Erkeklik meselesi ve erkekliğin yansıtıldığı alanların kadının görüş alanına girmesi kadındaki “dostça dinamik” algısını yerle bir ediverir.

Ne zamandır böyle bir sanat dalı oluşageldi? Herhalde insanlığın tarihi kadar eskidir. Zaman zaman bu sanat dalına ne kadar yetenekli olduğunuzu/yetenekli olup olmadığınızı düşünüp dururken bulursunuz kendinizi. Nitekim derdiniz erkekliğe maruz kaldığınızı, bunun ne demek olduğunu anlayabilecek olduğunu düşündüğünüz “erkek”e anlatabilmektir. Hani şöyle bir iyimser bakışta bulursunuz kendinizi: “Eğer anlatabilirsem, hani ben de en azından anlatabildiğim için sevineceğim ve de üstüne erkekliğiyle zaman zaman kükreyen erkek nihayetinde anlamış olacak… Hani bir erkeğin erkekliğini törpülemiş olacağım…”

Bu elbette iyimser bir bakış olmaya mahkum oluyor gündelik hayatımızın dinamiklerinde. Siz dilinizde tüy bitme pahasına anlatmak istiyorsunuz, “Bakın… Şunlar, şunlar, şunlar erkeklik kapsamına girer ve ‘sen’ ya da ‘siz’ ya da ‘sizler’ ‘bir’ ya da ‘birer’ erkek olarak şunları şunları yaptığınız noktada, işte o bahsettiğimiz erkekliği hiç farkında olmadan ya da son derece farkında olarak yeniden üretmiş olursunuz ve öyle bir noktaya getirirsiniz ki ‘ben’i ya da ‘bizler’i, anlatmanın, çaba göstermenin gereksiz ve anlamsız olduğuna kanaat getiririz ben ya da biz ve gideriz. Kelimenin tam anlamıyla gideriz.”

O gitme noktası son noktadır. Artık söylediğiniz hiçbir sözcüğün işe yaramayacağını, hiçbir etki etmeyeceğini, ne anlatırsanız anlatın ve nasıl gösterirseniz gösterin, hiçbir şekilde anlatamayacağınızı birden anladığınız anda gelinen bir nokta.

O zamana kadar bu sanat dalında başarılı olup olmayacağınızı kendi içinizde de, o “erkek”le ya da “erkekler”le ilişkilerinizde defalarca sınamış, defalarca “Yok canım bu kadarını yapmaz herhalde,” demişsinizdir. Ya da “Yok canım bu kadarını düşünmez, çünkü bana/bize böyle bakıyor olması gerekiyordu.” “Şunu demişti, bir de üstüne şunu demişti ve böyle diyen biri olduğu için bu söyleminin şuna evrileceğini ya da şunu demek isteyeceğini düşünmemiştim,” ya da “şunu diyebileceğin—bana/bize/kadınlara. Oysa zaman zaman unuttuğumuz ama o zaman geçtiği anda hemen hatırladığımız /hatırlamak zorunda bırakıldığımız/hatırlatıldığımız gerçek, erkekliğini içselleştiren erkeklerdeki bu kodları çok belirgin yaratığın birdenbire hortlayıverdiğidir. Birdenbire hortlayıverdiği. İçinde/içlerinde saklı olan bu yaratık en umulmadık bir anda birdenbire karşınıza çıkıverir ve siz içinizden “Biliyordum ya, yine de umut etmiştim haksız çıkmayı,” dersiniz. Sevdiğiniz, güvendiğiniz bir “erkek”in, “erkekler”in hâlâ umut vaad ettiğine, içlerindeki o hortlaklardan kurtulma yeteneklerinin olduğuna ya da sizin anlatma sanatı beceriniz sayesinde o hortlağın törpülendiğine inanmak istersiniz. Ancak edilen bir söz, taşınan bir bakış, aktarılan bir tavır size o meselenin hiç de öyle kolay kolay kurtulunabilecek bir mesele olmadığını yeniden hatırlatır.

Deneyimin çeşitliliği ve yansıtılan erkeklikler

Tabii bir de sizin bir “erkek”le yaşadığınız deneyimin o erkek’lerin en yakınları tarafından bile anlaşılmama durumu da erkek’lere erkekliği anlatma sanatınızı icra ederken göz önünde bulundurmanız gereken bir diğer noktadır. O erkek ya da “erkekler” (!) diyelim ki sizi genç bulmuştur, tecrübesiz bulmuştur, her tür ideal(!)lerine, düş(!)lerine, fantezi(!)lerine uygun bulmuştur. Ya da diyelim bu fantezi ya da düşün deneyimiyle değil de yansımasıyla ilgilenmektedirler yalnızca. Yani sanatla uğraşıyorlarsa sanatlarına bir ilham, bir yansıma, bir esin olmanızla ilgilenirler ve sizi orada tutmak için ellerinden geleni yaparlar. Yani sizden gelen deneyimin nasıl olduğunun önemi yoktur, varlığınızın orada karşılarında olması yeterlidir. Keza zaten o varlığın/verilen deneyimin zihinde bambaşka bir görüntüye ulaşması tamamen onların elindedir. Dolayısıyla onlar için aslolan sizin kendinizi iletişimden çekmemenizdir. O hayal ürününe dönüştürülebilecek ilham verici görüntünüzün ortadan yok olmamasıdır. En azından cismen orda durduğunuz bilgisine ihtiyaç vardır. Ve işin ilginç olan tarafı, zaman zaman kadın da erkek de aslında bunun böyle olmadığına kendilerini inandırır. Ortada genç kadına “ilham perisi” olarak kodlanan bir bakış vardır. Ancak bir de ilişkinin kendine ait o dostça dinamiği. Kadının ikilemler arasında kalması, “acaba”larının peşinden “yok canım”larının gelmesi, nihayetinde hep bu dostça dinamikten ileri gelir. Zaman zaman nükseden bu “ilham perisi” çıkışlarının, ifadelerinin ya da imalarının saklı olduğu o erkekliğin dayanılmaz egosu ve ben merkezciliği birdenbire ortaya çıktığında, o dostça dinamikler ortadan kalkıverir. Daha doğrusu erkeklik meselesi ve erkekliğin yansıtıldığı alanların kadının görüş alanına girmesi kadındaki “dostça dinamik” algısını yerle bir ediverir. Nihayetinde kendisi ilişkiye böyle bakıyor olabilir ama sonunda ya da ilişkinin devamlılığında “malzeme” olarak değerlendirilmiş olanın kendisi—ya da kendi silueti ya da kendisinden yaratılan bir başka kendilik—olması olasılığı bile kadının kendisini bu dostça dinamikten çekmesi için yeterlidir. Ancak tüm bunlar bir kadın-erkek ilişkisinde birdenbire ortaya çıkıveren dinamikler olmaz. Gizlidir. Saklıdır. Olayların, durumların yansımaların arkasından çıkan izlerinin peşinden gidilmesini gerektirir.

Erkeğin iletişim kurduğu diğer kişilere de görünen bu dostça dinamiklerdir. Nihayetinde çevresindeki herkes erkek’in dostluklarını bilmektedir. Onun yansıyan erkekliğinin bir başka kadın üstündeki etkisine dair kimsenin fikri yoktur. Keza dostluk dinamiği, bu o kadınla o erkek arasında bile sıkıştırılmış bir ara unsurudur. Ancak meseleye daha büyük pencereden bakan bir kadın, bunun kendisi için nasıl rahatsızlık uyandırıcı bir kimlik unsuru yaratabileceğini görür. O erkek ki… Korumalara kalkıyorsa “genç kadın”ı, korunmaya ihtiyacı olduğunu düşünerek… Aynı zamanda “kadın”ı korumaktan en birincil kendini sorumlu tutuyorsa… Üstüne üstlük, eşe dosta erkekliğini konuşturarak koruma tekelinin kendisinde olduğunu söylüyorsa… Kadına iyilik yapma düşüncesi altında kadına zarar verdiğinin farkında değil demektir. Keza kendi üstünlüğünü bu koruma güdüsünden sağlıyordur. Nitekim eşitsiz olan ilişkilerde sorunun bu dostluk dinamiğinin arkasından böyle sızmasının perde arkasında bu koruma güdüsü yatar. Koruma güdüsünün arkasında ise erkeklik sanrısı… üstün olma… koruma düşüncesi… Bu düşünceler bilinçli sarmalamaz “erkek”i. Ya da erkek o bilinçle de oynamayı iyi biliyordur ve bilinçli değilmiş gibi yapabiliyordur bu nedenle. Zaten kendisinden az yaşam deneyimine sahip genç kadının idolleştirilmesinin arkasında da o erkekliğin hortlayan suretinin dinamikleri yatar. Hiçbir şekilde üstünlük savaşı olmayacaktır ilişkide. Kimin üstün olduğu bellidir. Egosuna düşkün olan, kendisinden az olanı seçer ve onu güzelleyerek kendisini sürekli olarak yeniden üretir. Erkini de, erkekliğini de.

Etraftaki kişilerle deneyiminin çeşitliliği ona bir çeşit kalkan görevi görür. Mesleki ilişkiler… Toplumsal ilişkiler… Bizi biz yapan, hayatın içinde görünür kılan hangi iş varsa onunla kendisine kendi kimliğinden örülen bir kalkan yapmak… Peki erkekliğin sınırları hangi kalkanla engellenebilir? Erkin yalnızca genç kadında görünen yüzünün yansıması, erkek’in toplumsal kimliğinin kalkanıyla var olmayan bir şey haline getirilebilir mi? Tek bir kadın bir şey yaşıyorsa onu başka kadınlar da yaşayabilir demektir. Bu anlamda erkek’in kalkanından örülü sosyal çevresindeki kadınlar bile onun erk’inin sınırlarının nerelere varacağını tahmin edemeyebilir. Göremeyebilir. Görse bile o kalkan çerçevesi içindeki dostluk dinamikleri bir çeşit görmezlikten gelme yeteneği bahşedebilir bu kişilere de.

Ancak bir yandan erkek deneyiminin çeşitliliğinin ve farklılığının bunu yaşatmış olması da mümkündür. Bu anlamda genç kadına farklı yüzünü gösteren çocuk egolu erkek’e, “Peki senin en yakının bile neden bu yüzünü bilmiyor?” deme hakkı bile vermez erkek—kadını kendi deneyimine kilitleyerek. O deneyimin içindeki kadın ise dostluk dinamiklerinden dolayı kendi kendine erkek’e erkekliği anlatma sanatı geliştirmeye başladığını fark eder. “Seninle dost olabiliriz ama şunlar şunlar… olmamalı.” Ama o “şunlar.. şunlar” hep erkekliğin penceresinden görüldüğü kadardır. O yüzden de hiçbir zaman o erkek’e erkekliği anlatma sanatı başarıyla sonuçlanmaz. Keza bu sanatın başarısı kadını gitme eylemine yönlendirme başarısıdır. Genç kadın eşitsiz dinamiklere sahip olduğunu bilse de dostluk hissine inanıp kaldığı ilişkideki “erk”in yansımalarıyla kuşatıldığı noktada erkek’e erkekliği anlatma sanatında ilerleme göstererek dostluklarını devam ettirmekten vazgeçer. Nihayetinde anlamak ya da bilmek, içe yerleşeni ortadan kaldırmaya yetmez. İçselleştirilen erkekliğin gündelik hayat pratiklerinde yok olmadığını, aksine sürekli tekrarladığını gören kadın, gitmeyi kendi ilkelerine yakıştırır. Erkek sorular sorar. Kadın gider. Erkeklik kalır. Dostluk ölür. Kadın kendini kazanır.

 

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.