Yakın zamanda bir gece anmasında yaptığım bir konuşmamı sizinle paylaşmak istiyorum. Herhangi bir dipnot ya da referans yok; sözlerim bunlar.[1] Yakında paylaşacak daha fazla şeyim olacak.
Sara Ahmed
Farklı bir hayat için yürüyen mızıkçı dostlarımla dayanışmayla,
Feminist Yaşam Mücadelesi Üzerine Notlar, ‘Geceyi Geri Al!’ Yürüyüşü Etkinliği kapsamında, King’s College Şapeli, Cambridge, 11 Mart 2018
Şu anda size bir ibadethanede sesleniyor olduğum için, konuşmama Lorde ile başlamak uygun geliyor. Lorde benim genellikle başladığım yerdir zaten. Olağanüstü şiiri A Litany for Survival’da Audre Lorde, “hayatta kalacağına hiç ihtimal verilmemiş”lerden, hayatta kalabilmeleri yaratıcılık ve çaba gerektirenlerden, hayatta kalması ediminin kendisi siyaseten iddialı olanlardan bahseder. Bu şiirden birkaç mısrayı paylaşmak istiyorum sizlerle:
kıyılarda yaşayanlarımız için
kararların daimi sınırlarında duranlar
can alıcı ve yalnız
önümüzde akıp giden tercih yapma hayallerinden mahrum kalanlarımız için
kapı aralıklarında sevenler, şafak vakitleri arasında gidip gelerek…
Işığı, gölgeyi hafif bir dille tanımlayabilme sanatıyla, Lorde bize bir “bizden olan” resmi çizer. Bu öyle bir “biz”dir ki sınırlarda, kapı aralıklarında, gölgelerde yaşar ve sever, gölgelerin yere düşmesi gibi yere düşer; düşmüş olandır, açıkça ortalara çıkması kendisi için tehlike teşkil eder, hatta hayatta kalabilmesi gün yüzüne tam olarak çıkmamasını gerektirir.
Şöyle bir iddiayı duyar gibi oluruz: Bazılarımızın hayatta kalması, paramparça eden deneyimlerden, insanı belki de kırılgan halde, kenara yakın, “kıyıya vurmuş” bırakan deneyimlerden bir hayat yaratma becerisi gerektirir. Kırılgan olduğumuz için mücadele etmek zorundayız—bazen yaşamak için bile. Lorde, bir insanın “kendisine dikkat etmesinin kendini şımartmak anlamına gelmediği, aksine bunun kendini korumak demek olduğu ve bunun da siyasi bir savaşta mücadele etme biçimi” olduğunda ısrarcıdır. Bunu kanserin karaciğerine yayıldığı tanısı konmuş birisi olarak, kendi kanserle mücadele deneyimine dayanarak söyler. Lorde, kanserle mücadelesini anti-siyah ırkçılık altında yaşamakla kıyaslar. Bu oldukça etkileyici bir kıyaslamadır; ırkçılığın bedensel bir saldırı olarak nasıl deneyimlenebildiğini bize öğretir. Lorde yaşam için mücadeleyi bırakmayı reddeder.
Sana ölümcül bir görev atandığında, hayatın için savaşmaya devam etmek bir başkaldırıdır.
Feminizm: Bizler hayatlarımız için savaşıyoruz. Ve bir sisteme karşı mücadele ediyoruz. Bir sistem kendisini şiddet vasıtasıyla muhafaza edebilir. Bu, kız çocuğu ya da kadın olarak görülmenin sonucu gerçekleşen şiddet de olabilir, sana atılan “neden gülümsemiyorsun aşkım” gibi laflar, “çöp” hissettiren yorumlar gibi; ya da evde veya sokakta başımıza gelen fiziksel ve cinsel şiddet de olabilir. Bu şiddet bir şeyler yapar. Şiddet yüzünden, dünyadan elini eteğini çekebilir, dünyada gittikçe azalan bir yer kaplamaya, daha az hissetmeye, daha değersiz olduğunu düşünmeye başlayabilirsin. Kadın olarak görülmemenin, böyle algılanır olmamanın sonucu olan şiddet de olabilir: “Sen kız mısın erkek misin?” şeklinde her yanından düşmanlık akan sorular gibi; yani bunlardan ya biri ya diğeri olarak “okunabilir”, bakan tarafından anlaşılabilir olunması gerektiği konusunda edilen ısrarın şiddeti gibi. Bunu doğru düzgün yapamamanın, davranman gerektiği gibi davranmamanın, doğru yürümemenin, doğru konuşmamanın, doğru olan şeyi beğenmemenin—çünkü bir kızın ya da bir erkeğin beğenmesi, olması ya da yapması gereken bu değil!—sonucu olan şiddet de olabilir; yani norm olandan sapmayı cezalandıran şiddet.
Yoldan sapmak zordur. Yoldan sapmak zor kılınmıştır.
Şiddet, sapmış olanın etrafında dolanır. Etrafında olandan, olağandan sıyrılırsın.
Beyazlık denizinde siyah ya da kahverengiysen, kolayca fark edilirsin.
Yaşadığın şiddet, hakaretlere maruz bırakılmanın veya tekrar tekrar soruların muhatabı olmanın şiddeti olabilir. Soru denen şey yıpratıcı olabilir—ve kimisi için var olmanın kendisi sürekli sorgu altında olma, şüpheli olma anlamına gelir: “Nerelisin? Yok yok aslen, yani gerçekten, nerelisin?” Bu sorular aslında bir nevi üstü örtülü iddialar gibidir: Kahverengi ya da siyah olan buradan değildir der gibi, buralı değil, değil.
Bu şiddet, birlikte kadın olarak, lezbiyen olarak görülmenin sonucu olabilir: Erkeklerle ilişkide olmamak, totalde var olmamak anlamına gelirmiş gibi. Bu şiddet, sana yönelen şiddetin sebebi senmişsin gibi görülmenin şiddeti de olabilir; sanki olduğun kişi olarak karşındakini aslında sen kışkırtmışsın, bu tepkiyi sen doğurmuşsun gibi. Bu şiddet, tam da şiddeti açık ettiğinde bir şeylerin, düzenin ya da huzurun kaybına sebep oluyormuşsun gibi görülmenin şiddeti olabilir. Beyaz olmayan kadınlar olarak ırkçılığa işaret ettiğimizde bölücü olarak algılanmamız gibi örneğin. Bu şiddet, sürekli engelli erişimi olmayan odalar rezerve edildiğinden odalara erişemediğini söyleyip durmak zorunda olmanın ve yalnızca bir odaya girebilmek için kavga etmen gerekmesinin şiddeti olabilir. Bu şiddet, var olabilmek, hayatta kalabilmek için deli gibi çalışmak zorunda olmanın şiddeti olabilir—öyle bir noktaya gelirsin ki çalışmak dışında bir varoluşun kalmadığını hissedersin. Bu, fakir olduğun için, çocuklarının elinden alınmasından ya da doğru kağıtlara sahip olmadığın için sınır dışı edilmekten korktuğun için şiddetten uzaklaşmak adına kimseden yardım isteyememenin şiddeti de olabilir. Kesişimselliğin işte tam olarak bu demek olması mümkün: Yani yapıların birbirleriyle nasıl kesiştiği ve şiddet karşısındaki kırılganlığın nasıl eşitsiz olduğu. bell hooks bunu tam olduğu gibi, yani “beyaz üstünlükçü emperyalist kapitalist erkek egemenliği” olarak tanımlar.
Bir sistemi en yakından tanıyanlar, o sistemin şiddetine maruz kalmış olanlardır. Durdurulduğumuz anlardan, yapmak ya da olmak istediklerimizin engellenmesinden o kadar çok şey öğrendik ki. Bir sistem tarafından imkân sağlananlar ise çoğunlukla onun varlığını dahi inkâr edecektir ve ederler de. Bizim mücadelemizin çok büyük bir kısmı aslında sistemin şiddetini ifşa etme mücadelesi. Ben bu şiddeti ifşa etme mücadelemizi bir tür kopuş[2] olarak görmek istiyorum; en basit ifadesiyle feminist bir kopuş, kırılma. Muhtemelen hepimizin farklı kopma anları vardır. Her gün kopmasak bile, kopuş gündelik bir deneyimdir. Feminizm de gündelik hayata dairdir. Feminizm feminist şekilde hayatlarımızı yaşayarak yaptıklarımızdır. Sıklıkla yorucu, yıpratıcı olan üzerinden kopuşlar yaşarız. Belki buna bir şekilde tahammül etmeye çalışıyorsunuz, varoluşunuzun sürekli aşağılanmasına, cinsiyetçi şakalara, ırkçı şakalara… Bunları komik bulmuyoruz ve bu yüzden de gülmüyoruz. Ama her zaman kendimizi ifade etmeyi de göze alamayabiliyoruz. Cinsiyetçilik ve ırkçılık, tam da cinsiyetçilik ve ırkçılığın adını koymanın bedelini ağır kılabiliyor. Fakat sürekli bununla yaşıyorsun ve yoruluyor, sinirleniyor, usanıp içten içe sıkışıyor olabilirsin. Kopmamak bazen zor iş. Varlığını zedeleyen şeylere meydan okumamak, varlığını zedeler hale gelebilir. Ama sonra öyle bir noktaya gelirsin ki artık dayanamazsın, canına tak etmiştir ve sonunda küçücük bir şey bardağı taşırabilir ve kopuş yaşarsın.
Kopuş, artık yeter dediğin noktada ortaya çıkan şey olabildiği gibi başkalarının seni nasıl duyduğu da olabilir. Ben çalışmalarımda, feminist mızıkçı figürünü, mutluluğa engel olan ya da öylesine hep bir şeylere engel olan bu tiplemeyi keşfettim, geri çağırdım ve olumladım. Feminist mızıkçı hazır cevaptır, çat çat söyler: Nasıl konuşursa konuşsun bağırıyormuş gibi duyulur. Bunun sebebi de kurduğu argümanlar, kullandığı kelimeler—yani cinsiyetçilik, ırkçılık gibi kelimeler—sarf etmesidir. Sırf bu argümanları yapmak, bu kelimeleri kullanmak bağırıyor gibi, kavga ediyor gibi algılanmak anlamına gelir. Sanki ağzını açtığın anda bir şeylere zarar veriyormuşsun, kırıyormuşsun gibi. Eğer cinsiyetçiliğe ve ırkçılığa dikkat çekmek mutsuzluğa sebep oluyorsa, bizler mutsuzluğa sebep olmaya tamamen gönüllüyüz. Ağzımızdan çıkanlardan hoşlanmadıklarında, hemen dırdırcı oluveririz.
Ve bazen de hayatlarımızı mümkün kılabilmek adına gerçekten de bir şeyleri, mesela kim olduğumuz ya da olacağımıza dair kanıyı, kırma ihtiyacı hissederiz. Bazı bağları koparıp atmamız gerekebilir. Bu bir aile bağı da olabilir, bir kişiye ya da herhangi bir “biz”e bağlılığımız da. Bir bağın kendisi şiddet içerebilir. Şiddetle yaşamayı zor kılan şey, onun üstesinden gelme ihtimalini hayal dahi edebilmenin ya da düşünebilmenin bunca zor olmasıdır. Yalnız ve yalıtılmış olabilirsin. Maddi olarak başkasına muhtaç olabilirsin. O kişiden daha değersiz olduğunu düşünmene ya da hissetmene sebep olunduğu için bunalımda olabilirsin. Ve hatta o kişiye bağlanmış veya değişeceğini söylediğinde ona inanmış da olabilirsin. Onun bir parçası haline gelmiş olabilirsin; hayatın onunkiyle öylesine iç içe geçmiştir ki, onu terk edersen senden geriye ne kalacağını hayal etmek imkânsız hale gelmiştir. Ama tüm bunlara rağmen, bir an gelebilir, bir kırılma noktası, öyle bir an ki artık “canına tak eder” ve önceden imkansız gibi görünen birden zorunlu hale gelir. İşte bu anda, kadınlar karşı koymaya ve düşündüklerini açıkça söylemeye başlarlar. Bu kadınların gidecek yeri vardır çünkü başka kadınlar da aynı şeyleri yaşamıştır, oralarda olmuştur.
Kader bağı, ölümcül bir bağ. Toplumsal cinsiyet ölümcül bir bağ olabilir.
Şiddet barındıran bir durumdan uzaklaşmanın bir kırılma/kopma hissi yaşatması şaşırtıcı değil, çünkü hakikaten de koparılan bir kader bağı.
Bu kadının gidecek yeri vardır. Bizim gidecek yerlerimiz var çünkü başkaları da aynı yollardan geçti. Kadınlar ve ikili cinsiyetin dışındaki insanlar olarak bir araya geldiğimizde, bizden önce gelen ve bizim varlığımızı, kavgayı devam ettirmemizi, geceyi geri almak mücadelemizi mümkün kılan tarihi de hatırlamak oldukça önemli. Ben İngiltere’de çalışan ve bana bugün burada olma imkanı sağlayan siyah feministleri ve beyaz olmayan feminist, akademisyen ve aktivistleri düşünüyorum mesela. Birkaçının ismini vermek gerekirse Gail Lewis, Avtar Brah, Heidi Mizra, Ann Phoenix gibi. Bunlar dışında da o kadar çok var ki, çünkü bizden önce o kadar fazlası geldi geçti ki… Annem Maureen’i, kız kardeşlerim Tanya ve Tamina’yı, bana feminizmden ilk bahseden ve kelimelerle neler yapabileceğimi öğreten şair ve Müslüman feminist teyzem Gulzar Bano’yu, partnerim Sarah’yı ve köpeğim Poppy’yi düşünüyorum. Hepimiz yanımızda başkalarını da getiriyoruz aslında. Hepimiz, her birimiz, tarihlerimizi beraberimizde taşıyoruz. Şu an bu odada olmamızı mümkün kılan farklı tarihlerimizi getirdik buraya. Oda[3] dediğin içinde yaşadığın yer de olabilir, bir eylem de. Beraber alan açmak (“make room”); birbirine yer açmak gibi. Artık bizimle olmayan bir sürü arkadaşımız var. Kaybettiklerimiz için yas tutmaya, kaybettiklerimizin hesabını tutmaya, bugüne gelemeyen, aramızdan çok erken, çok çok erken ayrılanların arkasından acılarımızı paylaşmaya hakkımız var, bu doğru. Dün kaybettiğimiz, beyaz olmayan feminist akademisyen ve yoldaş Saba Mahmood’u düşünüyorum mesela. Bize öğrettiğin, bize bıraktığın her şey için minnettarım. Kelimelerin, aklın ve sıcaklığın için teşekkür ediyorum. Beyaz olmayan feminist akademisyenler, sizlerin ürettikleriniz, yaptıklarınız sayesinde bizim de yürüyebileceğimiz yollar var artık.
Anma/nöbet (“Vigil”): Ölmekte olan birisinin yanında beklemek; işaret etmek ya da yas tutmak; karşı çıkmak, protesto etmek; dua etmek; kayıpların hesabını tutmak, onu bir kayıp olarak saymak, tanımak; ya da—Kimberle Crenshaw ve Andrea Ritchie’nin önemli çalışmalarını da anmadan geçmeyerek ve yakın zamanda polisin siyahi kadınlara yönelik şiddetine karşı bir kampanyanın ismini burada kullanarak—“adını zikret”mek (“say her name”)[4].
Onun adını anmak, onların adını anmak. Şiddete dikkat çekmek için mücadele etmek zorundayız. Feminist kopuş, alternatif bir iletişim yöntemi olarak da düşünülebilir. Bazen sistemin şiddetini teşhir etmek fazla risklidir. Örneğin üniversitelerde yaşanan şiddetten bahsetmek zor olabilir. Ben üniversitede gerçekleşen cinsel taciz karşısında sessiz kalmayı kabul etmediğim için üniversitedeki pozisyonumu terk ettim; çünkü göz önüne alınmayanın, çözümü için uğraşılmayanın yeniden üretilmesinin parçası olmaya razı değildim. Hele ki kırılgan/eğreti durumdaysan şiddeti şikayet etmek, açık etmek daha da zor bir hal alabilir. Kendini yeterince güvende hissedemeyebilirsin. Konuşmak çok riskli bir hal aldığında, şiddeti açığa çıkarmak için başka yollar bulmalıyız. Gerilla taktikleri kullanmamız gerekebilir—ki bizim bu taktikleri yaratabilmek için yeterli feminist ve kuir (queer) tarihimiz mevcut. Tacizcilerin isimlerini kitaplara yazabilir, duvarlara grafitti yapabilir, bedeni sanat formu haline getirebiliriz. Ya da feminist bir yönetmen grubu olan Sisters Uncut’ın yaptığı eylemi hatırlayacak olursak, suyun içine kırmızı mürekkep karıştırarak şehir merkezinin kanlar altında gibi görünmesini sağlayabiliriz: Onlar yaralıyor, biz kanıyoruz. Kopuş, yetti artık demek, ses çıkarmak ne kadar riskli hale gelirse biz de o kadar yaratıcı oluruz. Binaları işgal etmeli, trafiği durdurmalıyız. Hayatın olağan akışının kendisinin olağanlaşmış şiddet olduğunu göstermeliyiz.
Ona “hoop, yeter” de: Bir araya gelmek bir kopuş olabilir. Feminizm, kuir ve trans tarihleri, güçlerini birleştirmiş, karşı çıkmak için eylemde bir araya gelmişlerin tarihidir; tıpkı şu an bizim yaptığımız gibi, biz de bu tarihin parçasıyız. Bu şekilde bir araya gelerek tarihimizi canlı tutuyoruz. Diğerlerinden, bizden önce gelenlerden güç alıyoruz. Stonewall isyanını düşünüyorum. O gün olanlar hakkında Sylvia Rivera ile yapılmış bir röportaj daha yeni yayınlandı. Adını zikredelim: Sylvia Rivera. Beyaz olmayan trans bir kadın olarak Sylvia olayların alışılagelmiş hatırlanma biçimleri dahilinde pek hatırlanmaz. Onun anlatısında ise ortaya bir kopuş çıkar. O gün, barda buluşmuş gayler, lez’ler, seks işçileri ve drag queenler için sıradan bir gündü. Bu ırksal/etnik açıdan çeşitli ve isteyerek sapmışlar ordusu için, yani polis şiddetiyle yaşamaya alışmış bu ordu için, şiddetin gündelik hayatın bir parçası haline geldiği bu grup için o günü[5] diğerlerinden ayıran bir şey yoktu. Rivera o zaman için, “şiddetle yaşamayı öğrendiğimiz zamanlardı. Onunla yaşamak zorundaydık,” diyor. Fakat o gün işler değişir. “O güne kadar o şiddetle yaşamaya alışkındık. Ve sonra, müşterilerden miydi, polisten mi bilemiyorum. Sanki şey gibiydi (parmaklarını şaklatır), her şey çatırdadı.” O parmak şaklatma, o ses, o şak, şak, şak Rivera’nın yaşadığı hissi anlatmasını sağlar, bir topluluğun, hem de eğreti, muhteşem, içi dolmuş ve öfkeli bir topluluğun birden bire—ya da birdenmiş gibi gelir ama gerçekleşmesi aslında uzun süre almıştır—“hayır” dediği anda her şeyin yerli yerine oturma hissini: “Herkes, Biz bütün bunları niye çekiyoruz ki oldu birden. O kadar heyecan vericiydi ki. Vay be, sonunda yapıyoruz olduk. Yapıyoruz. Karşımızdakilerin sinirlerinin içine sıçıyoruz.”
Kopuş çekici olabilir, kalabalıkları ateşleyebilir. Bütün o yılların yılgınlığı, acısı, yıpratıcı olan her şeyin karşısında açılmak, dışarı çıkmak, olmanı engelledikleri şeyi olabilme özgürlüğüne sahip çıkmak… Heyecan vericidir kopuş, şak, şak, cızzz: Bir şeyleri tepetaklak ettiğinizde altından öyle çok şey çıkar ki. Kopuşu/kırılmayı—yani o “şaklatma”nın kendisini—siyasi hareketlerin anlatısının bir parçası kılmak, tükenmişlik ve başkaldırının kaynağının nasıl aynı olabileceğini, tam da o sistemin şiddetinden bıkmış, yılmış olanların nasıl o şiddete başkaldırdıklarını göstermektir aslında. Yorgunluktan, tükenmişlikten, yıkıntıdan geldiğinde bile kopuşun nasıl yeni bir başlangıç getirdiği, canlandırdığı, hayat verdiği görülebilir böylece.
Baskı gittikçe arttığında ve sonunda bardak taştığında gerçekleşen kopuş bir isyanın, tüm katlanmamız gerekenlere karşı bir başkaldırının temelini oluşturabilir. Biz gerekli olan için mücadele ediyoruz. Lorde ile başladığım gibi, onunla bitirmek istiyorum. Audre Lorde sıklıkla neyin gerekli olduğundan bahseder. Şiir, örneğin, bir lüks değil, neredeyse ekmek kadar zaruridir. İhtimaller zaruridir. Audre Lorde, yazmaya nasıl da ortada olmayanı yaratma isteği yüzünden başladığını sıklıkla anlatır. “Geriye bıraktıklarım kendi kendilerini var eder, kendi yollarını çizer,” der. Yazmak Lorde için gözü kara bir iyimserlik hareketidir. Bu iyimserlik, hayatta kalmanın ne kadar zor olduğuna dair derin farkındalığa rağmen değil, tam da bundan kaynaklanır. Lorde, annelikten de bir tür siyah feminizm iyimserliği olarak bahseder. Ona göre “ırkçı ve cinsiyetçi bir intihar ejderhasının ağzında” siyahi çocuklar yetiştirmek, bu yetiştirilen çocukların hayallerinin “bizimkilerin ölümünü yansıtmayacağı” umudu taşımaktır.
Onların hayalleri bizimkilerin ölümünün göstergesi olmasın diye bu mirası yeniden üretmemek için mücadele etmeliyiz; ama bu mücadele aynı zamanda hayallerimize nasıl sahip çıktığımızdan, biz artık yokken yaşamaları için onları nasıl sonrakilere aktardığımızdan da müteşekkil olabilir. Bizler daha adil bir dünya hayal ettiğimiz için savaşıyoruz. Belki tam da bu adaletsizliklere karşı mücadelenin kendisi bize daha adil dünyalar inşa edebilmemiz için gerekli kaynakları, imkanları sağlıyor. Bunlar sorun çıkarmaya, tat kaçırmaya, evet aynen öyle, uyumsuz ve savaşçı olmaya dair belli bir arzuyu içerdiği gibi, mizah, kahkaha, dans, yeme ve içmeyi, yani kendimizi ve birbirimizi beslemek için yapmamız gerekenleri de içeriyor. Yine Lorde’un dediği gibi “değişim yaratmak için küçücük fırsatlara dahi uyanık olmak” için elimizden ne geliyorsa, ne zaman geliyorsa yapmak zorundayız. Nöbet demek uyanık, gözlemci ve dikkatli olmak demek olabilir—burada uyanıklık, ısrar, inat, sebat anlamında. Lorde “en küçük fırsatlara dahi uyanık olma”mızı isteyerek, aslında doğrudan bize, size sesleniyor: Elinizden ne geliyorsa, ne zaman ve nerede yapabiliyorsanız yapın.
Bizler de birbirimize sesleniyoruz. Birisiyle konuştuğumuz zaman, muhtemel bir cevap için kapı aralıyoruz. Bir o yana, bir bu yana, gönderen ve alan. Feminizm: Oradan buraya, buradan oraya, bir diyalog, dans, şans, var olmak için yapmamız gereken her şey.
Çeviren: Cansu Bakar
Bu yazının orijinali feministkilljoys.com’da yayınlanmıştır.
[1] Ç.N. Yazarın “Spoken Word” olarak kullandığı tanımlama iki anlama gelebilir. İlk olarak, herhangi bir taslak olmadan yapılan konuşma, doğaçlama yapılan konuşma. Ya da ikinci tanımlamasıyla bir performans olarak “spoken word”. Bu performans biçimi tarihi oldukça eskilere dayanan, kelime oyunları ve entonasyon estetiğine dayanan bir sözel sanat formudur. Politik bir amaç içeren bu performanslar, siyahi toplum arasında özellikle yaygındır.
[2] Ç.N. “Snap” kırılma, kopuş demek olabileceği gibi “hoop, yetti artık” gibi bir anlama gelir. Ayrıca, Amerika’da beyaz olmayanlarca üretilmiş bir jargon içerisinde bir anlamı da vardır: Ne zaman bir iktidar mekanizmasına karşı söz söylense, hazır cevap şekilde bir ezme-ezilme ilişkisi açığa çıkarılsa, söylemsel olarak alt edilse, hakikat dillendirilse bir yandan parmak şaklatarak (“snap” parmak şaklatmak da demektir çünkü) bir yandan sözel olarak “snap” denir. Burada “feminist kopuş”, “feminist snap” tüm bunların toplamını ifade ediyor.
[3] Ç.N. “Oda”nın İngilizce karşılığı olan “room” hakikaten de “make room” şeklinde fiil olarak da kullanılır ve “alan/yer açmak” anlamına gelir.
[4] Ç.N. Kavramın birden fazla anlamı olabilir. Fakat Sara Ahmed bu metinde, şiddete karşı siyah giyinen ve kamusal alanlarda şiddete ve militarizme karşı mücadele eden ekibin eylem biçimine, bu ekibin kamusal alanlarda nöbet tutuşuna referans veriyor. Bu grubun eylemlerine ve kim olduklarına dair detaylı bilgilere sitelerinden ulaşılabilir: http://womeninblack.org/about-women-in-black/
[5] Ç.N. Stonewall isyanına referans veriliyor. Slyvia Rivera ve Marsha P. Johnson, Stonewall ayaklanması sırasında ön plana çıkan, LGBTQ hareketine oldukça büyük katkıları olan ve hayatlarının sonlarına kadar mücadelelerini devam ettiren oldukça önemli ve güçlü karakterlerdir. İlgilenenler, yakınlarda yapılmış The Death and Life of Marsha P. Johnson isimli belgesele de bakabilir.