Kadınları “zapt etmek” için sunulan bu son öneri karşısında belki daha fazla şok geçirmeliydim. Ama böylesine azami biçimde cinsiyetçi bir dönemden başka ne beklenir ki?
Zoe Williams
Geçen hafta uzun süredir tanıdığım ve hayran olduğum, üreme hakları alanında çalışan bir kampanya yürütücüsünden bir e-mail aldım. “Günaydın, bunun seni sinirlendireceğini düşündüm,” diye başlıyor ve hamile kadınlara karşı açılmış savaşta yeni bir cepheden bahsediyordu: Hamilelik sırasında, söz konusu sadece ilk haftalarda içilen bir bardak şarap bile olsa herhangi bir şekilde alkollü içki tüketmiş kadının sağlık kayıtlarında bu durum belirtilecek ve bebeğinin sağlık kayıtlarına da aktarılacaktı. Bu bir NICE (İngilizce’de iyi anlamına gelen nice değil tabii; National Institute for Health and Care Excellence’ın yani Ulusal Sağlık ve Bakım Enstitüsü’nün baş harflerinden oluşan NICE’tan bahsediyoruz) fikriydi.
Tabii ki sinirlendim. Sinirlenmemin nedeni bir kadının sağlık kayıtlarını çocuğuna aktarmanın bariz bir şekilde kadının gizlilik haklarını ihlal etmesi ve muhtemelen yasadışı olması ya da anne adayının çocuğunun doğumunu sağlayacak sağlık çalışanı ile arasındaki güveni hiçe sayan bir davranış olması değildi. Sinirlenmemin asıl nedeni, bu fikrin koca bir saçmalık olmasıydı. Saçmalıklar devrine hoş geldiniz. Kanıtlanmamış riskler etrafında müthiş bir histerinin koptuğu; fanatiklerin fikirlerine uzmanlarından daha çok saygı gösterildiği; maddi olarak yeterince desteklenmediği için verilemeyen hizmetlerin hamile kadınları karşı karşıya bıraktığı gerçek ve apaçık risklerin suçlamalar eşliğinde göz ardı edildiği; hiçbir açıklamanın “İnsanlar (özellikle kadınlar) güçsüzdür,” cümlesinden daha komplike ya da daha az ayrıştırıcı olmadığı saçmalıklar devrine hoş geldiniz.
2006’da hamile kaldığımda ebeler kadınlara hamile kalmadan önce ne kadar içtiğini soruyordu, böylelikle hamileliğin ilk haftasında ne kadar içtiğinizi üç aşağı beş yukarı hesaplıyor ve kocaman sarı kapaklı defterinize not ediyorlardı. Ebeme “Hamile kalmadan önce haftada 20 ünite alkollü içki kullanıyordum ama artık bıraktım,” dediğimde ya dikkatsiz ya da sadece kötü biri olduğundan—onu bir daha görmediğim için hangisi olduğuna emin olamıyorum – “Yirmi ünite kullandığı görüldü,” diye kaydetti deftere. Sarı defter her gittiğiniz yerde karşınıza çıkıyor, her ultrason kontrolünde, her kalp atımı dinlenişinde, doğum havuzuna kadar. Hamileliğimin sekizinci haftasında başıma gelen bu uğursuz hatayı müteakip 17 kez, 17 farklı kişiye durumu açıklamak zorunda kaldım: “20 ünite içki içerken görülmedim, içmeyi bırakmıştım,” dedim. Üçüncü kez civarında “Bir dakika, orta karar içki içmeye devam etmenin doğmamış çocuklara zararlı olduğuna dair bir kanıt yok ki…” deyip, sonra da 20 ünite içki içmenin orta karar olup olmadığına dair bir tartışmaya kaptırmış halde buldum kendimi. Tabii bu da başka önemli bir tartışma açtı: Bir kadının kendi rızasıyla hamileliğinden önce içki içip içmemesinden kadın doğum uzmanına neydi?
Kişisel olan politik olmuştu. Hamilelik sırasında alkol kullanımı hakkında kampanyalar önce ABD’de başlamıştı; bunlar ne idüğü belirsiz, fonlarının nereden geldiği belli olmayan organizasyonlar tarafından yürütülen başarılı kampanyalardı. 2010’larda bile ABD’nin bazı eyaletlerinde düşük yapmak, eğer bir nefes ota ya da bir kokteyl içmeye bağlı olduğu kanıtlanırsa ceza gerektiren bir suç sayılıyordu. Stresin hamilelik ya da emzirme (veya emzirememe) üzerindeki etkileri hakkında sıcak tartışmalar vardı. Tartışmanın sınırları hep aynıydı: Şiddetli alkolizmin, temiz ve güvenli su olmayan ülkelerde biberonla bebek beslemenin ve aşırı stresin (ki bu konudaki çalışmalar hep hamileliği sırasında çocuğunu ya da eşini kaybetmiş kadınlar üzerinde yapılıyordu) hamileliği olumsuz etkilediği biliniyordu; buradan hareketle herhangi bir miktarda alkol tüketmek, herhangi bir bağlamda biberon kullanmak ya da herhangi bir miktarda stres yaşamak zararlı kabul ediliyordu. Ama bunun bir mantığı yoktu. Bunlar hiç bir zaman kanıtlanamamıştı ve bilimin doldurması gereken boşluğu retorik ve doğmamış çocuklarını öncelemeyen sorumsuz annelere karşı gittikçe daha fazla sinirlenen insanlar dolduruyordu.
Daha cüretkar “içkiden uzak durun” kampanyacıları argümanlarının mantıksal çerçevesini de zorlamaya başladılar: Eğer hamileliğin tüm evrelerinde alkol kullanmak zararlıysa ve hamileliklerin neredeyse dörtte biri planlanmadan gerçekleşiyorsa, doğurabilen bir kadının o an bilgisi dışında hamile olması olasıydı ve bu nedenle kadınlar hiçbir zaman içki içmemeliydi. Bir otizm uzmanı da kararlı bir biçimde hamilelik sırasında kullanılan alkolün otizm spektrumunda bir bozukluğa hangi şekilde sebep olduğu gösterilmemiş olsa da otizm vakalarındaki artışı alkol tüketimindeki artışa bağlıyordu. Bunlarla ilgili konuşmam için beni konuk ettikleri tüm radyo programlarında sıkça “Ama böyle olmayabilir de!” diye bağırmaya başladım. Sonradan ortaya çıktı ki bu uzman eski eşimin anne babasının kilisesine gidiyormuş. Tüm haftamı bu adam hakkında konuşarak geçirdiğim bir dönemde, iki üç ayda bir de Baptistler toplantısında kendisiyle karşılaşıyorduk ve gözlerimi ondan kaçırıyordum.
Patriyarkanın son dönemde atağa kalkışı ile kadınların özgür iradelerini üreme organları üzerinden kontrol altına almaya çalıştığını fark etmenin sadece hamile kadınlar için değil, tüm kadınlar için önemli olduğunu düşünüyordum. Sonra hamileliğim sona erdi ve bu konu da benim için önemini kaybetti. Peki bu konu artık benim oyun saham olmadığından mı önemini kaybetmişti yoksa kadın düşmanı otoriter sahnede başka pek çok şey oluyordu da bu sadece küçük bir kesimi ilgilendiren bir mesele haline mi geliyordu? Hangisi olursa olsun kızgın olmaya devam etmeliyiz çünkü ket vurduğumuz kızgınlık üzüntüye dönüşüyor. Kız kardeşlerim ve kendim için kızgınım ve kızgın olmaya devam edeceğim.
Çeviri: Deniz İnal
Bu yazının orijinali 18 Eylül 2020’de The Guardian‘da yayınlanmıştır.