgi ve Belgeleme Merkezi (CIDDEF) katılımcı demokrasi ve siyasette kadın kotaları konularına odaklandı. Diğer dernekler bekar annelerin ve şiddet mağdurlarının entegrasyonu ve desteklenmesi için çalıştı. Ancak bu girişimler genç feministlerin varlığından ve cinsel azınlıklarla ve toplumsal cinsiyet azınlıklarıyla ilgili taleplerden yoksundu.
Süreklilik nerede? Bütün bu kaosun ortasında ben kimim? Benim feminizmim neden aile hukukuyla ilgilenmiyordu?
Feminist öfkemi, farklı ideolojik yönelimlere ve önceliklere sahip yeni nesil feministlerle birlikte keşfettim. Her ne kadar bazı genç feministlerin yerel derneklere katıldığı Batı Cezayir’de istisnalar olsa da, benim kişisel deneyimim ve diğer birçok grubun deneyimleri, genç kadınların feminizminin eski nesillerden bağımsız olarak gelişeceğini ve örgütleneceğini gösteriyor. Bu örgütlenmeler, medyanın feminist çalışmalara yönelik karartması, arşivlerin, deneyim paylaşımı ve ağ oluşturma alanlarının yokluğu veya yalnızca farklı önceliklere sahip olunması gibi faktörlerin yönlendirdiği yeraltı grupları veya çevrim içi girişimler aracılığıyla olabilir.
Feminist öfkem kendi gerçekliğimden ve özgürlüğe olan susuzluğumdan kaynaklanıyor. Nüfusun geneline yönelik kurumsal kısıtlama sona erse bile Cezayirli aileler kadınlara yönelik kısıtlamaları sürdürüyor. Bugün kısıtlamayı açıklıyor olmam, ders çalışma ya da iş ile ilgili geçerli bir neden olmaksızın kamusal alanlara çıkmanın engellenmesinin normal olmadığının önceden farkında olduğum anlamına gelmiyor. İlk savaşlarımı ataerkilliğin uykusundan uyandığımda, ailenin kısıtlamalarından ve kurallarından kurtulmak için verdim. Bağımsızlıktan sonra ayrımcılıktan şikayet edenlerin, terör sonrası yıllarda da aynı uygulamaları yeniden ürettiğini bugün anlıyorum. Güvenlik ve istikrardaki değişim, kadın ve erkeklerin eşit haklardan faydalanmadığı bir durumda, özellikle iş ve yüksek öğrenim alanları gibi kamusal alanlara erişimde kadınlar, özellikle de genç kadınlar için başka şiddet biçimleri yaratan çatışmalara yol açtı. Benim kuşağım ve ben, taleplerimizi derinden etkileyen Aile Kanunu’nun yürürlüğe girdiği dönemde veya sonrasında doğduk.
#MeToo kampanyasından etkilenen kuşağız biz. 2006 yılından bu yana pek çok genç girişim toplumsal cinsiyet hakları, cinsel haklar, şiddet ve kadın cinayetleri gibi spesifik konulara odaklandı. Bu dönemde, ilk feminist hareketlerin kendi tarihlerine yönelik bir kaygıları olmadığı için süreklilik ve endoktrinasyon konusu ele alınmadı. Özellikle sanal dünyada girişimler çoğaldı. Kişisel olarak yolculuğum, okuduğum tıp fakültesinin çevrim içi bir platformunda anonim olarak yazmakla başladı. Bu deneyim, erkek öğrencilerin kız öğrencilere kıyasla sahip olduğu ayrıcalıkları anlattığımda aldığım tepkiler nedeniyle feminizme olan ilgimi artırdı. Ayrıca kamusal alanlara erişimle ilgili zorluklar nedeniyle ilk olarak dijital alanı seçtiğimizi düşünüyorum. Ek olarak çevrim içi ortam, gerçek hayatta karşılaşılması zor olan kişilerle bağlantı kurmanın bir yolunu sağladı.
2006 civarında, LGBTIQ topluluğu içinde “GLA” olarak bilinen ilk Cezayir çevrim içi kulübü kuruldu. Başlangıçta bir deneyim paylaşımı ve ifade platformu olarak hizmet etti ve LGBTIQ topluluğunun ilk buluşmalarına ve aktivist çalışmaların başlatılmasına öncülük etti. Daha sonra topluluk her yıl 10 Ekim’de kutlanan ve “Tenten” olarak anılan LGBTIQ Ulusal Günü’nü kurdu. Akabinde cinsel azınlıkların ve toplumsal cinsiyet azınlıklarının haklarını savunmak için “Abu Nawas” grubu kuruldu. Ancak çeşitli anlaşmazlıklar nedeniyle LGBTIQ topluluğunun önde gelen “Renkler Birliği” de dahil olmak üzere başka gruplar da ortaya çıktı. Günümüzde bile etkinliklerin çoğu web siteleri aracılığıyla çevrim içi olarak gerçekleşmekte. Kesişimsel feminizmin ilkelerini ve metodolojisini benimsemesine rağmen, geleneksel feminist derneklerle asgari düzeyde bir işbirliği var. Cinsiyet eşitliğine ilişkin bazı projeler, fon sağlayanların hedeflerine davanın kendisinden daha fazla öncelik verdiğinden, bu durum süreklilik eksikliğinin altını çiziyor.
Queer feminist girişimlerin yanı sıra sosyal medya platformlarının yükselişi çok sayıda genç feminist sayfanın kurulmasına da yol açtı. Bazıları bağımsız olarak faaliyet gösterirken diğerleri Peçesiz Kadınlar Ağı gibi daha büyük ağların bir parçası. Her ne kadar feminist hareketler içindeki elektronik aktivizm başlangıçta tanınmamış olsa da, bu aktivizm biçimi açık bir feminizmi ve feminizmin modern kavramlarını geliştirdi. Geçmişte arkadaşlarımız toplumsal korku nedeniyle kadın haklarına yönelik feminist dernekler konusunda temkinli konuşuyorlardı. Ama bugün feminizmi tüm boyutlarıyla açıkça tartışıyoruz.
Raziqa Cherif’in kadın cinayetine kurban gitmesini kınamak için çevrim içi bir protesto düzenleyen genç feminist Imane Chibane
2015 yılında hâlâ ailemin Konstantin’deki evinde yaşıyordum ve aktivizmim sosyal medya paylaşımları ve makaleleriyle sınırlıydı. Yaşadığım şehirde “Voix des Femmes” (Kadınların Sesi) olarak bilinen feminist grupla gizlice buluştum. Aynı yılın sonbaharında çeşitli elektronik feminist girişimler, Raziqa Cherif’in bir tacizci tarafından öldürülmesinin ardından öfkelerini dile getirdi. Feminist aktivist Imane Chibane, çevrim içi girişimiyle başkentte bir protesto düzenledi. Çok sayıda feminist çağrısına yanıt verdi ve medya, aktivistlerin ve kadınların, özellikle de kadın cinayetleri ve şiddetle ilgili taleplerine odaklandı. Daha önce bir kenara itilen şiddet yasası bile aynı yıl yeniden gözden geçirildi ve kabul edildi. Benim için bu bir iç gözlem dönemiydi çünkü hareketle ilişkim kişisel sorunlarım nedeniyle yoldaşlarımı yalnızca yayınlar aracılığıyla desteklemekle sınırlıydı. Bu mücadeledeki haklılığımı ve adalet kavramını sorguladım. Eylemlerimiz hayatını kaybeden mağdura gerçekten fayda sağladı mı, yoksa o da sonuçta toplumsal değişime eşlik eden başka bir kayıp mıydı? Sürekli öfkeyle doluydum, bu da aile kısıtlamalarına tabiyetimi tamamen değiştirdi. Karşılaştığım aile içi şiddeti daha da artırdı ama herhangi bir karar alamadım.
2016 yazının sonlarında şehrimde bir kadın herkesin gözü önünde diri diri yakıldı. Adı Amira Merabet’ti. Yoğun bakımda verdiği zorlu yaşam mücadelesinin ardından trajik bir şekilde hayata veda etti. Beyrut’ta yaşamaya karar veren bir arkadaşımız o dönemde ailesini ziyaret ediyordu. Feminist grubumuzun en azından kurbanın ailesini ziyaret etmesi konusunda ısrar etti. Kendi ailemden duyduğum korkuyla ona eşlik ettim ve bu hayatımdaki en önemli karardı. Kurbanın evinde onun görüntüsü gözlerimin önünden hiç gitmiyordu ve annesinin sözleri güçlü bir şekilde yankılanıyordu: Hiçbir şey onu koruyamamıştı, ne ailesinin dayattığı kısıtlamalar ne de taktığı peçe. Erkek egemen toplum hiç etkilenmeden devam etti. O gün eve döndüğümde ev işlerini yapmayı reddettim ve kendimi odama kapattım. Bu korkunç suçu kınayan bir yazı yazıp yayınlayana kadar uyuyamadım. Nedenini bilmiyorum ama bu sefer takma ad kullanmamayı tercih ettim. Uyandığımda yazının geniş çapta paylaşıldığını gördüm ve gelen tepkilerle bir protesto düzenlemeye karar verdik. Diğer şehirlerdeki kadınlar da buna olumlu yanıt verdiler. 11 Eylül 2016’da Konstantin, başkent Oran ve Béjaïa’da protestolar gerçekleşti. Medyanın bu kadar haber yapmasını beklemiyordum ki ertesi gün bile örgütlerden yol arkadaşlarımla babam görmesin diye mahallenin bütün gazetelerini satın almaya çalıştık.
Elbette gizleyemedik. O dönemde sadece aile kanunu nedeniyle değil, toplumun patriyarkal iktidarı nedeniyle de feminist olmadığıma ikna oldum.
Adalet, kanun adına bastırıldı; toplum ve aile adaletin hükümlerini bile reddetti. Ne yazık ki bu, gerçek hayatta örgütlenmede zorluklarla karşılaşan sanal dünyadan birçok yol arkadaşımın ortak kanaati olsa da, bizi harekete geçmekten alıkoyan şeyin ne olduğu konusundaki tartışmalar beni ikna etmiyordu.
2019’da birçok bölgede feminizmi tüm boyutlarıyla öne süren girişimler
Hareketin popülerlik kazanmasıyla birlikte genç aktivistler, farklı kuşaklardan feministleri bir araya gelip örgütlenmeye davet etti. Çoğunluk, özellikle o yılın (2019) 8 Mart yürüyüşünün güçlü olmakla birlikte üzerine gölge düştüğünü göz önünde bulundurarak, geçmişteki hataların tekrarlanmasından kaçınma arzusunu dile getirdi. Talepleri güçlendirmek için, başlangıçta özellikle ilerici olduğunu iddia eden erkek hakları aktivizmi tarafından eleştirilere maruz kalan bir feminist blok örgütlendi. İlk blok sorunsuz ilerledi ancak ikincisi feministlere yönelik sözlü ve fiziksel saldırılarla karşılaştı ve ardından sosyal medyada tehdit dalgası geldi. Bu süre zarfında yaşadığım şehri çoktan terk etmiş ve tek başıma başkente taşınmıştım. Medyanın odağı feministler olarak bizim üzerimizdeydi ve bu konuda açık olmaktan başka seçeneğim yoktu.
Dayanışma önemli olsa da o dönemde yaşananlar bana tek bir feminist hareketin değil, birden fazla feminist hareketin var olduğunu gösterdi. O dönemde erkek aktivistlerin de uyguladığı istismar eylemleri arasında cinsel kimlik ve yönelimlerin ifşa edilmesi de vardı. Şiddetin riskleri ve etkilerine ilişkin tartışma tamamen göz ardı edildi hatta “homofobi” teriminden bile kaçınıldı. Yıllar sonra feminist ittifaklarımızın LGTBIQ topluluğunu kapsamadığını anladım. Bu konu hakkında 2019 yılında Fransa’daki Dourdan Film Festivali’nde konuşmayı kabul ettiğimde yoldaşlarımdan biri benden bunu yayınlamamamı istedi çünkü böyle bir konu için doğru zaman değildi.
Korku mu, farkındalık eksikliği mi yoksa homofobi mi? Bir cevabım yok ama biliyorum ki, farklı feminist ilkelerimiz ve önceliklerimiz var ve bunun farkına vardıktan sonra kendi inisiyatifimde çabalarımı yalnızca kesişimselliğe inanan yoldaşlarla çalışmaya adadım. Başkalarıyla olan etkileşimlerimiz artık kızkardeşlik duygusuyla birbirimize destek olmaya ve yardım etmeye odaklanıyor. Feminizm açıkça öne sürüldü, ancak bu durum birçok temel konunun da tamamen karartılmasına yol açtı. Bugün direnişimiz çifte kopuşu içeriyor: egemen sistemlerden kopuş ve tüm baskıcı toplumsal uygulamalardan ve sürü zihniyetlerinden kopuş.
2019’daki tehditler özellikle genç kadınları etkiledi; bu durum feminizm konusunda bir medya çılgınlığı tetikledi ve söylemin ağırlıklı olarak çoğunlukla yaşlı kuşak tarafından dile getirilen geçmiş mücadeleler etrafında dönmesine yol açtı. Güncel tartışmalara yer açmak için neden unutulmuş tarihimizi yazmıyoruz?
Bugün feminist mücadelelerimizin en büyük zorluklarından biri süreklilik ve bütün güçleri kapsayan kolektif çalışmadır. Bu durumun herkes tarafından farkında olunmasına rağmen, bu değerlendirme alanlarının yokluğu ve geçmiş yaralara dair anlatıların hakimiyeti çoğumuzu etkiledi. Bugün bizi neyin birleştirdiğine bakarsak, birbirimizin çabalarına kızkardeşçe verdiğimiz destektir diyebiliriz. Ancak hâlâ tabu sayılan önemli siyasi soru ve tartışmalar varlığını sürdürüyor ve bunları ele almadan bir baskı gücü oluşturamayız. Belki zihniyetlerimiz henüz hazır değil, belki de yetiştiğimiz bağlılık sistemlerini yeniden yaratıyoruzdur.
Sürekliliğe dair araştırmalarım mesafelenmenin faydalarını anlamamı sağladı. Örneğin Cezayir Feminist Gazetesi Medya ve Feminist Girişimler Vakfı’nda yaşanan kopuş, yoldaşlarımıza farklılıklarımıza yanıt vermeleri konusunda baskı yapmamamızı sağladı. Başkalarının taşımayabileceği sorunları ele alırken artık meşruiyet aramamıza gerek yok. Kopuşlar farklı olabilmemizi sağlıyor, hatta yoldaşlarımıza farklılığın suç olmadığını kanıtlıyor. Mesafelenme süreklilik tartışmasını ortadan kaldırmaz ama bizi sürekliliğin yokluğundan kaynaklanan baskıdan kurtarır.
Eylül 2022’de Tharwa N’Fadhma N’Soumeur Derneği, Batılı feministler için bir toplantı düzenledi; bu toplantıda Nabila Djahnine kuşağından bir yoldaş, hareketin tarihi hakkında konuştu. Doksanlar sonrası dönemden bahsederken doğrudan 2019 hareketine atıfta bulunarak bize kendi kendimizi örgütlediğimizi ve güçlü durduğumuzu hatırlattı. Dikkatimi çeken nokta, bu yaklaşımın bizim neslimizi ve sanal dünyada ortaya çıkan hareketleri takdir etmemesiydi. Bu yaklaşım, medyada “feminizm” teriminin sınırlama olmaksızın ilk kez açıkça kullanıldığı 2019’da farklı gruplar arasında ilk feminist toplantıları başlatıp organize edenin bizim kuşağımız olduğu gerçeğini tamamen göz ardı ediyordu. Konuşmacıyla bu konuları tartıştım ve pek çok kişinin, tarihimizin bugünümüzü de içerdiğini, sürekliliğin, bugünü geçmişe tabi kılmak anlamına gelmemesi gerektiğini göremediğini fark ettim. Bilgi alışverişinde bulunmak, yalnızca yaşa dayalı hiyerarşik bir aktarım anlamına gelmez.
Feminist çevrelerimizin ötesinde muhaliflerin bizi homojen bir ideolojiye ve ortak bir gündeme sahip bir siyasi parti gibi algılaması garip. Ne zaman bir feminist görüşlerini ifade etse, bu tüm feministlere yönelik saldırıları tetikliyor. Bu zihniyet, kadınların çeşitliliğini, kadın haklarına ve kadının aile ve toplumdaki rollerine ilişkin tek bir temsile indirgeyerek basitleştirme eğiliminden kaynaklanıyor. Her kadın eylemlerinden sorumlu olsa da, içinde bulunduğumuz çağda milyonlarca erkeğin eylemlerinden erkekleri toplu olarak sorumlu tutmuyoruz.
Bugün, araştırmalarımla kişisel olanı birbirinden ayırmaya çalışıyorum çünkü yanıt bulmak, birçok insanın kaçınma eğiliminde olduğu kolektif tartışmalara katılmayı gerektiriyor. Feminist tarihimizi belgelemeye yaptığım katkının, devam eden bu diyaloğa aktif olarak katılmak için yapabileceğim en fazla şey olduğunu düşünüyorum.
Bu yazının orijinali 11.6.2023’te Syria Untold sitesinde yayınlanmıştır.
[*] Amal Hadjadj, 1986 yılında Cezayir’in Konstantin şehrinde doğan kesişimsel bir feminist ve insan hakları aktivistidir. Feminist hareketler ve talepleriyle ilgili haber ve girişimleri paylaşmak amacıyla kurulan “Journal Féministe Algérien”in kurucusudur ve feminist farkındalığı artırma programının yanı sıra multimedya içeriğinin üretiminden de sorumludur. Amal, yedi yıl boyunca pazar ve işletme danışmanlığı alanlarında çalıştıktan sonra uzmanlığını cinsiyet ve feminizm ile ilgili konularda çalışan STK’lara aktarmaya karar verdi. Amal aynı zamanda birden fazla ulusal ve Akdeniz medya platformunda blog yazarı ve feminist içerik üreticisidir.