Sara Ahmed’i Complaint! (Şikâyet) adını verdiği son kitabını yazmaya iten kişisel şikâyet ve tanıklık deneyimleri, kurucusu olduğu Feminist Araştırma Merkezi’nin de içerisinde bulunduğu Goldsmiths, Londra Üniversitesi’nden istifasına dayanıyor. Kampüste tanıklık ettiği cinsel taciz sorununa yönelik, yetkili kişilerin herhangi bir eylemde bulunmaması; kendi deyimiyle, cinsel taciz ve onu çevreleyen sessizliğin her şeye rağmen baki kalması, Ahmed’i üniversitedeki pozisyonundan istifa etme noktasına getirmiş ve bugüne kadar feminist bir kulakla tanıklık ettiği zorbalık, taciz ve istismar deneyimlerini paylaşmaya sevk etmişti. Gücün kötüye kullanılmasını istismar, zorbalık ve taciz aracılığıyla deneyimleyen yüzlerce öğrenci, akademisyen ve yöneticiyle yaptığı görüşmeler sonucunda, Ahmed’in, anlatılan her bir travmatik deneyimin bir şikâyet ve tanıklığa dönüşmesinin ardındaki etkenlerin neler olduğunu zorbalığa maruz kalmış ve oyunbozan[1] dayanışmasına katılmış her bir öznenin görünür hale gelmesine olan inançla biz okuyuculara aktarma gereği duyduğunu düşünmekteyim. Türkiye’de kadınların seslerinin “otoriteler ve üst kurullar” tarafından duyulmamasına, duyulmak istenmemesine, çizilmiş sınırlar dışında kalan her kimliğin görünmez kılınmasına dair her geçen gün şiddetlenmekte olan müşterek ve öfkeli tanıklığımızın, Ahmed’in şikâyetler hakkında kaleme aldığı kitabının sunmakta olduğumuz bu parçası vasıtasıyla, birbirimizin deneyimlerine kulak vermenin, “çoğunluk” bizleri duymamaya böylesine kararlıyken, cesaretimizin ve geçmişi silip atmak yahut baskılamak yerine, şikâyet hikâyelerimizi diğer oyunbozanlarla paylaşmamızın hayati öneminin bir kez daha farkına varacağımıza ve bu farkındalığın mücadelemizi daha da güçlü kılacağına tüm kalbimle inanıyorum. Keyifli okumalar!
Sara Ahmed
Kimin için yazdığımı biliyorum. Gerçeği iliklerinde hissedenler için yazıyorum. Daha önce orada, o acı verici yerde—şikâyet, bulunduğumuz yahut bulunacağımız bir yer olabilir—bulunmuş olanlar için yazıyorum; bu tarz şikâyetleri, yani gücün kötüye kullanılmasına ve kurumsal şiddete yönelik şikâyetleri yoldaş görenlere yazıyorum. Birilerini herhangi başka şeylere ikna etmek için yazmıyorum. “Zaten dindar olana vaaz vermek” deyimi, bir şeyleri betimlediği kadar gözden de kaçırıyor da; bu imâyı anlıyorum, “anlamış” olanlarla konuşmanın gereksiz olduğu ve iletişim kurmanın tek amacının hâlihazırda “anlamamış” olanlara bir şeyleri “anlatmak” olduğu fikrini. Fakat ikna etmek ya da fikirleri dönüştürmek benim ilgimi çekmiyor. Eğer bu hikâyelerin gerçekliğini “anlamıyorsanız”, bu kitap sizin için değil demektir. Anlattığımız hikâyelere ikna edilmesi gerekmeyen insanlarla iletişim kurabilmenin de bir manası var. Gerçekliklerimizi, deneyimlerimizi paylaşmalı, onları büyütmeli, tanımalı ve onların yanında durmalıyız. Bu kitabın onlarla birlikte orada, sizinle birlikte orada olmasına, yan yan durmasına ihtiyacım var.
Şikâyet deneyimlerini, hikâyelerini benimle paylaşan herkese tekrardan teşekkür ederim. Tekrardan teşekkürler şikâyet kolektifi, ortaya attıklarınız, benim de atlatmama yardım ettiğiniz için.
Bu minnettarlığımı ifade edebilmek adına, kitabımın giriş bölümünden “Bir Tanıklık Biçimi Olarak Şikâyet” adlı kısmı, sizlerle paylaşıyorum.
Oyunbozan dayanışmasıyla, sevgiler
Sara x
Şikâyet hikâyelerini nasıl duyduğumuz önemli. Duyduğum şeyi nasıl tarif etmeli? Bu kitabı tasarlamaya başladığımda, önceki çalışmalarımda kullandığım yarı yapılandırılmış röportaj yöntemini izlemeyi, benzer sorular üzerinden gitmeyi düşünüyordum. İlk görüşmem için benimle iletişime geçen bir görüşmeciyle buluşmamı hatırlıyorum. Hazırladığım soruları özenle bir kâğıda geçirmiştim. Görüşme yüz yüzeydi ve görüşmecinin çalışmakta olduğu üniversitede gerçekleştirilecekti. Görüşmenin ilk dakikalarında fark ettim ki, hazırladığım soruların hiçbiri işe yaramayacaktı. Şikâyetler, alelade sıralanmış bir dizi soru için bile fazlasıyla dağınık olma eğilimindeydi. İkinci görüşmeden itibaren, insanlara yalnızca başlangıç için fazlasıyla genel bir soru yöneltmeye başladım: Kendilerini şikâyette bulunma fikrine iten deneyimleri ve eğer sonunda hakikaten şikâyette bulundularsa, bu şikâyette bulunma deneyimlerini paylaşmalarını istedim. Hikâyelerin kendiliğinden, oldukları gibi, istedikleri sırada ortaya çıkmalarını hatta dökülmelerini istiyordum. Ondan sonra görüşme yapmakta olduğum insanlarla diyaloga girme, karşılıklı konuşma imkânı oluyordu çünkü benim de şikâyette bulunma deneyimim vardı.
Zamanla, bu konuşulanların mülakattan ziyade tanıklık, şahitlik etme durumu olduğunu düşünmeye başladım. Tanıklığın bir anlamı, mahkeme önünde verilen sözlü ya da yazılı ifadelerdir. Bu bağlamda tanıklığın amacı, delilleri sunmaktır; ne olduğunu ortaya koymak, gerçekleri ve doğruları ifade etmek için tanıklığa başvurulur. Tanıklık aynı zamanda bir yanlışı, adaletsizliği veya kötülüğü ortaya çıkarmak için ihtiyaç duyulan şeydir. Shoshana Felman “tanıklık süreci”ni “bir krize ya da travmaya şahitlik etmek” olarak tanımlar (1992, 3). Bana anlatılanların çoğuna bu tanıklık atmosferi hakimdi; anlatılar bir kriz ya da travma üzerine verilmiş ciddi ifadelerden oluşmaktaydı. Şikâyette bulunmayı gerektiren, genelde bir kriz ya da travmadır. Aynı zamanda şikâyet, travmanın ya da krizin bir parçası hâline de gelir. Bir şikâyet tanıklığı, bize şikâyetin nesnesine dışsal olmadığını gösterebilir. Bir şikâyette bulunurken, halihazırda şahitlik etmeye, bir delil sunmaya çağrılmışsınızdır. Bir şikâyete tanıklık etmekse, bir şahitliğe, ya da Shoshana Felman’ın tabiriyle “şahitlik etme sürecine” tanıklık etmektir. Şikâyete tanıklık etmek çifte tanıklıktır. Bir tanıklık deneyimine şahitlik ediyorsunuzdur; fakat aynı zamanda bu deneyimin de ötesindedir tanıklık ettiğiniz şey.
Bu yüzden tanıklık, anlatıların içinde bulunan bir şey olduğu gibi, onların biçimleniş şeklidir de. Bu anlatılara ulaşma sürecinde, anlatılanların hepsine birlikte ulaşmak önemli bir yer tuttu. Anlatıları tanıklık olarak duymak, anlatılanların bir araya geldiklerinde bize bir deneyime tanıklık etme, ortaya çıkanı gösterme, şikâyetlerin çoklukla gizli ifa edilmesi sebebiyle genelde gizli kalan şeyleri ortaya çıkarma alanı açtığını duymaktır. Ben de tanıklık etmeye çağrılmıştım. Benim de çağrılmış oluşum, şikâyet üzerine araştırma yapmanın birçok etik çelişkisine işaret ediyor. Bir şikâyete tanıklık etmek, bizi şikâyette bulunmaya vardıran olaylara, şikâyette bulunduğumuzda karşılaştığımız tutumlara, yani çoğu zaman travmatik bir deneyime tanıklık etmek anlamına gelir. Bunun farkında değil değildim. İnsanlara, acı deneyimlerini paylaşmaları için bir alan sağlamanın riskli ve çetrefil olduğunu biliyordum. Bu, tanıklık edeni nasıl etkileyecek, deneyimlerini paylaşmak onları nasıl bir noktaya getirecekti? Kendi şikâyet deneyimim, pozisyonumdan ayrılmak zorunda kalmış olmamın travmasına karışmış hâldeyken başkalarının şikâyetlerine tanıklık etmek beni nasıl etkileyecekti? Şikâyet deneyimlerini benimle paylaşanlara karşı bir araştırmacıdan öte, yaşayan bir varlık, bir insan olarak benim ne tür bir sorumluluğum vardı? Etik, etik sorgulamayı canlı tutmayı gerektirir.
Görüşme yaptıklarımın çoğu, geçmiş deneyimlerinden bahsediyordu. Geçmişte yaşanmış bir travmadan bahsetmek, o travmayı şimdiki zamanda mevcut kılabilir. Bir doktora sonrası araştırmacısı, tanıklığına “Hatırladığım şey, nasıl hissettiğim,” diyerek başlamıştı. Bir hatıra bir duyguya dair olabilir; bir hatıra bir duygu olabilir. Hatırladığımızda, geçmişi şimdiki zamanda var ederiz; şimdiki zamanı var ederiz. Geçmiş, ortama bu duyguyla, bu duygu yoluyla girebilir. Konuştuğum her bir insan için, olabildiğince güvenli hissettiren bir alan ve zaman yaratma konusunda büyük bir sorumluluğum vardı ve hâlâ da var. Bazı şeyler her zaman doğru gelmiyordu; her şeyi her zaman doğru yapamıyordum. Fakat belki de asıl önemli olan çaba göstermekti, ve bu çaba ortak bir çabaydı. Her bir tanıklığı takip eden, şikâyette bulunmuş olmanın bize ne yaptığına ve nasıl hissettirdiğine dair konuşmalarımızı, bu çabayı ortaklaştırma biçimimiz olarak düşünüyorum. Şikâyette bulunmak, kırılganlığınızı arttırdığı gibi sorumluluk hissinizi de pekiştirebilir; böylesine parçalayıcı deneyimleri paylaşmanın ne kadar zor ama aynı zamanda ne kadar elzem olduğunun, zor olanın elzem olana ne kadar yakın olduğunun farkındasınızdır.
Parçalanmak her zaman içinden konuşabileceğimiz bir konum değil. Ben, benimle konuşmak isteyen herkesle konuşmadım. Bazı insanlar bir şikâyet süreci devam ederken benimle konuşmak istedi. Çoğu zaman bunun neden iyi bir fikir olmadığını açıklayıp nispeten daha gayri resmi bir ortamda iletişime geçme teklifinde bulundum. Bir seferinde, benimle konuşmak isteyen birinin tanıklık deneyimini almamaya karar verdim çünkü o anda benim ona veremeyeceğim türden bir desteğe ihtiyaç duyduğunu düşündüm. Terapi ya da rehberlik desteği sağlayamayacağımın farkındaydım. Yapabileceklerimin sınırı belliydi. Ben bir dinleyiciydim. Görevim buydu. Anlatılanları dinlemek, bütün mesele buydu. Fakat elbette dinlemek, esas mesele olsa bile, hikâyenin sonu değildi. Bu hikâyeleri yalnızca dinlemem değil, paylaşmam da talep ediliyordu. O yüzden, bana aktarılan bu şikâyetleri anlatıldıklarından farklı bir şekilde, ancak nasıl anlatıldıklarına sadık kalarak paylaşmam önemliydi. İnsanlardan şikâyetlerini benimle paylaşmalarını bu şikâyetleri kendime saklayayım diye istemedim. Bir evrak dolabına dönüşmek değildi niyetim. Hâlihazırda gereğinden fazla evrak dolabı var zaten.
Bu deneyimler, okuyuculara, dinleyicilere, diğer şikâyetçilere ulaştırayım diye bana anlatıldı. Bunları güvenilir şekilde aktarmanın yolunu aradım. Bu kitapta paylaştığım malzemenin çoğunun kaynağının gizli kalması gerekiyor—bunları aktaranların birçoğu, gizlilik anlaşması imzalamış olsun olmasınlar, eğer kimlikleri aktardıkları deneyimden anlaşılırsa hayatlarında ve kariyerlerinde doğabilecek sonuçlardan korkuyor. Bu kitap, birçok farklı tanıklıktan fragmanlar sunuyor. Fragman, bir şeyin keskin bir parçasıdır. Her alıntı keskin bir aydınlanma parçasıdır. Bir şikâyet, parçalayıcı olabilir; parçalanmış bir sürahi gibi, parçalara ayrılabiliriz. Kitapta, bu parçaları, bir şeyler sanki kırılmamış yanılsaması yaratmak için değil, her bir parçanın keskinliğinden, birbirlerine nasıl uyduklarından bir şeyler öğrenebilelim diye bir araya getiriyorum.
Anlatının bir parçası, bir parça olarak anlatı. Böyle hikâyeleri nasıl anlatmalı? Görüştüğüm kişilerin çoğu, hikâyelerini anlatmanın ne anlama geldiğini anlattı. Nereden başlayacağımızı kestirmek zor olabilir. Bir şikâyet hikâyesini anlatmaya nereden başlayacağımızı kestirmek zor olabilir, çünkü şikâyetin kendisinin nerede başladığını kestirebilmek başlı başına zordur. Zorbalık ve taciz hakkında şikâyette bulunan kıdemli bir araştırmacının tanıklığının açılış sözlerini paylaşmama izin verin:
Bu hep ve hâlâ, fazlasıyla karmaşık, fazlasıyla zor ve fazlasıyla üzücü; yalnızca nereden başlayacağına karar vermek bile öyle. İşin ilginci, daha başladığım anda duyguların içimde yükseldiğini hissedebiliyorum ve ondan sonra tek yapmak istediğim ağlamak oluyor. Ama iyi, profesyonel ve düzgün bir imaj çizmeliyim, bu yaşadığım şeyin beni etkilemesine izin vermemem gerektiğini biliyorum, bunun hakkında sanki benimle alakası olmayan bir şeymişçesine konuşmalıyım. Fakat böylesine benden bir parça hâline gelmiş bir şeyi ortaya sunmak için neden bu kadar çaba gösterdiğimi anlayamıyorum.
Duygular hikâyeyi anlatırken kendilerini gösterir; duygular bir hikâyeyi anlatmayı zorlaştırır. Bir şeyi anlatmak için çaba sarf edersiniz çünkü artık o sizin bir parçanız hâline gelmiştir, çünkü anlatacağınız o şey sizin için önemlidir; yapabilecekleriniz, olabilecekleriniz için önemlidir; fakat bir yandan da bu önem o şeyi anlatmanızı zorlaştırır.
Nasıl kendinizi bir deneyimi paylaşacak kadar toparlarsınız, söz konusu deneyim bir parçalanma deneyimiyse? Neden kendinizi toparlamanız gerektiği hakkında konuşursunuz; nasıl kendinizi toparladığınız hakkında konuşursunuz. Dağılma anları yine olur, bir şeyler size battığında, derinizin altına girdiğinde. Yukarıda bahsettiğim kişi, bağımsız bir soruşturmanın sonuçlarının eline geçişini şöyle tarif ediyor:
Raporun çıkardığı sonuç, çatışmaya aktif olarak katılmış olduğum ve işi tekelleştirdiğimdi. Bu kelime: “Tekelleştirmek”. O kadar öfkeli ve kızgındım ki. Benden yalnızca vazgeçmemişler, aynı zamanda işi tekelleştirdiğimi söyleyerek suçu da bana atmışlardı. Ve olan oldu: Aklımın içinde durmadan şu dönüp duruyor: İşi tekelleştirdim, tekelleştirdim, tekelleştirdim. Bu kelime beni herhangi bir şey yapmaktan alıkoyuyor; bir şeyler yazmaktan, bir metin ya da makale kaleme almaktan. Ne yapıyorum ben: Yine bir şeyleri tekelleştiriyor muyum; yaptığım şeyden keyif almaya nasıl cüret edebilirim, kim olduğumu sanıyorum, hiçbir şey değilim, işlerim iyi olabilir fakat ben iyi değilim, bütün bu düşünceleri çok, çok; çok can yakıcı bir şekilde, tamamen içselleştirdim.
Bir durumda nasıl hissettiğimiz, o durumdan öğrendiğimiz şey olabilir. Derimizin altına giren, bize batan şeyi öğreniriz. “Tekelleştirme” kelimesi, ona batıyor; bu kelime ona yapıştığında, kendisi olduğu yere yapışıyor, yazı yazamaz, işini yapamaz hâle geliyor. Kelimeler yüklüdür; sorunun kendiniz olduğunu hissetmeye itilebilirsiniz; siz sorunsunuzdur.
Kelimeler benlik duygunuza, özdeğer duygunuza çentik atabilir. Kelimeler, adaletsizliklerin ağırlığını taşıyabilir; bir geçmişi aktarabilirler. Böyle bir geçmişi içselleştirmek can yakıcı olabilir, “çok, çok; çok can yakıcı.” Bir şikâyeti aktarırken kullandığımız bu kelimeler, bize batan kelimelerle aynı olabilir, “tekelleştirmek” gibi. Siyah bir feminist öğrenci, kendisine batan kelimenin “mantıksız” olduğunu söyledi. Aklına yapışıp kalabilecek pek çok kelime vardı; diğer insanların onu öfkeli siyah bir kadın olarak algıladıklarının farkındaydı fakat ona batan ve kendini sorgulamaya iten o kelimeydi: “Durmadan sorguluyorum, mantıksız mı davranıyorum?” Bir kelime size uymasa da, sizi o kelimeye uyup uymadığınızı sorgulamaya itebilir. Kelimelerin batması deneyimini paylaşabiliriz, batan kelimeler birbirinden farklı olsa bile. Bulunduğu ülkenin yerli halkına mensup bir akademisyen, yerleşimci/beyaz kesim mensubu meslektaşlarından gördüğü ırkçılığı anlatırken, bölüm başkanının kullandığı bir kelimeyi şöyle tarif etti:
Bölüm başkanı birçok şeyden bahsederken devamlı bu kelimeyi kullanıyor, ancak özellikle yılsonu değerlendirmelerimde ve diğer toplantılarda bu kelimeyi, uygunsuz kelimesini, sıklıkla beni tanımlamak için kullanıyor. Bu kendimi bir merceğin altına koyup incelememe ve eleştirmeme neden oluyor. Ne şekilde uygunsuzum, bu ne anlama geliyor, onun bende gördüğü şey ne, o şeyi nasıl tanımlıyor?
Uygunsuz kelimesinin bu tekrar edilişinde insan, başkalarının kendisini nasıl duyduğunu duyabilir. Ve bu duyulan, altında kendinizi gördüğünüz bir mercek haline gelebilir, uygunsuz hissedebilirsiniz, ya da ne şekilde uygunsuz olduğunuzu sorabilirsiniz, ya da uygunsuz olmanın ne anlama geldiğini sorgulayabilirsiniz; o bunu nasıl tanımlıyor, o sizi nasıl tanımlıyor. Şikâyette bulunanları dinlerken, nasıl farklı kelimelerin bize batabildiğini dinliyorum: tekelleştirmek, mantıksız, uygunsuz.
Kulağın feministleşmesi, bu tür kelimelerin keskinliğine duyarlı hale gelmektir; neyi nasıl işaret ettiklerine, kimi işaret ettiklerine duyarlı hale gelmek. Bir şikâyetçi olarak algılanmak, genelde sese, kendi sesimize, kendi sesimizin başkalarının kulağına nasıl geldiğine, kelimelerin, hikâyelerin kulağa nasıl geldiğine duyarlı hale gelmektir. Görüştüğüm insanların çoğu, hikâyelerini anlatmanın fazla uzun sürmesinden endişeliydi; devamlı çok vaktimi aldıkları için özür dilemelerinden belliydi bu. Acele etme, deyip duruyordum, bana anlatman gereken şeyi anlatmak için ne kadar zaman gerekiyorsa gereksin. Birçoğu hikâyelerini kısaltmaları, bazı kısımları kesip atmaları gerektiğini söylüyordu çünkü hikâye ne olursa olsun ona ayırabileceğimizden daha fazla vakte gerek duyacaktı. Bir görüşmeci, sohbetimiz boyunca yedi kez “uzun lafın kısası” deyimini kullandı; anlatılarda çok fazla kesinti, çok fazla kısaltma var; hikâyenin uzunluğuna, zamana, enerjiye dair çok fazla kaygı var.
Bir başkası, yaşadığı birden çok şikâyet deneyimini bana aktarmanın kendisini bu deneyimlerin içinden bir kez daha geçirdiğini anlattı. Eğer şikâyette bulunmanız gereken birden çok durumla karşılaşırsanız, birden çok şikâyette bulunur ve birden çok şikâyete sahip olursunuz. Fakat bunu, yani çokluğun karşınıza bir ölçüt olarak çıkacağını bilseniz bile, bunun kulağa nasıl geldiğinden, kulağa nasıl geldiğinizden endişelenebilirsiniz:
İlk seferle bu sefer arasında epeyce değiştim. Kulağa defalarca trafik kazası geçirmiş biri gibi geldiğimin farkındayım, sonra şu oldu sonra bu oldu filan. Meselenin özü böyle, ama ben bu hikâyeyi, yani bu hikâyenin bütününü daha önce hiç anlatmadım, çünkü anlattıklarımın kulağa öyle biriymişim gibi geldiğini biliyorum ve kulağa öyle biri gibi geldiğim o pozisyona güvenmiyorum.
Bütün hikâye, bir çarpmanın hikâyesi olabilir. Hikâyede duyabildiğim, bir dalga misali bana iletilen, zor, acı verici, travmatik bir şey aksettiren çarpmalar var. Bu hikâyeyi anlatabilmek için, bütün hikâyeyi, bir şikâyetin hikâyesini anlatabilmek için bir alana ihtiyaç duyabiliriz; güvenli bir alana çünkü anlattığımızın kulağa nasıl geldiğinin, kulağa nasıl geldiğimizin farkındayızdır; insan kendini bir araba kazası gibi hissedebilir, şikâyet bir hayata çarpma biçimi olur. Şikâyet kelimesinin kendisi kulağa bir çarpma, bir çarpışma gibi gelebilir; bir şeyin kırılırken çıkardığı gürültü gibi. Şikâyet kelimesi (complaint) eski Fransızcada ağıt yakma anlamına gelen complaindre’den, yani kederin ve yasın bir ifadesinden türemiştir. Ağıt (lament) ise Latince lamentum’dan gelir, yani “feryat, inilti, ağlamak”. Şikâyet, güce ve iktidara meydan okuyanların nasıl birer olumsuzlama alanı hâline geldiğini anlatır: Şikâyet etmek, içinde olumsuz bir hissiyat taşıyan—sızdıran—bir kap haline gelmeye denktir, konuşmaksa bir taşma anına. Bir şeyi yoğunluğu sayesinde duyabiliriz. Complaint! kitabının başlığındaki ünlem işareti, benim ne duyduğumu, bir şikâyetin nasıl bir yoğunluk, bir vurgu, sivri bir nokta, acıyan bir yer, yükselen bir ses, bir çığlık ve bir parçalanma olarak duyulduğunu göstermenin bir yolu.
Olumsuzlama büyük bir sansasyondur.[2] Şikâyet (complaint) kelimesi, çarpmak ya da göğse vurarak ağıt yakmak anlamına gelen illet (plague) kelimesiyle aynı kökü paylaşır. Şikâyet hastalıklı bir konuşma olabilir. Hastalığa tutulan şey beden olabilir. Kitapta sözlü ve yazılı olarak benimle paylaşılan deneyimleri birer tanıklık olarak ele alırken, şikâyeti başka şekillerde yapılan bir tanıklık, bir şeyi ifade etme yolu olarak da kabul ediyorum. Eğer beden, bir şikâyeti ifade edebiliyorsa, bedenin kendisi bizatihi bir şikâyet tanıklığı olabilir. İfade etmek (express) fiili bastırmak, baskı yapmak (press) fiillerinden türemiştir; bir ateşi bastırarak söndürür gibi, ifade etmek. İfade (expression) kelimesinin evriminden bir şeyler öğreniyorum. Kelimenin bir şeyi söze dökmek, akıldan geçeni dışa vurmak anlamına varmadan önceki ara manası, kilin “baskı uygulanınca bir resmin şeklini alması”ymış. İfade, bir şeylerin baskı uygulandığında aldığı şekil olabilir. Bu kitapta bir araya getirilmiş deneyimlere dair benim yaklaşımım, bu şekilleri odağa almak; baskılanana, taşana, sızana, ağlayana kulak vermek. Complaint!’te taşma anlarını konuşmanın kendisi olarak duyuyorum.
Dil sürçmesine odaklanmak bir yöntem olabiliyorsa, taşma da bugüne kadar ortaya konan çalışmalar arasında bir bağ olabilir. Alexis Pauline Gumbs’ın, Hortense Spillers’ın eserlerine ve bilgeliğine bir övgü mahiyetindeki Spill: Scenes of Black Feminist Fugitivity kitabı aklıma geliyor. Gumbs, Spillers’in sözlerini, taşanları, bir kaptan taşan sıvı gibi taşan kelimeleri, bir şeyleri taşıran biri olmayı, sevgi ve özenle kucaklar.[3] Taşma, bir kabın kırılması, bir anlatı, “kapılar açılır ve herkes içeri girer”mişçesine (2016, x1) bir anlatma tarzı olabilir. O halde, taşma, uzun süren bir doğum gibi, bir şeylerin içinden çıkma süreci olabilir. Taşan şey bir hikâye de olabilir, bu da demektir ki bir hikâye bir şeylerin içinden çıkma süreci ya da hikâyeyi ortaya çıkarma süreci olabilir.
Çeviren: Esril Bayrak
Bu yazının orijinali 7.12.2020 tarihinde feministkilljoys sitesinde yayımlanmıştır.
[1] ç.n “Oyunbozan feminist” terimi, Ahmed tarafından Mutluluk Vaadi (Sel Yayınclık, 2016) kitabında betimlediği, Batı’nın kurguladığı bir mutluluk anlatısı düzenini sorgulayan, ters yüz eden norm-dışı kadınları tanımlamak için kullanmaktadır. Mutluluk anlatısını sekteye uğratan mutsuz queer, kızgın siyah ve melankolik göçmen kadınlar, “oyunu bozar” ve Ahmed’in tabiriyle hayata, ihtimale ve fırsata yer açar. Ahmed burada aynı zamanda yazının yayınlandığı feministkilljoy websitesine de gönderme yapmakta.
[2] ç.n Sara Ahmed İngilizcede sensation kelimesinin sansasyon ve hissiyat şeklindeki ikili anlamı arasında bir kelime oyunu yapıyor.
[3] ç.n. Sara Ahmed yazının orijinalinde, bu paragrafta Hortense Spillers’in soyadı, Gumbs’ın kitabının adı (Spill) ve spillage kelimeleri arasında bir nevi kelime oyununa başvurmakta.