Sofia kocası kadar iyi araba kullanamıyor. Arabasını garaja sokarken sürekli çarpıyor ve hiç sormayın lütfen çünkü çarpık çurpuk arabayla ortalıkta dolaşmasından neden keyif aldığımı da izah edemeyeceğim.
Bazen bir şeyi neden çok sevdiğinizi anlatamazsınız, ya da anlatmaya kalksanız sanki kıymetinden çalacaksınız gibi gelir de korkarsınız ya… İşte öyle bir şey. Bu duygumla baş etmeye çalışarak “Roma”yı, aslında filmi değil de filmin kalbime nasıl dokunduğunu anlatmaya çalışayım. Malum bu zamanlarda güzel şeyler sıklıkla çıkmıyor karşımıza.
Daha giriş sahnesinde çarpıldım. Taş zemindeki köpüklü suyun dalgalar halinde gelişini, gider etrafında birikmesini ve sonra kayboluşunu dakikalarca izleyebilirdim. Bir müzik eşlik etmiyordu bu sahneye ama notaları duyduğuma yemin edebilirim. Filmin hiçbir sahnesinde müzik yoktu, ortam sesleri tüm sahnelere bir müzik gibi eşlik ediyordu adeta.
Peki hikaye ne derseniz, öyle aşina olmadığımız, olağanüstü bir hikâye olduğunu söyleyemem. Hatta aksine, çok tanıdık. En son söyleyeceğimi en başta söyleyeyim de rahatlayayım: filmin büyüsü hikayesinde değil, kadın karakterlerinin kusurlu gücünde.
“Roma”nın kadınları ve onların büyüttüğü çocuklar; hararetle, deli dolu, heyecanla yaşıyorlar. Şarkı söylüyor, ağlıyor, kavga ediyor ve birbirlerini çok seviyorlar.
Yıl 1970. Mexico City’nin zengin mahallesi olarak bilinen Roma’da orta sınıf bir ailenin evine konuk ediyor bizi yönetmen. Durmadan seyahat eden ve var mı yok mu belli olmayan bir adam (Doktor Antonio), çalışan bir kadın (Sofia), bir anneanne, dört çocuk, Güney Meksika’nın yerli halkı Mixtec kökenli iki hizmetçi ve bir köpek.
Hizmetçilerden biri, çocukların çok sevdiği Cleo, evin yetişkinleri de seviyor onu ama o çok sevdikleri hizmetçinin yaşını da, gerçek adını da bilmeyecek kadar bir sevgi bu. Lakin kadınlar arası sevginin, dayanışmayla nasıl güçlendiğine ve sahicileştiğine tanıklık edeceğiz acele etmeyin.
Dört çocuk annesi Sofia, kocası kendisini terk edip gidince dağılıyor biraz. Bazen haksız yere Cleo’ya bağırıyor, bazen kendini kaybedip oğluna tokat atıyor. Kocası kadar iyi araba kullanamıyor. Arabasını garaja sokarken sürekli çarpıyor ve hiç sormayın lütfen çünkü çarpık çurpuk arabayla ortalıkta dolaşmasından neden keyif aldığımı da izah edemeyeceğim. Zaten mükemmel biri olmaya da çalışmıyor. Zayıflıklarına rağmen ondaki gücü hissediyoruz. Tüm kusurlarıyla bu güç, o çocukları sevgiyle yetiştirecek.
Cleo’da da var bu güç ve o da mükemmel değil. Erkek arkadaşıyla yaşadıklarının üzücü sonuçlarına katlanmak zorunda kalıyor. Devletin, annesinin elindeki toprağı aldığını öğrenince sessiz kalıyor. Yüzme bilmediği halde dalgalarla boğuşarak denize girdiği ve büyüttüğü çocukları kurtardığı o sahneyi izlerken, kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. Sofia, dört çocuk ve Cleo’nun sevgiyle yumak gibi olduğu o kumsalda ben de sarılmak istedim hepsine.
Filmdeki iki erkeğe gelirsek; biri Sofia’nın kocası Doktor Antonio eğitimli ve kibar biri. Diğeri Fermin, Cleo’nun sevgilisi. Berbat bir çocukluğun ardından dövüş sporlarıyla hayatını kurtarmaya çalışıyor. Ancak bir gün silahsız göstericilere kurşun sıkan faşistlerden biri olup çıkıyor. Her iki erkek de çok bencil ve en yakınındakine karşı sorumsuz. Farklı sınıftan ve kültürden bu iki erkek, gücü sevmekte, bencillikte, kadınlarla yüzleşmekten korkmakta ve yalana sığınmakta adeta ikiz kardeş kadar birbirine benziyor.
Ev ve sokağın dışında şehir de var filmde. Çatılarda çamaşır asan kadınlar, çamaşırdan damlayan sular, el radyosundan duyulan şarkılar, havlayan köpekler, sokaktan geçen satıcılar, geçit yapan bando. 1970’lerin Mexico City’sini görüyoruz.
Çok önemli bir şeyi unutuyordum az kalsın: film siyah beyaz. Büyüsü ve sıcaklığı burdan geliyor birazcık da. Renkler yerine insana, mekana ve seslere daha çok odaklanıyor insan. Bazı sahnelerde siyah beyaz görüntüler şiir gibi.
Cleo’nun yüzlerce dövüşçü erkeğin yapmayı bir türlü beceremediği bir hareketi kusursuz şekilde yaptığı sahnede büyülendim. Öyle doğal, öyle kendiliğinden, öyle sıradan yaptı ki kimse fark etmedi. Tıpkı onun aslında nasıl olağanüstü bir kadın olduğunu kimsenin fark etmediği gibi. Yok öyle değil, artık Sofia, çocuklar ve bir de biz biliyoruz.
“Kadınların evi bir mekandan ziyade bir dil, beden, duygu olabiliyor. Yani hep yanlarında taşıyabilecekleri bir şey.” Bunu yakın zamanda okudum. Filmin sonunda artık Cleo ve Sofia’nın hakiki bir evi oldu diye düşündüm.