Menstrüasyonun biyolojinin ve toplumsal olanın kesiştiği bir noktada bulunması belki de araştırmaları daha çetrefilli bir hâle getiriyor. Ancak Clancy’e göre menstrüasyonu bu süreci yaşayan kişiler için daha anlamlı ve kolay kılan bir ortam yaratmak imkânsız değil.

“Belki bu kitabın sonuna geldiğinizde reglden daha az tiksinir, ona daha olumlu bir ışıkta bakarsınız. Fakat bu kitabın amacı size menstrüasyon biliminin tarihlerini ve öznelliklerini gösterip bedeniniz hakkında farklı kararlar vermenizi sağlamak değil. Kitabı yazmaktaki amacım, gözlerinizi yukarıya, yani regl olan bedenleri daha iyi anlama, onlara daha iyi bakım ve tedavi sunma imkânlarını sınırlamakta ısrar eden sistemlere[*]çevirmenizi sağlamak.”

Geçtiğimiz Mart ayında Metis Yayınları’ndan çıkan Muayyen Günler: Menstrüasyonun Gerçek Hikâyesi[1] adlı kitabın önsözünde yazar Kate Clancy, kitap boyunca gerçek hikâye ile kastettiği şeyi yani sistemi vurguluyor. Öncelikle dünya nüfusunun yarısının seneler boyunca deneyimlediği biyolojik bir döngünün neden bir tabu olarak ele alındığını anlatıyor. Batılı bilimin menstrüasyonu ele alış şeklinin pis ve istenilmeyen algısını nasıl yarattığını, reglin amacının olmadığı ya da tek amacının hamile kalmak olduğu gibi hipotezlerin literatürde kendine nasıl yer edindiğini araştırıyor.Bu amaçla ilerleyen ve döngüyü yaşayan kişilerin neden reglden tiksindiklerini sorgulayan kitap, size menstrüasyona dair yaşadığınız kötü tecrübelerin aslında kişisel bir problem olmadığını, toplumsal cinsiyetle birlikte düşünülmesi gereken yapısal bir sorunla ele alınması gerektiğini gösteriyor.

Muayyen Günler, menstrüasyonu bilim ve feminizm eksenine oturturken zaman zaman bir problem olarak gördüğüm/gördüğümüz regl deneyimlerimin/deneyimlerimizin temelinde büyük bir yapısal sorun yattığına işaret ediyor. Antropolog ve feminist kimliğiyle kitabı yazan Clancy, yer yer kendi deneyimlerini de okurla paylaşıyor. Zaten böyle bir çalışmanın yapılması gerektiğine de hem gündelik hayatta karşılaştığı sorunlardan, hem de akademik deneyimlerinden yola çıkarak karar veriyor. Kitaba başlamadan önce menstrüasyon hakkında yazılmış makalelerin ve yapılan deneylerin bu kadar az ve yetersiz olacağını düşünmemiştim. Ne de olsa biyolojik bir süreçti bu. Clancy’nin çalışması, menstrüasyonun ele alınışındaki eksiklikleri bilimin kendisinin üretiyor olmasındaki ironiyi ve toplumun yarattığı “kirli, pis” imajının sebeplerini açığa vurdukça daha da anlamlı hâle geliyor. Okuma deneyiminiz esnasında size bazen regl olduğunuz ilk anı, siyah poşetlere ya da gazeteye sarılan pedleri, okullarda aldığınız ergenlik eğitiminlerinde oğlan çocuklarının dışarı çıkarılmasını; bazen de regl olduğunuzu söylemekten çekinmediğiniz, pedinizi rahatça elinize alıp lavaboya gittiğiniz ya da tüm günü yatakta geçirdiğiniz verimsiz bir günün size ne kadar iyi geldiğini anımsatacağını düşündüğüm bu kitabı incelemek istiyorum.

“Bütün Bunların Bir Sebebi Var” adlı ilk bölümde kitabın yazarı regl olan herkesin sık sık aklına gelen “Neden regl oluyoruz? Neden böyle sık aralıklarla ve bu kadar uzun yıllar boyunca yaşıyoruz bunu?” sorularını sorarak başlıyor. Kitabın bu ilk bölümünden itibaren bilimin regl olan insanları anlamaktan uzak olduğu ve Batılı bakış açısı tarafından bir tabu olarak algılanmasının önünün nasıl açıldığı ortaya koyuluyor. Yazar Batılı sömürgecilerin tabuyu en dar hâliyle ele aldığını söylerken aslında regl olan kadınların bazı toplumlarda inzivaya çekilmesinin “kirli” olmaları sebebiyle değil, doğayla bağ kurmak ve dinlenmek için kendilerine bir alan yaratmaktan kaynaklandığını ortaya koyuyor. Modern olarak ele aldığımız dünyada ise regl olan insanların tam tersine gündelik hayattan asla kopmamaları ve her zamankinden daha güçlüymüş gibi davranmaları bekleniyor. Mesela regl olan kadınların işe, ardından spora gittikleri ve yüzlerinde hep bir gülümsemeyle güçlü kadın izlenimi verdikleri o reklamları hatırlayabilirsiniz. Clancy’nin sıcak su torbası ve ağrı kesicilerle biraz zaman geçirebileceğimiz regl odaları hayali kurması boşuna değil.

Kitabın bundan sonraki her bir bölümünde menstrüasyona ve regle dair temel, ancak tartışmaya fazla açılmamış konular ele alınıyor. Örneğin normal regl döngüsü gerçekte var mı ya da yumurtalıklar gerçekten peri masallarındaki prensesler gibi pasif mi? Stres reglin şiddetini ne kadar etkiler? Regl hassasiyeti var mı ve herkes aynı düzeyde mi yaşıyor? Tüm bu soruların yanıtlarını bulmak için yazar literatürü tarayarak başlıyor işe. Ancak her seferinde araştırmaların yetersiz kaldığını ve feminist bakış açısından eksik olduğunu görüyor. Regl olan kişilerce yapılmayan araştırmalar, kadın bedeni ve cis olmayan bedenlerin fizyolojisi hakkında üstünkörü bilgiler ve tabii deneyimin değersizleştirilmesi gibi sebepler, araştırmaların doğru sonuçlar vermekten uzak olmasına sebep oluyor. Reglin amacının tek bir sebebe bağlanması, regl olan kadınların hep öfkeli ve alıngan olduğunun düşünülmesi gibi durumlar tektipleştiriliyor. Örneğin PMS (premenstrüel sendrom) ve PDB’nin (premenstrüel disfori bozukluğu) tanımlanması ve tanılanmasında ortaya çıkan sorunların, herkesin deneyiminin farklı ve araştırılmaya değer görülmemesi olabileceğini düşünüyor Clancy.

Kitabın son bölümünde menstrüasyonun geleceği hakkında konuşuyor yazar. Menstrüasyonun kontrol edilmesini ele aldığı bu bölümde yine feminist teknolojilerin eksikliğinin bu döngüyü yaşayan bedenlere verdiği zararlardan bahsediyor.İlk bölümden son bölüme kadar kitap, regl deneyimi yaşayan kişilere regl oldukları ilk andan itibaren duydukları ve gördükleri ya da duyamadıkları ve göremediklerinin regle dair deneyimlerini kötüleştirdiğini vurguluyor. Bu yaşadığımız kötü deneyimlerin de kişisel problemler olarak algılanmasını sağlayarak çözüm üretmekten kaçan bir patriyarkal düzenin varlığının altını çiziyor. Clancy’nin deneyimlediğimiz kötü hislerin ve tecrübelerin hep daha büyük yapısal bir soruna işaret ettiği fikri bana ilk regl olduğum zamanları hatırlattı.Pede ihtiyacım olduğunda bunu sadece anneme söylemem gereken bir “sorun”gibi görüyordum. Bunun benim regl sürecimi utanarak geçirmeme sebep olması ne kişisel bir sorundu, ne de çözümü zordu aslında. Daha önce de belirttiğim gibi kitap, bu gibi küçük ya da büyük, fiziksel ya da ruhsal deneyimlerimizin temelinde döngünün biyolojik yönünden ziyade toplumsal sorunların yattığını görmenize yardımcı oluyor.

Menstrüasyonun biyolojinin ve toplumsal olanın kesiştiği bir noktada bulunması, belki de araştırmaları daha çetrefilli bir hâle getiriyor. Ancak Clancy’e göre menstrüasyonu, bu süreci yaşayan kişiler için daha anlamlı ve kolay kılan bir ortam yaratmak imkânsız değil. Clancy, regli deneyimleyen kişilerce bu sürecin zor bir hâle bürünmesine neden olan büyük yapısal sorunların sanki kişisel sorunlarmış gibi algılanmasına sebep olan sistemin değişmesi için feminist ve ekolojik bir bakış açısı gerektiğini söylüyor. Menstrüasyon ürünlerine rahatlıkla erişebilmekten tutun da doğum kontrol yöntemlerine kadar her alanda feminist teknolojinin imdadımıza koşacağına inanıyor.

Bu kitabı bitirdikten sonra sıcak su torbanızla ve ağrılarınızla hâlâ “Neden sürekli regl oluyoruz ki!” diyerek isyan etmeye devam edeceksiniz belki ama yaşadığınız kötü deneyimler için kendinizi suçlamamanız gerektiğini de düşüneceksiniz diye umuyorum.

[*] Vurgu bana ait.

[1] Kate Clancy, Muayyen Günler: Menstrüasyonun Gerçek Hikâyesi (Orijinal adı Period: The Real Story of Menstruation). Çeviren Özge Duygu Gürkan. Yayına hazırlayan Müge Gürsoy Sökmen. İstanbul: Metis, 2024.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.