İkili cinsiyet rejiminin kurgusallığına benzer bir doğrultuda bilimsel bilginin rasyonel, tarafsız olduğu iddiası feminist düşünce tarafından eleştirilmiş. Duygular ve deneyimlerin araştırma, bilgi üretme aracı olmasını bu eleştiriye borçluyuz.
“Burada olmamız ve bu sözcükleri sarf etmem, bu sessizliği bozmak ve kimi farklarımız arasındaki mesafeleri aşmak yönünde bir çabadır. Zira bizi hareketsizleştiren fark değil, sessizliktir. Ve bozulması gereken o kadar çok sessizlik var ki.”
Audre Lorde
Feministler olarak feminist yapılar içindeki ilişkilerimizde; sınıf, cinsel yönelim, cinsel kimlik, etnisite, eğitim gibi farklılıklarımızı uzunca zamandır konuşuyoruz. Bu farklar, hayatla kurduğumuz bağı, bakışımızı şekillendiren ve yeniden üreten konumsallıklar olduğu için bizde ve feminist yapılar içinde yarattığı etkilerden azade değiliz. Ben bu yazıda feminist yapılardaki duygulanımlara dair politika yapmanın imkânı peşindeyim. Çünkü duygular, “içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye” sürekli hareket halinde bu konumsallıkların, iktidar ilişkilerinin dolaşımını bedenselleştiriyor. Duygularla kurduğumuz bağı politikleştirmenin, feminist yapılarda yaşadığımız sorunlara yaklaşımımızda yeni bir perspektif sağlayabileceğini düşünüyorum. En nihayetinde, yapılar içinde kiminle/nasıl empati kurduğumuz politik bir mesele. Bu noktayı politikleştirmek ve kolektif deneyimlerimize katmaksa; duygularla kurduğumuz ilişkilenmeleri “duygusal-mağdur” sıfatları ve “suçlama/suçlanma zinciri” dışında konuşmakla mümkün. Amacım duygunun kendisine odaklanmak değil de, kimin duygusu ile nasıl ilişki kurduğumuzu dert edinmek.
Duygular feminizmin hep ilgi alanında olmuş. Bu odak, yaşamın ikili cinsiyetle şekillendirilmiş işleyişinde toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin bir eleştiriyle başlamış. Çünkü toplumsal cinsiyet söylemi; erkeğin rasyonel, kadının ise duygusal bireyler olduğu fikri üzerine kurulu. Patriyarkanın bu tektipleştirici varsayımının beraberinde; kadınların duygusal oldukları için mantıklı kararlar alamadıkları, analitik düşünemedikleri, ayrıntılarda boğuldukları gibi pek çok kalıplaşmış yargıyı beraberinde getirdiğini biliyoruz. Pek tabii bu hikâyenin aslında eşitsiz iş bölümünü meşrulaştıran, doğallaştıran işlevi ortada: kadınlar duygusal olan ev ve bakım odaklı işlerde olmalı, karar mekanizmaları ve teknik işler kadınlara göre değil! Bu tipleştirmenin altüst edilmesini feminist harekete borçluyuz.
Feminist hareketin duygularla ilgili bir başka ilişki odağı da bilimsel bilgiye dair. Bu noktadan sonra duyguların; sadece rasyonel/duygusal ikiliğine hapsedilmediği, savunulduğu, giderek ifade edilmesine alan açılan bir deneyim olduğunu görüyoruz. İkili cinsiyet rejiminin kurgusallığına benzer bir doğrultuda bilimsel bilginin rasyonel, tarafsız olduğu iddiası feminist düşünce tarafından eleştirilmiş. Duygular ve deneyimlerin araştırma, bilgi üretme aracı olmasını bu eleştiriye borçluyuz. Kamusal alana eşit bir şekilde ulaşımı engellenmiş, toplumsal cinsiyet nedeniyle özgüveni kırılmış, kendini ifade etme alanları daraltılmış pek çok kadın açısından duygular ve deneyimler, kendi gerçekliklerini ifade etme aracı olarak görülmüş. Bilinç yükseltme yönteminin temelinde duygular ve gündelik yaşam pratiklerinin yer almasını da buradan anlayabiliriz. Kendilerine, kendi dillerinde ifade alanı açmak için bir araya gelen feministler, duygu ve deneyimlerini konuşurken farklı hayatlarda, patriyarkal sistem nedeniyle ortak deneyimler yaşadıklarını fark ettiler.
Duygularla ilgili bakış, tam da bu noktadan sonra daha politik bir varlık kazanıyor sanırım. Feminist politika ve duygular denilince akla ilk gelen isimlerden Sara Ahmed; sevgi, nefret, korku, utanç ve gurur gibi temel duyguların toplumsal sınırlar ve kimliklerle ilişkisini ortaya koymuştu[1]. Duyguların ne olduğundan ziyade, “ne yaptığı” ile ilgilenen Ahmed, duyguların bedenler arası dolaşımında “biz” ve “onlar” ayrımının izlerini bulur. Hem bireysel hem kolektif olarak bedenlere yapışan duyguların, siyasal olanla bağlarını işaret eder. Irkçılık, milliyetçilik, LGBTİ+ düşmanlığı; korku, tiksinme, nefret, utanç gibi duygular üzerinden bedenler arasında dolaşımdadır. Duygular, basitçe iktidar pratiklerini yeniden üreten başlangıç noktası değildir, dolayısıyla duyguları gerçeğe ulaşmanın bir yolu olarak da görmez. Duygular, bedenler arası ilişkilenmelerin sonuçlarıdır.
Feminist politika ve duygular bağlamında Audre Lorde’un bakışından da bahsetmek isterim. Çünkü Ahmed’in sıkça andığı Lorde için duygular, aynı zamanda politika yapmanın imkanını içerir. Siyah bir kadın olarak öfkesinin, ırkçı tutum ve eylemlere yönelik bir tepki olduğundan söz eder. Katıldığı bir toplantıda beyaz bir kadının kendisine: “bana nasıl hissettiğini anlat ama bunu çok sert bir şekilde söyleme, yoksa seni duyamam” dediğini aktarır. Kadının onu duymasından alıkoyan şeyi, öfkeli ifade biçiminin aksine, bu öfkenin kadının hayatını değiştirebilecek bir mesaj içermesinde görür[2]. Siyah ve lezbiyen bir kadın olarak duygularının beyaz kadınlar tarafından algılanışına dair bu örneği aktarırken aramızdaki farklılıkları ifşa eden susuşlardan bahseder. Lorde için duygular, özellikle öfke, edilgin bir duygu değil, tam da politik varoluşunu yeniden üreten bir direnç alanı olarak tarif edilmişti. Susuşu bozmanın anahtarı, ona göre öfkeden geçer.
Ben de feminist yapılardaki duyguların dolayımına odaklanmak istiyorum. Tam da Lorde’nin bıraktığı yerden, bu yapılar içindeki duyguların dolaşımını politikleştirmek bizim için nasıl mümkün olabilir, bunu merak ediyorum. Burada, Ahmed’in duygulara dair uyarısını da dikkate alarak hareket etmeye çalışıyorum. Kendi başına bir hakikat olarak ele alamayacağımız duyguları, politikanın odağı haline getirip, politikayı “terapiye” indirgemekten kesinlikle söz etmiyorum.
Feminist yapılar ve örgütlerle ilişkilerimiz, bu kolektifler içinde yaşananlar, elbette çetrefilli, çok bileşenli bir konu. Yapılar içindeki krizleri, bu yapılardaki varlığımızı anlamlandırırken duygularımızın dolayımını politikleştirmenin, ya da bu yapılar içerisindeki duygu paylaşımlarını politikleştirmenin işimize yarabileceğini düşünmeye başladım. Çünkü, deneyimlerime ve politik mücadeleme baktığımda şu soruların peşinde olduğumu fark ediyorum: Özel olanı politikleştirmeyi hedefleyen bir mücadele, nasıl olur da örgütlenmelerindeki yapısal sorunları kişisel alana terk ederek çözüm üretemez? Yapıları ve işlevlerini tartışmak yerine, neden kişisel sorunlar ve duyguların bu yapılar içindeki sorunlarda belirleyici roller oynadığını düşünüyoruz? Özel olan politik iken, yapısal sorunları politikleştirmekte neden yetersiz kalıyoruz?
Şüphesiz demek istediğim, feminist yapılara ilişkin hiçbir söz üretmediğimiz değil. Feminist hareket kendini sol yapıların “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışının eleştirisi üzerine de kurmuştu. Ama yine de kırgınlıkların, yapılardan uzaklaşmaların üzerine yeterince söz ürettiğimizi düşünmüyorum. Buradaki amacım “özel olan politiktir” ifadesinin sınırlarını muallak hale getirip, her deneyimi bu ilişkilenme halesine sokmak değil elbette. Aksine, bu çerçeve içinde konuşmaya, paylaşılmaya değer kılınanın iktidarla ilişkisi olup olmadığını sorgulamak. Ki bence feminist politika tam da patriyarkanın, iktidarın yarattığı suskunlukları bozmayı amaç edinen bir ideoloji iken, kendi yapılarına dair bu bozgunculuğu er geç üstlenecek. Feminist ilkelerle bir araya gelen yapılardaki feministlerin ilk edindiği deneyimlerden biri şu olabilir mi? Yer yüzünde yer çekimsiz bir ortamın kendiliğinden olamayacağı gibi, feminist yapılar da elbette hiyerarşisiz alanlar değil. Çünkü çocukluk çağlarımızdan itibaren hiyerarşik yapılar içerisinde hayatımızı sürdürüyoruz, bilerek ya da bilmeden bu hiyerarşileri yeniden üretiyoruz, biz de bundan azade değiliz. Feminist yapılarla ilişkilerimiz tam da bu deneyimle yüzleştiğimizde aldığımız konumla şekilleniyor gibi. Karşımıza bu deneyimin ardından iki seçenek çıkıyor: hayal kırıklığıyla feminist yapılardan uzaklaşmak, ya da “bi dakika feminizm olduğum yerden başlar” deyip yapıları dönüştürmek için mücadele etmek. Dinlenip mola verip geri dönenleri de uğruna mücadele etmeye değer bir şeyler gördükleri bu ikinci kategoriye ekliyorum izninizle[3].
O zaman, birlikte sorular sorarak feminist yapılar içindeki deneyimlerimizin ne kadarının kolektif olduğunu ne kadarının toplumsal iktidar görünümleriyle ilişkili olabileceğini ortaya koyacak olan yine biziz. Bunların sadece bana ait sorular olduğunu da düşünmüyorum. Çoğu kez oturduğumuz masalarda feminizm adına dertlendiğimiz, üzerine konuştuğumuz şeylerin üstüne kendi deneyimlerimi ekleyip sonuçlar çıkarmaya çalışıyorum. Bu noktada aklıma gelen ilk soru şu: Bu yapılar içinde kimlerle empati kurabiliyoruz? Kiminle-nasıl bir dayanışma içinde olduğumuzu belirleyen şey ne? Toplumsal iktidar mekanizmalarının bu ilişkilenmedeki payı ne? Aramızda yakınlık, sevgi ve dayanışma kuran ortaklıkları var eden şeyin bu iktidar mekanizmaları ile ilişkili olduğunu düşünüyorum. Yapılar içinde ortaklaştığımız, yakınlaştığımız, gündelik hayatını merak ettiğimiz yaşamlar da bu mekanizmalar dolayımıyla şekilleniyor.
Kiminle empati kurduğumuz-kiminle kuramadığımızın politikleştirilmesi, bu yapılar içindeki temel meselelerden biri olan gruplaşmaları açıklayabilecek bir anahtar olabilir. Bu yapılar içinde duygularını ifade etme imkanına sahip olanlar ve olmayanlar olarak ayrılıyoruz. Çünkü norma/normale yakın deneyimlerden gelen duygular ifade edildiğinde sarılıp sarmalanıyor. İktidar mekanizmasında daha hakir görülen yaşamlara ait duygular psikolojikleştirilip “özel olanın” sınırlarına itiliyor. Kimilerimiz duygularını paylaştığında, irrasyonel olmak, ayrıntılara takılmak gibi ikili cinsiyet rejiminin kadınlara atfettiği varsayımlardan kurtulabiliyor, böylece duyguları politik ve kabul edilir ifadeler olarak görülüyor. Kimilerimizin duyguları ise kişisel, aşırı ve yersiz bulunuyor. Buna bence tam da iktidar mekanizmaları dolayımıyla karar veriyoruz. Konuşulmaya, görülmeye, empati kurmaya değer olan duygular iktidar dolayımlarıyla ilişkili. Böylece, en konuşulabilir olan, duyguları kolektife dahil edilebilir olan, “norm”a en yakın olan deneyimler oluyor.
Yapılar içinde sadece bazılarımızın kaygısı, öfkesi konuşulmaya değer. Öfke her zaman Lorde’nin bahsettiği şekilde mücadelenin başlangıcı kabul edilmiyor. Daha doğrusu aramızda öfkelenmeye hakkı olanlara has görülüyor. Diğerlerine ise öfke karşısında kırılganlık özgülenebiliyor. Bir feminist yapılanma içerisinde kimin kırılganlığının tanındığı, kiminkinin görmezden gelinip patolojikleştirildiği, bireyselleştirildiği elbette politik bir mesele.
Kolektife dair ilişkimizdeki duygular da bu meseleye dahil. Kurulan bağın nerede başlayıp nerede biteceğini, öfke-kırılganlık arasındaki alınganlığı feminist politika açısından yorumlayabiliriz. Alınganlık toplumsal normlardan daha uzak olanların ifade alanlarının kısıtlanmasına dair bastırılmış bir öfke olabilir. Feminist yapılarda kimimizin alınganlığı politik olarak tanınır, kimimizinki tanınmaz ve kişiselleştirilir. Gerçekten alınganlık-öfke konuşamamak halinden ileri geliyorsa gerçekten kimin açık sözlü olma imkânı vardır? Kimin kime karşı açık sözlü olma imkânı vardır? Bu soruların aramızdaki iktidar konumlarıyla bağını kurmaya ihtiyacımız var.
Tam da Lorde’nin bahsettiği gibi bizi hareketsiz kılan şey duygu politikasına suskun kalışımız olabilir. Ya da tersinden, bu suskunluğu bozacak olan yine biziz. Susmaya devam ederken, aramızdaki iktidar konumlarını alt üst etmeden bu yapıları sürdürebilecek miyiz?
Feminizmin; arayış içinde olmak ve sorular sormak imkanına katkı umuduyla…
[1] Sara Ahmed, Duyguların Kültürel Politikası, Sel Yayınları, 2015.
[2] Audre Lorde, Bahisdışı Kız Kardeş, Otonom Yayınları,2020 s.162.
[3] Ben burada kendimce ikili bir kategori geliştirmeye çalışırken bu ikisi arasında hiyerarşik bir farktan bahsetmediğimi ayrıca vurgulamak istedim. Çünkü bence, mücadelenin kendisi gibi vazgeçişler de feminist politikaya dahil.