Şikayetçi, sansürcü ve fazla-hassaslar; üniversite öğrencileri kendi kurumlarına zarar veriyorlar. Bir dakika, siz ciddi misiniz? İnsanlar böyle mi düşünüyor sahi?
Sara Ahmed
“Öğrencilere karşı” derken ne kastediyorum? Bu ifadeyi kullanarak öğrencileri veya en azından belli türde öğrencileri istikrarlı bir şekilde eğitime, ifade özgürlüğüne, medeniyete hatta yaşamın kendisine bir tehdit olarak konumlandıran bir dizi söz edimini tarif etmeye çalışıyorum. Bu söz edimleri öğrencilere karşı konuşurken aynı zamanda bir kısmı açıkça dile dökülmüş olan bazı değer kümeleri adına da konuşurlar: Özgürlük, akıl, eğitim, demokrasi. Öğrenciler onlara şart koşulan davranış normlarını yeniden üretmeyi başaramıyorlar. Bu başarısızlık öğrencilerin sorumlu tutulmadığı ideolojik kaymaların -ister neoliberalizm, ister işletmecilik isterseniz yeni bir cinsel püritenizm olsun- bir sonucu olarak açıklansa da başarısızlığın konumlandığı yer öğrencilerin bedenleridir. Öğrenciler doğru mesajı aktarmıyorlar ya da bizim doğru mesajı aktarmakta başarısız olduğumuzu kanıtlıyorlar. Öğrenciler bir hata mesajı, bir “biip” sesi haline gelmiş durumdalar, sistem arızasını ilan eden bir biip.
Öğrencilerin nasıl problem haline geldiği problemini açıklarken başka başka konularla ilgili gibi görünen ama hepsi de yükseköğrenimin ölümüne işaret eden ve yitirilen ya da yitirilmekte olan bir şeye duyulan bir tür nostaljiyi içeren bazı güncel yazıları analiz edeceğim. Bu metinlerden alıntı yaparken yazarlara isimleriyle atıfta bulunmamaya karar verdim. Her bir metni daha geniş metinlerarası bir ağın içindeki bir an gibi ele almak ve böylece metinleri kişiselliklerinden çıkarmak istiyorum. Bu metinlerden bazıları halihazırda birbirlerine atıfta bulunuyor ve hepsi de (bu mahali artan bir tempo ve hızla arşınlayan) problemli öğrenci figürünü canlandırarak paylaşılan bir dünyanın yapımına iştirak ediyorlar.
“Problemli öğrenci”, birbiriyle ilişkili figürlerin bir dizilimidir: Tüketici öğrenci, sansürcü öğrenci, fazla-hassas öğrenci ve şikayetçi öğrenci. Bu figürlerin birbirleriyle nasıl ilişkilendirildiklerini dikkate alarak onlar üzerinden kurulmakta olan bağlantıları keşfedebiliriz; örneğin yükseköğrenimde neoliberalizm, güvenli mekanlara gösterilen ilgi ve cinsel tacizle mücadele arasında kurulan bağlantılar. Bu bağlantılar açıkça dile dökülmeden kuruluyor. Bu bağlantılara meydan okuyabilmek için onları açık hale getirmeye ihtiyacımız var. İşte “öğrencilere karşı” aslında tam da bununla ilgili.
İnatçı Özneler’deki (Willfull Subjects, 2014) kaygılarımdan biri, itibarsızlaştırma politikalarıyla ilgiliydi. Bazı bakış açılarının inatçılık suçlamasıyla nasıl süpürülüp savuşturularak itibarsızlaştırıldığıyla ilgilenmiştim. Yani protestocuların kendilerini aşırıya kaçan bir inatçılığa kaptırdıkları varsayıldığında, protestolarının neyle ilgili olduğu göz ardı edilebilir; bir şeye muhalefet etmelerinin muhalif olmalarından kaynaklandığı varsayılır. Tüketici öğrenci, sansürcü öğrenci, fazla-hassas öğrenci ve şikayetçi öğrenci figürleri aynı zamanda bir şey yapmaktadırlar, bir planları vardır. Bu figürler bir şeyi süpürmek üzere dolaşıma girerler. Farklı farklı öğrenci protestolarının hepsi birden (“öğrenci kültürü” veya “kampüs politikaları” aracılığıyla üretilen) ahlaki karakter zayıflıklarının ürünü ve değerler ve standartlardaki daha genel bir çöküşün de nedeni sayılıp itibarsızlaştırılarak göz ardı edilebilir.
Neoliberalizm ve yükseköğretimle ilgili eleştirilerle başlayalım. Bu eleştirileri ben de paylaşabilirdim. Üniversitelerin işletmeler gibi yönetilmesine karşı ben de eleştirelim; eğitimin bir metaya dönüşmesine karşı ben de eleştirelim; öğrencilerin tüketici muamelesi görmesini ben de eleştiriyorum. Bürokrasinin getirdiği yüklerin ve bir iz bırakmaya çabalarken nihayetinde elimizden sadece evrak işinin geldiğinin ben de farkındayım.
Neoliberalizm eleştirileri gayretkeş bir temizliği de içerebilir: Eleştiri nesnesinin yakınına yerleştirilen her şey, birer eleştiri nesnesi haline gelir. Örneğin, üniversitenin yeni eşitlik rejimiyle ilgili ampirik araştırmam bana, eşitliğin bir neoliberalizm semptomu, akademik uygunluğu sağlamanın “bir diğer” mekanizması olarak görülüp ortadan kaldırılabildiğini öğretti. Birleşik Krallık İçişleri Bakanı ve Kadın ve Eşitlikten Sorumlu Bakan Theresa May, 2010 Eşitlik Yasası’nda belirtilen taahhütlerden bazılarının geri çekilmesini, “[bu yasa], kenarına tik atılacak yeni bir bürokratik kutucuktan ibaret olacaktı. Form doldurmaya daha fazla, insanların yaşam şanslarında gerçek bir fark yaratacak politikalara odaklanmaya ise daha az zaman kalması demek olacaktı” savıyla meşrulaştırdı. Kapsanmak Üzerine: Kurumsal Hayatta Irkçılık ve Çeşitlilik (On Being Included: Racism and Diversity in Institutional Life, 2012) adlı kitabımda incelediğim uygulayıcılar, akademisyenlerin de buna benzer savları kullandığından bahsetmişlerdi; mesela bu formların ve prosedürlerin “tik atılacak kutucuklar”a bir yenisinin eklenmesinden ibaret olduğu ve eşitlik ile yaptıkları iş arasındaki daha genel ilişkiyi (“gerçek bir fark”ı) ortadan kaldırma işlevi gördüğü savı. Bu sav sayesinde, eşitliğe itaatsizlik etmenin, bürokrasiye direnmenin bir biçimi olduğuna hükmedebiliyorlar. Böylece eşitlik, yönetim tarafından dayatılan, ciddiye alınması halinde hayatı ve emeği zincire vuracak bir şey haline geliyor. Eşitliğin bürokratikleştirilme biçimini eleştirmek istiyorsak bu eleştirinin kendisinin eşitliği ortadan kaldırmak üzere kullanılmasına da meydan okumamız gerekiyor.
Temizliğin gayretkeşliğini duyumsuyoruz.
Nasıl da kullanışlı.
Gelin, şöyle bir vakaya bakalım. Yakın tarihli bir makalede bir profesör, üniversitenin ölümünün yasını tutuyor. Akademik hayatın, sallantıda olmakla veya öyle görünmekle birlikte henüz geçmişte kalmamış, ideal bir imgesinin ruhunu çağırıyor; Oxbridge’in anısını canlandırıyor; profesörlerin ve öğretim üyesi beylerin[1] ne yapacaklarına, zamanlarını ve kaynaklarını nasıl dağıtacaklarına ya da harcayacaklarına kendilerinin karar verdiği bir yer ve zaman. Şöyle diyor: “Kolejin parasının neye yatırılacağına, bahçelerine hangi çiçeklerin ekileceğine, öğretmenler odasına kimlerin portrelerinin asılacağına ve neden şarap mahzenine kolej kütüphanesinden daha fazla para harcandığının öğrencilere en iyi nasıl açıklanacağına karar verenler öğretim üyesi beylerdir. Tüm önemli kararlar kolejin akademik üyelerince tam katılımla alınır ve finansal işlerden akademik işlere ve rutin idareye varıncaya kadar her şey, akademisyenlerden seçilmiş, akademik üyelerin bütününe karşı sorumlu olan komitelerce yürütülür”.[2] Atıfta bulunulan belirli kararların, (şarap tüketilmesinin meşrulaştırılabilir olup olmadığı değil de) tüketilecek şarap miktarının nasıl meşrulaştırılacağı; öğretilecek derslerin içeriğinin değil de bahçelerin derilmesinin ve portrelerin asılmasının nasıl meşrulaştırılacağı ile ilgili olması ilginçtir. Sonra “öğretim üyesi beyler demokrasisi”nin bu ideal dünyasıyla kurumsal akademinin bürokrasisi arasında karşıtlık kurulur: “Akademisyenlerin hükümeti yerine hiyerarşi düzeni, hatırı sayılır düzeyde Bizans bürokrasisi vardır; kıdemi düşük öğretim üyeleri ayak işlerini gören ufaklıklardır, rektör yardımcılarıysa sanki General Motors’u yönetiyormuş havasındadır”. Buradaki, “öğretim üyesi beyler demokrasisi” veya Oxbridge’in elit sisteminin bir “hiyerarşi düzeni” olmadığı varsayımı üzerine bir yorum yapmak şart.
Eleştiri şöyle ilerliyor: “Her koşulda, İngiliz yükseköğretiminde bürokrasinin çok artmasını koşullayan, işletmeci bir ideolojinin serpilmesi ve durum değerlendirme çalışmalarının insafsız talepleridir; bu da akademisyenlerin derslerine hazırlanmaları önemli bulunsa bile buna gerekenden çok daha az zaman bulabildiklerini gösterir ki; son birkaç yıldır o kadarını dahi bulamıyorlar.” Akademisyenler artık eski beylerin sahip olduğu zamana sahip değildirler. Ne var ki, yitirilmiş gibi bahsedilen bu zamana çoğu akademisyen o günlerde de sahip olamazdı; zira zamanın daima bir ekonomisi vardı (bazı akademisyenler, diğer bazıları daha az zamana sahip olduğu için, daha fazla zamana sahip olmuş olabilirler). Bizim soğuk ve kasvetli dünyamızda: “Tüm profesörler işletmecilere dönüştürülüyor, böylece öğrenciler de tüketicilere”. Az önce öğretim üyesi beylerin neden şaraba kitaptan daha çok para harcadıklarını açıklamak zorunda kaldıkları kimseler olarak öne çıkan öğrenciler, burada tüketicilere dönüşerek karşımıza çıkar.
Tüketici öğrenci, bir problemdir: “Öğrencinin cüzdanını böylesi bir sıcak takibe almanın sonuçlarından biri, 20 yaşındakiler arasında şu anda moda olan ne varsa o kılıfa sokulmuş olan derslerin sayısındaki artıştır. Benim disiplinim olan İngilizcede bu, Viktoryenler yerine vampirler, Shelley yerine cinsellik, Foucault yerine fanzinler, ortaçağ yerine çağdaş dünya anlamına gelir. Böylece kökleşmiş politik ve ekonomik kuvvetler, ders izlencelerini şekillendirmeye başlar. Anglosakson edebiyatına veya 18. yüzyıla odaklanan herhangi bir İngilizce bölümü, kendi bindiği dalı kesiyordur”. Her ne kadar bir disiplinin ölümünün ardında “öğrenci cüzdanı”nın “sıcak takibi” yatıyor olsa da, yanlış şeyleri isteyen, neyin öğretilip neyin öğretilmeyeceğini belirleyen ve doğru şeylerin kaybına (Viktoryenler, Shelley, Foucault ve ortaçağ dünyası yerine vampirler, cinsellik, fanzinler, çağdaş dünya) yol açmış olanlar, öğrencilerin kendileridir. “Yerine”nin tekrar tekrar kullanılması, “20 yaşındakiler” arasında “moda olan”ın eski öğretim üyesi beyleri ve bölümlerce yerleştirilmiş iyi nesneleri itip devirmesi yüzünden, yerlerine kötü nesnelerin yerleştirilebildiğini ima eder. Ve “öğrenci neyi istiyorsa onu” takip etmemenin bir disiplinin ölümüne (“kendi bindiği dalı kesmeye”) mal olacağı ima edilir.
Ne temizlik ama!
Benim İngiliz Edebiyatı bölümlerinde ne öğretildiğiyle ilgili nispeten kısıtlı bilgim bile, bu anlatıyı epeyce bir sorgulamama yeterdi. Ama burada beni ilgilendiren; bunca şeyin neoliberalizmin ve üniversitelerin pazara dönüşmesinin ürünü sayılıp hızlıca itibarsızlaştırılıp göz ardı edilmek üzere nasıl da hızlıca gündeme getirilebiliyor olduğu.
“Cinsellik” kelimesinin bu listeye yerleştirilişine dikkat edin. Bir cinsellik tarihçisi olan Foucault bile “yerine”nin doğru tarafında duruyorken, bu kelimenin yanlış tarafta ne işi olduğuyla ilgili bir tahmin yürütebiliriz. “Fanzinler ve Foucault” bir kültürel karşıtlık olarak işlev görüyor: Foucault ciddi ve ağır bir araştırmacı, fanzinler ise aptalca ve hafiftir. Bu ayrım cinsiyetlidir. Cinselliğin (ve onun üzerine çalışmaların) ortaya çıkışı, yükseköğrenimin pazarlaştırılmasının ürünü muamelesi görebilir. Diğer bir deyişle, cinsellik de öğrenciler istedikleri için meydana getirilmiş kötü nesnelerden biri haline gelir.
Bazı öznelerin salt üniversiteler “öğrenci cüzdanı”nı “sıcak takibe” aldıkları için türedikleri varsayımıyla mücadele etmeliyiz. Müfredata yönelik güçlü eleştirilerin, müfredatın çeşitlenmesini sağlayan bölümlerde çalışanlarca üretildiğini biliyoruz. Yer yer kanonlar olarak da anılan duvarları “lime lime etme” işini biliyoruz. Cinsellik ve toplumsal cinsiyetin akademide meşru konular kabul edilmesinin yolunu açan feminist ve kuir aktivizmlerin uzun tarihlerini biliyoruz.
Bilmiyorsak, bilmemiz gerekir.
Bu emek ve aktivizm tarihleri, bu tür öznelerin salt “öğrenci cüzdanı” sayesinde türedikleri varsayımıyla “savuşturulur”. Hem bölümler hem de öğretim üyesi beyler tarafından neyin değerli olduğuna dair kanonları katılaştıran kimi kararlara meydan okumayı bu aktivizm mümkün kılmıştı. Kararlar çoğu zaman evrensellik varsayımlarıyla korunur; bu, kararlara serzenişte bulunulamamasını sağlamanın bir yolu. Politik eleştiri ve aktivizm emeğiyle mümkün kılınan çeşitli özneler, bir “yerine”nin serpilmesiyle pazarın (o canavarsı bedenin) azgın doğasının yalın ifadeleri sayılarak itibarsızlaştırılırlar.
Yanlış şeyler isteyen tüketici özne figürü sayılıp kusurlu[3] bulunan bir öğrenci, çok iyi iş görür. O, evrensel bilgi ya da evrensel kültür fikrinin neoliberalizmin ve işletmeciliğin eleştirisi kılığına böylesine beceriksizce bürünebilmesini sağlayandır. Akademik dünyanın yası tutulan bir kayıp nesne olarak; öğretim üyesi beylerin şeylere karar verdiği bir dünya; demokrasi olarak tahayyül edilen, yeni gelen kuşakların kaprisleri ve dilekleriyle huzursuz edilmemiş bir dünya olarak idealleştirilebilmesidir.[4]
Öğrencilerin nasıl tam da bizim yapmakta olduklarımızı eleştirmeye, öğretilenlere itiraz etmeye başladıkları anda, tüketici muamelesi görüp itibarsızlaştırılabildiklerini ve göz ardı edilebildiklerini anlayabiliyoruz. Diğer bir deyişle, öğrenciler tam da tatmin olmadıkları zaman, onlara sunduklarımıza[5] ürün muamelesi yapıyormuş gibi anlaşılırlar. Böylesi bir eleştiri, tüketimcilik suçlamasıyla “savuşturulabilir”. Öğrenciler, istekleri akademisyenlerin istekleriyle ya da akademisyenlerin onlardan istemelerini istedikleriyle uyuşmadığında, problem olurlar. Öğrenciler, istekleri akademisyenlerin istedikleriyle ya da akademisyenlerin onlardan istemelerini istedikleriyle aynı olmadığında, inatçı olurlar. Burada yerleşmiş görünen şey, Paulo Freire’nin deyişiyle, eğitim de “banka modeli”ne benzer. Burada öğretmenler bilgiyi öğrencilerin bedenlerine adeta bir bankamatiğe para yüklüyormuş gibi yüklerler. Ne ironiktir ki öğrenciler tam da banka olmayı reddettiklerinde, tüketici muamelesi görmeleri daha olası hale gelir.
Neyse ki şunu söyleyebiliyorum: Buna bel bağlamayın.[6]
İstenmeyen konuşmacıları kampüs dışına süren sansürcü öğrenci figürünün varoluşu, tüketici öğrenciyle yakından ilişkilidir. Her ikisi de öğrencilerin neyin öğretileceğine olduğu kadar öğretilmeyeceğine de, ne hakkında konuşulacağına olduğu kadar konuşulmayacağına da karar verme gücüne tek başlarına sahip olduklarına ve üstelik bu gücün sadece öğretim üyesi beylerle bölümlerin değil, politikacıların, gazetecilerin ve diğer kamusal figürlerin de zararına olduğuna dair bir izlenim yaratmaya çalışır.
Öğrenciler: Bütün gücü ellerine almış, üstümüze gelip duruyorlar.
Sahiden mi?
Evet, sahiden.
Gel gör ki, apaçık sansür anları (meali: öğrenci protestoları) söylem veya tartışmanın önünü keseceği yerde, daha fazla söylem ve tartışma üretiyor gibi görünüyor. Bunca üst seviyeden konuşma ve yazı, sessizleştirildiklerini iddia edenler tarafından üretiliyor!
Ama şunu yine de sorabiliriz: Sansürcü öğrenci figürü ne yapıyor? Öğrenci eleştirisini sansür olarak duymak sayesinde, o eleştirinin içeriği kenara itiliyor. Bir meydan okuma kulağınıza bir sansür girişimi gibi geldiğinde, bu meydan okumayla haşır neşir olmak zorunda kalmazsınız. Hatta meselenin aslıyla ilgili bir çift laf etmek zorunda bile kalmazsınız çünkü meydan okumanın asılsız olduğunu varsayarsınız. İlk vakada eleştiri ve karşı çıkış (“yanlış dersleri istiyorlar!”) tüketimcilik addedilip; ikinci vakadaysa protesto (“doğru insanları istemiyorlar!”) sansür addedilip itibarsızlaştırılır ve göz ardı edilir.
Temizle, temizle.
Biip, biip.
Hata mesajı.
Bu noktada, olabildiğince hızlıca, bir başka figür çıkagelir; çoğunlukla sansürcü öğrencinin arkasına gizlenmiştir. Bu figür, fazla-hassas öğrencidir; olaylara veya potansiyel olaylara kırgınlık hisleriyle yanıt veren kişi. Aynı zamanda şeylerin meydana gelişini durduran biri olarak da karşımıza çıkar. Ahlaki paniklerle ilgili bir ahlaki panik olarak okuduğum, yakın tarihli bir dizi metne burada atıfta bulunabilirim. Bu metinlerin pek çoğu özellikle ABD’deki kolej kampüslerine atıfta bulunur; bu kampüslerde güvenli mekanların ve tetiklenme uyarılarının devreye sokulması konusundaki kaygıyı yansıtırlar.
Fazla-hassas öğrenci figürü, iktidarla donatılmıştır. Hikaye şöyledir: Öğrenciler fazla-hassas hale geldikleri için, biz artık sınıfta zor konular üzerine konuşamıyoruz bile; onların duyguları yüzünden biz (eleştirel akademisyenler) iktidar ve şiddetle ilgili sorulara değinemiyoruz vs. Bu türden bir retoriğe tipik bir örnek: “Kimse hislerin aksini ispatlayamaz, dolayısıyla da yapılabilecek tek bir şey kalıyor geriye, sıkıntı veren konuları kapatmak – hiçbir sav yok, hiçbir tartışma yok, sadece sessiz düğmesine bas ve sanki rahatsızlığın üstesinden gelmekle edimsel bir değişime etki etmek aynı şeymiş gibi yap”. Veya bir başkası: “Kolej düzeyindeki tartışmaları “güvenli” tutmak belki hiper-hassaslara iyi geliyor ama aslında onlar ve diğer herkes için kötü. İnsanlar koleje zekalarını parlatmak ve bakış açılarını genişletmek için gelmeliler”. Burada güvenlik iyi hissetmekle ilgilidir veya kötü hissetmemekle. Burada korkulanın ne olduğunu duyumsayabiliyoruz: Öğrenciler zekada veya bilgelikte yeterince sivrilmeyen, köşeleri yontulmuşlar olmayı alışkanlık edinecekler.
Tetiklenme uyarılarıyla ilgili ahlaki panik çok iyi bir pedagojik araçtır; ondan öğreniriz. Tetiklenme uyarılarının güvende, yakın veya kucaklanmış olmakla ilgili olduğu varsayılır. Bense tetiklenme uyarılarını, insanların bir odada kalabilmesini ve böylelikle “zor konular”ın tartışılabilmesini sağlamak için alınmış, kısmi ve ister istemez yetersiz bir önlem olarak tarif ederdim. Tetiklenme uyarılarının kendi başlarına güvenli mekanlarla ilgili olduğu varsayımı, işleyen bir varsayımdır (bununla şunu kastediyorum: Bir kazanımı vardır). Güvenli mekanların dikkati zor konulardan uzaklaştırmakla ilgili olduğu varsayımı da bir başka işleyen varsayımdır. Güvenli mekanlar, henüz sona ermemiş tarihlerin ürünleriyle baş etmek için kullanılan tekniklerden biridir (sona ermemiş bir tarihe verilen yanıtların yetersiz olması kaçınılmazdır çünkü henüz üstesinden gelinmemiş bir tarihtir bu). Bu mekanizmaların gerçek amacı, zor konular üzerine karşılıklı konuşmayı mümkün kılmaktır. Büyük çoğunlukla bu karşılıklı konuşmalar yapılamaz çünkü insanların üstüne konuşmak istedikleri zorluklar eninde sonunda bu tartışma mekanlarında da yeniden sahnelenir. Örneğin, beyaz insanlar ırkçılık bahsinde savunmacı bir tavır takındıkları sürece, ırkçılık üzerine karşılıklı konuşmaları sürdürmek çok zordur. Bu karşılıklı konuşmalar, ırkçılıkla ilgili olmaktansa bu savunmalarla ilgili olmaya başladığı noktada sona erer. Güvenli mekanlar ırkçılık üzerine konuşmaktan kaçınmamızı sağlamıyor, güvenli mekanlar ediniyoruz ki, ırkçılık üzerine konuşabilelim!
Karşılıklı konuşmaları başlatabilmek için ortaya konan teknikler, karşılıklı konuşmaların üstüne vazife olmayan işlere karışanlarca bitirildiğinin kanıtı olarak sunulabiliyor. Kadın Çalışmaları geçmişi olan herkes buna aşinadır; feminist mekanların yumuşak, ev konforunda, kolaylık sağlayan yerler olarak klişeleştirilmesine karşı çıkarız, zira bu Kadın Çalışmaları’nı bir feminist mekan olarak gerekli kılan cinsiyetçi klişeleştirmenin tıpatıp aynısıdır. Belli mekanların fazla yumuşak olarak algılanmasının kendisi, meydan okumak üzere örgütlendiğimiz dünyaların haşinliğiyle ilişkilendirilebilir.
Öğrencilerin fazla hassas olduklarından problem haline geldikleri fikri, incinebilirliği bir tür ahlaki zayıflık ve “bizim” ifade özgürlüğümüz üzerinde bir kısıtlama olarak tarifleyen daha geniş çaplı bir kamusal söylemle ilişkilidir. Güncel ırkçılık çoğu zaman ötekileri çok kolayca incinebilir konumuna yerleştirerek işler; böylece incitici davranmak kimileri için mekan işgal etme haklarını ileri sürme yolu haline gelir. Fazla hassas olma suçlamasıyla ne çok şey “savuşturulur”. Yakın tarihli bir örnek, Barbican’daki İnsanat Bahçesi’nde[7] ırkçılığın sanat veya eğitim kılığına sokulmasına karşı yapılan protestoların “fazla-hassas”lık semptomu olarak geçiştirilebilmesidir. Bu söyleme göre; ırkçılık karşıtları en sonunda kendi bakış açılarını dahi sansürlerler çünkü onlar “ince-derili”dirler.
Ne çok şiddet, tam da şiddete katılmayı reddedenlerin yargılanması yoluyla temellendirilir ve tekrarlanır. Bizi zor konulara değinmekten alıkoyanın fazla hassaslık olduğu fikri, şöyle tercüme edilebilir: Biz ırkçı olamayız çünkü siz ırkçılığa karşı fazla hassassınız.
Peki öyleyse: Eğer değinilmeyene meydan okuyacaksak, fazla hassas olmamız gerekiyor.
Zor konulara değinmekle ne kastediliyor? Kampüste ırkçılık, iktidar ve cinsiyetçilik konularını tartışmaya çalıştığımda, eleştirel akademisyenler tarafından dikkate değer bir direnişle karşılanmıştım. Bazı akademisyenler bu konularda konuşma rahatlığını ancak ta ötede güvenlice bir yere yerleştikleri zaman hissederler. “Zor konular”a burada değinmemeyi sağlayan şey, bu “ötede”lik midir? Bana öyle görünüyor ki kampüste “zor konular” üzerine yürütülen tartışmalara öncülük edenler çoğunlukla öğrencilerdir. Gelin görün ki bu tartışmalara öncülük edenler öğrenciler olduğunda, tüketici gibi davrandıkları veya sansürcü oldukları gerekçesiyle itibarsızlaştırılıp göz ardı edilirler. Bir figürün fantezi olduğu açığa vurulduğunda, onun yerine nasıl da hemen bir başka figür çıkagelir. Fazla-hassas değilse o zaman sansürcü; sansürcü değilse o zaman tüketici vesaire, vesaire.
Benim anlayışım şu ki, bizim feminist politik umutlarımızın yeri, fazla-hassas öğrencilerin yanıdır.
Fazla-hassas, şöyle tercüme edilebilir: Bitmemiş olana karşı hassas.
Öğrencileri probleme dönüştürmek için tutulan tüm bu yollar, öğrencileri tarafından “gerçekten” ezilen profesörler veya akademisyenler diye bir tablo yaratmaya yarar. “Öğrencilere karşı” bir konumu veya bir görüşü dillendirmenin anlamı işte budur. ABD’li bir profesör liberal öğrencileri tarafından “korkutulduğundan” söz ediyor. “Kimlik politikası”na ne kadar da çok yükleniyor. Ve ne kadar çok suç kimlik politikasına yükleniyor; ne zaman mekânların işgal edilme biçimine meydan okusak bu terim kullanılır. Bu da itibarsızlaştırarak göz ardı etmenin kolay yollarından biri haline gelmiştir. Burada öğrencilerden çok, profesörler (onların yatırımları, duyguları ve itibarsızlaştırma stratejileri) hakkında bir şeyler öğreniyoruz.
İşte burası tam da işlerin zorlaştığı yer ve benim de politik bir aciliyet hissiyle yazdığım yer. “Öğrencilere karşı” bir başka çalışmalar toplamı daha var: Cinsel taciz üzerine çalışmalar. Bu çalışmalar, tetiklenme uyarıları ve güvenli mekanlar üzerine yapılan çalışmalarla kesişir. Güvenlik ve hayatta kalmaya dair endişenin, sonrasında akademisyenlerin veya fakültenin denetlenmesini meşrulaştırmak için kullanılacak yaralanabilirlikler yarattığını ima ederler. Bu literatürler, potansiyel mağdur veya geleceğin mağduru olan, tam da öğrencilerin yaralanabilir olarak inşa edilmesi yüzünden nesli tükenmekte olan bir profesör figürü üretir. Bir makalede şu tespit yapılır: “İktidarı yanlış anlayan, yaralanabilirliği şişiren ve öğrencilere çocuk muamelesi yapan bir akademik kültürle ilgili yazıyordum”. Öğrencilerin salt tacizden bahsetmesiyle, profesörlerin zor kullandığının yekten varsayıldığını ileri süren başka makaleler de okudum: “Suçlu bulunmak için, dile getirilmiş olması yetiyor”. Buradaki içerime göre, öğrenciler için onları taciz eden profesörlerden şikayetçi olmak kolaydır (“dile getirilmiş olması” – sanki bir suçlama, umursamazca ortaya atılan bir sözcükten ibaretmiş gibi) ve şikayetler otomatikman suç olarak kaydedilir; sanki bir incitme, salt bir öğrenci incindiği için suç oluyormuş gibi. Fazla-hassas öğrenci figürü, “kırılma hisleri” şikayet için yeter sebep kabul edilen şikayetçi öğrenci figürüne doğru çekilir.
Burada biraz duralım. Birçok feministin gayet iyi bildiği bir şeyi beyan etmek istiyorum: Cinsel taciz konusuna değinmek, çok zordur. Ve üniversitelerdeki cinsel tacize (özellikle de kadın öğrencilere erkek akademisyenlerce uygulanan tacize) değinmek çok zordur.[8]
Şeylere değinmedeki zorluğun bir nedeni var. Kampüste çeşitlilik çalışmalarıyla meşgul olmaya başladığımdan beri, birçok üniversiteden öğrenciler ve çalışanlar cinsel taciz deneyimleriyle ilgili olarak bana ulaştılar. Ve böylece cinsel tacizin ne denli yayılmacı olduğunun yanı sıra tacizin akademik kültür içinde ve hatta akademik kültürün kendisi sayılarak ne denli normalleştirildiğini de öğrendim. Akademisyenlerin davranışlarını hakları olduğu iddiasıyla nasıl meşrulaştırdıklarını öğrendim. Bir kadın profesör bana daha önce çalıştığı kurumda kadın öğrencileriyle çoklu cinsel ilişki yaşayan bir akademisyenden söz etti. Nihayet hakkında bir şikayet dosyası açıldığında, bu davranışını “işin keyifli tarafı” diyerek meşrulaştırmıştı. Cinsiyetçi davranış üzerine cinsiyetçi hoşgörmeler de duymuştum: “Ah evet, o birazcık womanizer’dır”[9], “Ah evet, o bayanlara düşkündür”. Cinsiyetçiliğin (ırkçılık gibi) “sadece şakaydı” diye savunulduğunu ne çok kez duydum. Ve kadın öğrencilere üniversiteye girmelerinin bir koşulu olarak bu tür davranışları kabul etmeleri ve beklemeleri gerektiğini söylemenin binbir yolu olduğunu öğrendim. Ve cinsel taciz yaygın olmasına rağmen (bu “rağmen” muhtemelen yanlış yerde duruyor) nadiren kamusal olarak tartışılıyor, bazen belirli vakaların çözülebilmesi için dayatılan gizlilik maddeleri yüzünden ve bazen de sanıyorum ki problemle ilgili dürüst bir tartışma, kimilerinin meydan okumayı istemedikleri yetkilendirmelere meydan okumayı gerektirdiği için.
Gerçeklik (akademisyenler üzerinde iktidarını kullanan) şikayetçi öğrenci figürüyle yaratılan tablodan öylesine uzak ki, bu uzaklık sarsıcı ya da sarsmalı. Farklı üniversitelerde okuyan, cinsel tacizle ve zorbalığın başka biçimleriyle ilgili şikayette bulunmuş -veya bulunmayı denemiş- öğrencilerden haberdar oldum. Öğrencilerin sessizleştirilmesinin sayısız yolu olduğunu öğrendim. Bazı öğrenciler resmi şikayette bulunmaktan vazgeçiriliyor. Onlara şikayet etmenin kendi itibarlarını zedeleyeceği veya ilerleme şanslarını düşüreceği; veya şikayet etmenin söz konusu üniversite çalışanlarından birinin itibarını zedeleyeceği (ve eğer şikayetlerini sürdürürlerse bu çalışanın itibarını zedeledikleri için kamusal alanda sık sık eleştirilecekleri); veya bunun kayıtlı oldukları bölümün itibarını zedeleyeceği söyleniyor (şu genel içerimle birlikte: Şikayet etmek nankörlük etmektir). Öğrenciler şikayetlerinin nasıl “üstüne yatıldığını”, nasıl tekrar tekrar ifade vermek zorunda kaldıklarını veya danışmak ve destek almak için başvurdukları kişilerce nasıl şüpheli görülüp küçük düşürüldüklerini bildiriyorlar.
Tacizle ilgili şikayette bulunan öğrenciler sessizleştirildiği için üniversitelerdeki cinsel taciz probleminin gerçekliği yeterince kabul edilmiyor ve bu kabulün oranı giderek azalıyor (kadınlara yönelik şiddette olduğu gibi). Suçlaması hakikate dönüşen şikayetçi öğrenci figürü hakikatten öylesine uzak ki, buna bir kamusal feminist çığlık atılmalı. Bir kamusal feminist çığlığa ihtiyacımız var.
ABD bağlamına değinen bir metin üzerinde durmak istiyorum. Bu da ele aldığım ilk makaleyi karakterize eden, aynı şakacı tonda yazılmış ve onun gibi geçmiş bir zamana nostalji duyuyor, yitirilmiş ya da yitirilmekte olan bir özgürlüğün yasını tutuyor. Sonun (öğretim üyesi beylerin ve onların nefis demokrasisinin sonunun) başlangıcının sinyalini veren şey burada neoliberalizm değil de yazarın deyimiyle “yasaklama”; kısıtlamadan özgür olmanın özgürlüğün kısıtlanması haline geldiği bir an. Öğrencilerle çalışanlar arasındaki “rızaya dayalı” cinsel ilişkilerle ilgili yeni yasaların getirilmesi, bir feminist ahlakçılığın ve püritenizmin yükselişi olarak tarif edilir. Bu da iktidarın doğasındaki akışkanlığın veya yayılmanın yanlış anlaşılmasına dayandırılır (yazar Foucault’dan alıntı yapar, evet, yine karşımıza çıkıverdi ve yine zayıf bir anlatı).
“Ahlakçılık” ve “püritenizm” kelimeleri anti-feminist yazında sürekli dolaşıma sokulur. Bu kelimeler kullanışlıdır çünkü bir iktidar eleştirisinin ahlaki normların dayatılması olarak yeniden çerçevelenmesine (ve itibarsızlaştırılıp göz ardı edilmesine) elverirler. Örneğin “ahlakçılık” kelimesinin dokuz kez kullanıldığı anti-feminist, küçük düşürücü bir eleştiriye karşı Ray Filar’ın zekice meydan okumasına başvurabiliriz. Dokuz kez; bu çok yorucu bir tekrar! Ve bunlar çoğu zaman tacizcilerin kendileri tarafından kullanılan sözcükler; sanki bir teklifi reddetmek, ahlakçılık yapmak demekmiş gibi (“hayır” diyor çünkü o bir namus kumkuması, gibi). Eğer bir teklifi reddediyorsan veya tekrarlanan ve istenmeyen tekliflerden “taciz” diye bahsediyorsan ahlakçı oluyorsun.
Elbette buna, daha neler, diyebilirsiniz.
Cinsel taciz yasalarının getirilmesiyle ilgili şu açıklamayı ele alalım sadece: “Cinsel taciz konusunda, politik doğruculuk ve kınama kılığına girmiş o eski Viktoryen ahlaki paniği görüyoruz”. Bu metinde cinsel tacize iki kez atıf yapılıyor ve her ikisinde de, o olmasaydı keyfi sürülecek özgürlükleri kısıtlayan bir tür ahlakçılık olarak (cinsel tacizin, kısıtlamaya niyet etmek olarak, kınamak için gündeme getirilmesi).
Başladığımız yere geri dönüyoruz; eşitliğin işletmecilikle, tepeden inme ahlaki normların dayatılmasıyla özdeşleştirilip ortadan kaldırılmasına. Böylece feminizm, kuraldışı bedenleri işletmenin bir tekniği olarak görülür ve işletmeyle bağdaştırılır; tıpkı kuraldışı bedenlerin bir sonucu olarak görülüp pazarla bağdaştırılabildiği gibi. Feminizmi itibarsızlaştırmak için kullanılan tekniklerin erkek iktidarı meşrulaştırmak için kullanılanlarla aynı olması şaşırtıcı değildir. Burada sözü edilmeden olduğu gibi bırakılması lazım gelense elbette şudur: Bazılarının özgürlüğü, ötekilerin özgürlüğünün kısıtlanmasına dayanır. Tacizin dillendirilmesinin kendisini özgürlük üzerindeki bir dayatma olarak çerçevelemek sayesinde, o kadar çok taciz vakası meşrulaştırılıyor ve yeniden üretiliyor ki. Ve şiddetin bir hak ve bir özgürlük olarak anlaşılması sayesinde, öyle çok şiddet vakasının (ev içi şiddet gibi) şiddet olmadığı söylenebiliyor ki: “Bu şiddet değil, bu zor kullanmak değil, benim bir hakkım var (senin bedenin üstünde).”
Biz tarihe karşı mücadele ediyoruz; duvarlara karşı.
Cinsel taciz, akademik kültürün içine gömüldüyse veya akademik kültürün kendisi haline geldiyse, demek ki biz bazı kadınların başvurdukları ve kabul aldıkları halde hala üniversiteye erişememelerinden bahsediyoruz. Cinsel taciz bir erişim meselesidir. Cinsel taciz bir eşitlik meselesidir. Cinsel taciz bir toplumsal adalet meselesidir. Kurumu kurtarmak için kurumu terk etmeye mecbur kalan kadınlar hakkında konuşuyoruz.
Kayıp kadınlar hakkında konuşuyoruz.
Neden bahsettiğimizin farkında giderek daha çok vardım.
Kimden bahsettiğimizin.
Üniversitelerdeki taciz hikayelerini toplayan önemli bir blog olan Strategic Misogyny’ye burada atıfta bulunabiliriz ve bulunmamız da gerekir. Bu hikayeleri duymaya, onların kolektif bilgeliğini dinlemeye ihtiyacımız var. Farklı paylaşımlar, tacizin nasıl hissettirebildiğini ve ne yapabildiğini ayrıntılarıyla betimler. Ve iktidarın çevreye yayılmadan da işlevini sürdürebildiğini öğreniriz. Akademisyenlerin öğrenciler üzerindeki devasa iktidarıyla ilgili bu paylaşımları okumak, bize şunları hatırlatır: Öğrencilerin ödev ve sınavlarının notunu onlar veriyor; kapalı toplantılarda öğrencilerle ilgili tartışmaları onlar yapıyor; fonlamaya karar veren komitelerin başında onlar var; kişisel bilgiler içeren gizli dosyalara onlar erişiyor. İktidarın bir kipliği olarak “üzerindeki iktidar”ı (power over) tanımak çok önemlidir.
Rıza dilinin (ve onun eşlikçisi “inat”ın) durmaksızın uygulanmasını işte bu bağlamda sorgulamak zorundayız. Eğer rıza isteyen kişinin sizin üzerinizde iktidarı varsa (etkisiyle bir geleceğe karar verme, bir kapının açık olup olmayacağına karar verme iktidarı), rıza vermek veya rızayı esirgemek ne anlama gelir? Burada tüm rızaların zorlama olduğunu söylemiyorum; asimetrik iktidar ilişkileri bağlamındaki rızanın, iktidarın suiistimal edilip edilmediğinin ortaya konması için sağlam bir zemin oluşturmadığını söylüyorum. Tam da bazılarının ötekiler üzerinde o kapıyı açıp kapamalarını sağlayan bir iktidarları olduğu içindir ki, bizim sınırlara, kurallara ve normlara ihtiyacımız var. Üniversitelerde o kadar çok iktidar suistimali, inat ve rızanın liberal dilinin liberal olmayan kullanımıyla meşrulaştırılıyor ki. İnatçı Özneler’de savunduğum gibi, istekli olmamanın bedeli çok ağır olduğunda, bazıları istekli hale gelebilirler. İsteksiz olmak, bırakın ilerlemeyi, hayatta kalmak için ihtiyacınız olan kaynaklara erişmenizi sağlayan bir gruptan atılmak anlamına gelebilir. İsteksiz olmak, frijit diye veya (daha da beteri) bir feminist diye seslenilmek anlamına gelebilir. Bu adların bedelleri vardır. İstekli olmak, bu bedellerden kurtulmanın bir yolu olabilir.
Burada ne olup bittiğini duyumsayabiliyoruz. Üniversitelerdeki cinsel tacize meydan okumak süpürülüp ve savuşturulabilir; sanki meydan okumanın kendisi, işletmeciliğin veya neoliberalizmin ürünüymüş gibi. Bu da yalnızca akademik özgürlükleri kısıtlamak, akademik anlaşmazlıkları cezalandırmak için tutulan bir yolmuş gibi.
Tarihsel öğretmen-öğrenci ilişkisi içine gömülmüş iktidar tersine çevriliyor.
Burada neyin tehlikede olduğunu duyumsayabiliyoruz. Neoliberalizm ve işletmecilik eleştirileri, sahip oldukları iktidarı suistimal edenler için faydalı araçlardır. Tacizle suçlananlar diyebilirler ki, veya en azından ima edebilirler ki; pratiklerine meydan okuyan öğrenciler tüketici gibi davranmakta, sansürcü, fazla-hassas olmakta veya sadece şikayet edip durmaktadırlar. Kendilerini ister işletmeciliğin isterse pazarlaştırmanın kurbanları olarak konumlandırabilirler. Neoliberalizm eleştirisi, asıl bedeli tacizle suçlananların ödediğini ima etmek için kullanılabilir.
Taciz akademik özgürlüğün bir ifadesi olarak işte böylece meşrulaştırılabiliyor.
Durduğumuz yer işte burası, mücadele ettiğimiz şey işte bu.
Düşmanca kurumlarda hayatta kalmak için savaşan öğrencileri desteklemeli, yalnız bırakmamalı ve onların yanında durmalıyız.
Bizim işimiz bu.
Çeviri: Yonca Cingöz
Bu makale Haziran 2015 tarihinde feministkilljoys‘da yayınlandı.
[1] Burada akademinin yalnızca erkeklere açık olduğu dönemden beri kullanılan “don” unvanı kullanılıyor. Kökeni İspanyolcada 16. Yüzyılda “lord, efendi” anlamına gelen sözcüğün Oxford sözlüklerindeki güncel tanımlarından bazıları şöyle: fark edilebilir bir erkek; pozisyon veya önem sahibi kimse, bir lider, birinci sınıf erkek; İngiliz üniversitelerindeki gündelik konuşma dilinde, bir kolejdeki bir başkan, üye veya okutman; İspanyol centilmen; yüksek mevkideki mafya üyesi. Çeviride “öğretim üyesi bey” ile karşılandı. Ç.N.
[2] Bunu okuduğumda ürpermiştim. Akademik kariyerimin en ağır deneyimlerinden biri, Cambridge’de bir kolejde düzenlenen şarap gecesine katılmaktı. Pahalı şarap şişeleri birbiri ardına açılırken orada oturup “tasarruf” üzerine düşündüğümü hatırlıyorum; bizim “kemerlerimizi sıkmamızın” bazılarının doymak bilmezliğine nasıl olanak verdiğinin farkına, kendi mide çukurumda vardığımı. Neoliberalizm eleştirilerinin, elitizmi, “kitleler”e duyulan nefreti ve katılımın artması yüzünden standartların düştüğü algısını nasıl maskeleyebildiğini de not düşelim.
[3] “Want” (istemek) fiilinden türeyen ve “kusurlu, noksan, yoksun” gibi anlamlara gelen “wanting” kelimesi kullanılıyor. Ç.N.
[4] İlginçtir, bir beyaz erkek akademisyenin bir İşgal Et [Occupy] eylemi sırasında “üniversiteyi sömürgelikten çıkarmak”la ilgili bir soruya şuna benzer bir cevap verdiği kaydedilmiştir: “Konumuz eğitim, demokrasi değil: Ne öğreteceğimize biz karar veririz”. Sağolsun, savunulan demokrasinin çoğu zaman nasıl bir ilüzyon olduğunu bize açıkça gösterir: Demokrasi diye savunulan şey çoğu zaman despotizmdir.
[5] “Teslimat”, “sevkiyat”, “servis”, “verme”, “konuşma tarzı” gibi farklı anlamlara gelen ”delivery” sözcüğü kullanılıyor. Ç.N.
[6] “Para yatırmak”, “yatırım yapmak”, “güvenmek”, “bel bağlamak”, “üzerine yığılmak” gibi farklı anlamlara gelen “bank on” deyimi kullanılıyor. Ç.N.
[7] İnsanat Bahçesi (Human Zoo), beyaz-olmayan insanların sergilendiği bir tür “hayvanat” bahçesidir. Erken örnekleri dışında esas olarak 1870’lerden 1950’lerin sonuna kadar Belçika, Hollanda, İspanya, Macaristan, Almanya, İsveç, İtalya, ABD’de düzenlenen bu mekanlarda, Afrika’dan getirilen binlerce yetişkin ve çocuk “sergilendi”. İnsan bahçelerini yaklaşık 1,5 milyar beyaz insanın ziyaret ettiği sanılıyor. Benzeri insan sergileme örneklerine 20. yüzyılın ikinci yarısı ve 21. yüzyılda da rastlanıyor.
[8] Birleşik Krallık’taki üniversitelerde laddism kültürüyle ilgili büyüyen ve önemli bir literatür var. Örneğin Alison Phillips’in hazırladığı çok faydalı atölyeye bakılabilir.
[9] Tanıştıkları tüm kadınları, çoğunlukla seks yapmak amacıyla, özel hissettirerek baştan çıkaran ancak bir sevgi bağı kurmayan, kısa sürede ve kolayca terk eden erkekler anlamına gelen argo sözcük.