Anna tedaviyi bitirdiğinde ben hayatım boyunca katıldığım tüm eylemlerin anatomisini çıkarmış vaziyetteyim. Kalbim çoktan normale dönmüş durumda.

“Birazdan kalbin normalin üzerinde atabilir. Vereceğim anestezinin etkisi olacak bu. Bunun için hazır mısın?”

“Adrenalini severim” deyip evet anlamında kafamı sallıyorum. Diş hekimi gülerek elindeki iğneyle ağzıma doğru yaklaşıyor.

Bundan iki sene kadar önce Tiflis’teyken dolgusu düşen dişim, arada sırada ağrısıyla kendini hatırlatırken onu unutmak için elimden geleni yapmıştım. O tarafta yemek yememek hayatımın olağan bir parçası hâline gelmişti. Sanki hayatımın en başından beri düşen dolgu boşluğu hep oradaydı. Aralıklı ağrı da olması gerekendi.

Ancak son birkaç aydır, “Beni unutamazsın, ben normal değilim” diyen dişim gecemi gündüzüme katıyordu. Bunun normal olmadığını kabullenmek zorunda kalarak yurtdışındaki ilk diş tedavisi deneyimimi yaşamak üzere muayenehanenin yolunu tutmuştum. Henüz Tiflis’teyken ve dişimdeki boşluk hayatımın bir parçası haline gelmemişken, yani işin en başındayken bunu yapmam gerektiğini biliyordum. Ancak o zaman İngilizcemin yerlerde sürünmesine eşlik eden özgüvensizliğim, dişimdeki boşlukla yaşamayı öğretmişti. Sonrası ise bahsettiğim gibi, İngilizcem gelişse de bu ağrı hayatımın bir parçası hâline gelmişti.

Sanırım sürgünde olmanın benim için en gıcık yanlarından biri, resmi kurumlara işimin düşmesi. Yeni dilin zamanla yaşamının parçası hâline gelip iş ve sosyal ilişkilerini yürütebilsen de bankaya, hastaneye, göçmen ofisine falan işin düştüğünde geçmişin özgüvensizliği sana kendini hissettiriyor. Neyse, ağzıma, önce yanak kısmıma sonra da diş etime vurulan iğneye geri dönelim.

Diş hekimim iğneleri vurmasının ardından ağzımın uyuşması için biraz beklememiz gerektiğini söyleyerek odadan çıkıyor. Yanağımdan ağzımın ortasına doğru yayılan uyuşmayı hissedebiliyorum. Ancak kalbimde bir anormallik yok, olması gerektiği gibi atıyor.

Diş hekimi, bence ona artık bir isim vermeliyim, sürekli diş hekimi diye bahsetmek çok rahatsız edici olmaya başladı. İsmi Anna olsun, Anna odaya geri dönüyor. Ağzımdaki uyuşukluğun tedaviye başlamak için yeterli olduğuna karar veriyor ve ağzımı kocaman açıyorum. Aynı anda kalp atışımdaki hızlanmayı fark ediyorum. Bu, tedaviden duyduğum korku ya da heyecanla alakalı değil. Anna’nın bahsettiği anestezi etkisi olmalı. Garip bir şekilde kalbimin hızlı atışı bana tanıdık geliyor.

Bir pastaneye girersiniz, içerisi mis gibi tarçınlı kek kokar ve o koku size bir şeyler çağrıştırır ama ne zamana ve nereye ait olduğunu çözmeniz zaman alır. Hissettiğiniz duygu sıcaktır ve biraz zaman geçince bu kokunun size çocukluğunuzda evde pişen kek kokusunu anımsattığını anlarsınız. Pastanedeki koku yüzünüzde ufak bir gülümseme oluşturur, kendinizi iyi hissedersiniz.

Kalp atışımın hızlanmasıyla yaşadığım durum tam da bu oluyor! Bir yandan ağzımdaki uyuşukluğa karşın Anna’nın elindeki sivri aletin diş köküne müdahalesinin dayanılmaz ağrısını yaşıyorum. Diğer yandan hızlanan kalp atışımın nereye ve ne zamana ait olduğunu bilemediğim sıcak duygusu ona eşlik ediyor. En son kalbim ne zaman bu kadar hızlı atmıştı?

Aşık olduğumu hissettiğimde? Hayır, bu öyle bir şey değil.

Hapishaneden tahliye olduğumda? Tiflis’ten İsveç’e doğru yola çıkarken, havaalanında? Yayımlanan ilk kitabımı elime aldığımda? İlk defa İngilizce konuşma yapmak üzere sahneye çıktığımda? Yok, bunlar da olamaz. Böyle durumlarda genellikle ne duyguda olduğumu anlayamayacağım bir boşluk hissini yaşıyorum. Kalbim de gayet olağan akışında atmaya devam ediyor.

Anna dişimle olan mücadelesine tüm gayretini vermiş durumda. Bayağı ağrılı bir tedavi olacak gibi. Şiddetli ağrıya dayanabilmek için ellerimi bir araya getirerek tüm gücümle birbirine kenetliyorum. Aynı anda kalp atışlarım yavaş yavaş normale dönerken bu tanıdıklığı nihayet çözüyorum!

Diş köküme değen sivri cismin acısı altında bir anda kendimi İstanbul’da, Feminist Gece Yürüyüşü’nde buluyorum. İstanbul Valiliği tarafından yasaklandığının açıklanmasıyla tüm sokakların polis tarafından kapatıldığı, tüm ulaşım araçlarının Beyoğlu’na çıkan durakları es geçtiği ancak binlerce kadının bir yolunu bulup Sıraselviler Caddesi’nde toplandığı kalabalığın arasındayım. Sloganlar, şarkılar, renkli dövizler, kocaman pankartlar, zıplayan, dans eden, yerinde duramayan kadınlar. Kalabalığın önüne doğru ilerliyorum, yüzlerce polisin bulunduğu barikatla karşılaşıyorum. Polis anonsu geliyor, “Dağılın!”. Barikatın önünden arkasına yayılan sloganlar, dar sokakta yankılanıyor: “Gelsin baba, gelsin devlet, gelsin polis, gelsin cop! İnadına isyan, inadına isyan, inadına özgürlük!”

Polisler plastik mermili tabancalarını kalabalığa doğrultuyor. Aynı anda TOMA’nın tazyikli su sıkmaya hazırlandığını görüyorum. Kalbim delicesine çarpmaya başlıyor. Tıpkı anestezinin etkisindeki kalbim gibi!

Anna tedaviyi bitirdiğinde ben hayatım boyunca katıldığım tüm eylemlerin anatomisini çıkarmış vaziyetteyim. Kalbim çoktan normale dönmüş durumda. Türkiye’den ayrıldığımdan beri kalbimin ne kadar stabil olduğunu düşünüyorum. Bu iyi mi kötü mü karar veremiyorum.

Anna, omzuma koyduğu eliyle “Sen güçlüsün” diyor. Ağır tedavi boyunca çıtımın çıkmamasını kastediyor olmalı. Uyuşmuş çenemin konuşurken çarpıklaştırdığı ağzımla teşekkür ediyorum.

Teşekkür, bu gücü oluşturan hayatımdaki tüm kadınlara ve lubunyalara…

Bu arada kalbim stabil demiştim değil mi? Bazen sızladığını eklemek istiyorum. Özellikle 8 Mart ve Pride yaklaştıkça…

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.