Acıdan kaçarak geçirdiğim yıllar, acının bağlamından kopartılmasının aynı zamanda mutluluğu da anlamsızlaştırdığını öğretti bana. Acı olmaksızın mutluluğun “şeyleşmesi”, bireysel bir çabanın ürünü halini alması onu ileride, ulaşılamayan bir hedefe dönüştürdü.

Yaklaşık bir yıldır duygular üzerine hiç düşünmediğim kadar düşündüm. Duygular üzerine düşünmek yetişkin olmanın ilk adımı sayılıyormuş –psikoloji hesapları öyle diyor–. Otuz beş yaşında yetişkin olmaya başlamam da biraz… neyse.

Dolambaçlı yollara girmeden söylemeliyim ki hatırı sayılır bir süredir acı çekiyorum. Nitekim beni yazmaya iten şey anlattığım her şeyin bağlamının çok ötesinde durup bana bakan bu acı. Böyle söyleyince oldukça patolojik geliyor kulağa, çünkü sizler gibi ben de acı çekmekten koşarak kaçan milyonlarca kişiden yalnızca biriyim. Ama tam zamanlı bir mesele değil bu, arkadaşlarımla buluşuyor, dışarı çıkıyor, eğleniyor, çalışıyor ve hayatımı sürdürüyorum. Dışarıdan görünen bir acı değil, ancak yok saymakla ve bastırmakla birlikte hayatın her alanına sızan bir acı.

Önce Sakız’ın, on dört yıl boyunca hayatımı güzelleştiren siyah gözlü sevgili köpeğin ölümünden bahsetmeliyim. Bu yazıyı ona borçluyum. Acının, ıstırabın ve bunun politik anlamlarının zihnimde canlanması hiç haberi olmasa da Sakız sayesinde oldu. O ben bu yazıyı yazarken burada olsa yalnızca gözlerime bakar ve kafasını sevmemi isterdi. Tam şu anda yine içimde bir yerden bana bakıyor.

Hakkında anlatılacak çoğu şey gerçeğin yanında küçücük olacaktır. Büyürken, kendimle, dünyayla kavga ederken; genç bir kadının umut ettiklerinin peşinde koşarken Sakız hayal kırıklığı içinde eve döndüğümde sarıldığım ilk kişiydi. Beni her şeyimle sevmiş, bazı aptallıklarımı görmezden gelmiş, sabahları sadece hayatta olmaktan duyduğu neşeyi ve her gün kokladığı çiçeklerin ona hissettirdiği heyecanı benimle cömertçe paylaşmıştı. Sakız benim en iyi arkadaşımdı. On dokuz yaşından otuz dört yaşıma kadar.

Öldüğünde yaşadığım eksiklik duygusunu tam olarak tarif etmem imkânsız. Bedenimin azaldığını hissetmiştim; sanki bir organım gece ben uyurken içimden (ç)alınmış da ben hangisi olduğunu anlamak için hep yürüyormuşum gibiydi. Sakız’ın içimde nereye denk geldiğini bulursam çözerim gibi gelmişti, hep yürümüştüm. Saatlerce. Nafile bir çabaydı, acı çözülebilecek bir düğüm değildi.

Ansızın bir acılar hiyerarşisi içerisinde buldum kendimi. Beyaz tüylerine rağmen simsiyah gözleri olan Sakız’ın anlam dünyamdaki yeri değildi önemli olan. “Normalin” sınırlarını belirleyen ve acıyı uygun görülen zaman aralığında atlatılması gereken biyolojik bir “süreç” olarak gören, anlamsızlaştıran bu bakışın Sakız için biçtiği süre birkaç aydı. Hızla kaçmam gerekiyordu onun yokluğunun bana hissettirdiği acıdan. Hayatıma adapte oldum. Arada bir yürürken vücudumun azaldığını düşündüm yine. Kimseye söylemedim. Oysa koşup kaçtıkça her gün tek bir gün oldu, her gün onun kaybına çok yaklaştığım bir önceki günkü gibiydi; acı yaklaşıyordu, yaklaşıyordu (…) ve ben o bana çarpmadan ertesi güne geçiyordum işte.

Son bir buçuk yılda, –Sakız’dan sonra– yas tutmam gereken çokça şey oldu. Teyzem öldü, hasta oldum, ardından uzun süreli bir sevgiliden ayrıldım. Hepsinin karşısında durmaya çalışırken ve durduğumu zannederken çok önemli bir şey fark ettim, insanlar acı çeken birini görmekten hoşlanmıyorlar ve bu insanların başında bilin bakalım kim geliyor?  B E N.

Bu yazıyı yazana dek önce acıyla ve onunla bağlantılı bulduğum zayıf hissetme haliyle, dolayısıyla güçle ilgili öğrendiğim ne varsa sorgulamam gerekti. Hâlâ da sorguluyorum ve bir sonuca ulaşmış değilim. Belki de bu gücün anlamını tekrar gündeme getirmek için benden size bir yardım çağrısı. Neyse, umarım cevap gelir.

“Güç nedir”le başlayan sorular zincirim öyle uzun sürdü ki, sonunda acı ve yastan çıktı, utanca, suçluluğa, korkuya uzandı. Güç bu duyguların olmadığı, tamamlanmış bir şeydi; başlı başına bir “oluştu”. Gücü tanımlayamıyordum ama biriydi o işte (bana arkası dönüktü, bir bankta oturuyordu, sanırım erkekti). Taş gibi durmaktı güç; bir banka çöküp ağlamamak, bir sohbetin ortasında çaresiz hissediyorum dememek, seni utandıran her neyse, karşısında sessizliğe gömülmekti. Gücün oturduğu ve tam ileriye, geleceğe gözlerini kaçırmadan baktığı bankta bu duygulara yer yoktu.

Mahşerin o üç atlısı, utanç, korku ve suçluluk ruhu örümcek ağları gibi sarsa da duygular odasının raflarında uzun süredir duruyorlardı. En üst raflarda, en tozlu en karanlık köşelerde. Kimse onları çıkarıp bakmamış, başlarını sevmemiş, bak onlar da burada, benim yanımda dememişti.

Bu kulağa tuhaf gelen düşüncelerimin sonu nereye çıktı söyleyeyim; uzun zamandır çektiğim acıya.

Acı her birisinin yerine gelmişti. Bacak bacak üstüne atmış, sigarasını yakmış, koltuğuna yayılmış içimde oturuyordu. Görmezden gelindikçe tüm hayatımı işgal ediyor, aklıma unuttuğumu sandığım anları getiriyor, buradayım ben BAK BANA diyordu. Hani öğretmen seni tahtaya kaldırmıştı, hani sen 24 yaşındayken birinin yanında uyanmıştın, hani Ekin diyor küçükken bir şey olmuştu, evet evet o, ne kadar utanmıştın ama, karnın ağrımıştı. Bak diyor hep, bak diyor sonunda, bunlar Sakız’ın gözleri. Her şeyi bastırsan da onlardan kurtulamazsın.

Bu hisler, bu bahsettiklerim ve koyu kırmızı elbisesi içerisinde acı, bir tek benim içimde oturmuş benimle konuşmuyordu elbet. Bu hisler en çok kadınların, lubunyaların, azınlıkların göğsünün ortasına çörekleniyor, dünyayı dar ediyor, ruhsal haritalarımızı şekillendiriyordu. Hiç beklenmedik bir anda gelip kalbi sıkıştıran bu duyguların işlevi yalnızca benim kalbimle sınırlı değildi. En çok biz hissediyorsak, bu duygular birilerinin de işine yarıyordu. Bizi bazen susturuyor bazen kendimizden şüphe ettiriyor bazen kamusal alanlardan çekilmemize neden oluyordu. Ben bir gece vakti evime ulaşmak isterken, bir erkek benim yerime de yıldızları bir parkta izliyordu mesela; ben sabah yataktan kalkamazken biri benim yerime terfi ediyordu, biri beni izlerken elim ayağıma dolaşıyordu, oysa biri beni zaten hep izliyordu.

Sara Ahmed buna “duygusal alanla sosyal alanın hizalanması” diyor. Ben yağmurlu bir günde sokakta ağlayarak yürüdüm diyorum.

Bu nedenle burada tüm bu duyguları bir yığın şeklinde önüme koyup acı çekmenin cinsel politikasını arıyorum. Acı çekmenin cinsel politikası deyince karışık duruyor; aslında ben kendi içimde bana yıllardır “ağlama” diyen ama aslında oturup bütün bir gün ağlamak isteyen sesle konuşuyorum.

Sakız öldükten sonra çaresizce anlık mağlubiyetleri kabul eden, tahmin edilemez anlarda ağlamamı yüzünde ekşi bir ifadeyle izleyen ve sesini kesmeyip beni utandıran, acıyı “atlatamadığımı”, çünkü zayıf olduğumu, “normal” olmadığımı söyleyen bu sese –ben ona ikinci ses diyorum bkz. önceki yazı– gücün ne olduğunu soruyorum binlerce kez. Bana verdiği cevaplar erkeklik ve kadınlığın uzlaşmaz iki çelişki olarak kurgulandığı bu simgesel düzende “kadınlığa” özgülenmiş her şeyden uzaklaşmak. Duygular alanında bir sürü kadın yan yana oturup birbirilerine içindeki sıkıntıdan bahsediyor; ikinci ses çok derinden kaç diye fısıldıyor bana.

Kadınlıkla arama mesafe koyduğum kadar başarılıyım ona göre. O istiyor ki güçlü biri olmak için sunduğu yapmamam gerekenler listesine bağlı kalayım; listenin başında kamusal alanlarda ağlamak geliyor. O diyor ki seni utandıran her neyse yut onu, evet geçtiği her yolu kanatacaktır ama midende uzun süre gizlenebilir. Korkularını dile getirirken düşün diyor; anlamları çok çeşitli. Korkuların dile gelirse belki onları aşabilirsin, ama ötesinde ne var onu hiç bilmiyorsun ki. Acı diyor, yalnız başına çekilebilir, acıları geride bırakmak “güçlü” birinin ilk görevidir. Ancak tüm bunları yapamadığımı o da görüyor olmalı ki, sık sık konuşmak zorunda kalıyor içimde. O sırada sevgilim “çok hassassın” diye bağırıyor.

Jünger acının bastırıldığında bir köşede görünmez bir sermaye şeklinde faiz üzerine faiz alarak arttığını, sonra kurnazca yaşamın her alanına sızdığını söylüyor. Düşünüyorum da, haklı. Acının anlamsızlaştırıldığı, bağlamından kopartıldığı ve psikiyatrik bir sürece indirgendiği neoliberal ve patriyarkal düzende kadınlar ve lubunyaların yaşamı tam da bu nedenle acıyla şekilleniyor. Kamusal alanlarda dile getirilmesi yasaklanan duygular, en fazla incinebilir olan bedenlerin yaşadıkları. Böylece yaşam, daha az yaralanabilir olanların iktidarıyla örülüyor; iktidara dair olan her öğe yeniden üretiliyor bizden boşalan o yerde. Bizler dile getirilemeyen acıyla kendi bedenlerimize dönerken hasta oluyor, somatik ağrılarla cebelleşiyor, depresyona giriyoruz. Nihayetinde hissettiğim kronik acı varoluşsal biçimlerin ötesinde, kolektif biçimde örülüyor.

Kadınların ve lubunyaların erkeklere oranla depresyona girme oranı en az iki kat daha fazla. Kadınlar sebebi bilinmeyen ağrılar çekiyorlar ve bunlara somatik deniyor. Somatik kelimesinin anlamını babam bilmiyor (sizinki de bilmiyor). Gece sizi uykunuzdan uyandıran bir sıkıntıyı sabah çocuklar okula gidecek diye bastırmayı bilmiyorlar. Kendini sevmemeyi bilmiyorlar, başına gelenler nedeniyle hep suçlu hissetmeyi, olduğun kişiden utanmayı, eksikliğini hissettiklerin için zayıf hissetmeyi bilmiyorlar. İlişkilerin, sistematik olarak şiddete uğrayan, azınlık olan, yaralanabilir bedenler arasında nasıl sıkı bağlarla örüldüğünü, her birinin beni ben yapan bir anlam taşıdığını, bu nedenle kaybettiğim her şeyde biraz da benden, ama ne olduğunu bilmediğim bir şey kaybettiğimi. Bilmiyorlar. Kimin yasının tutulabilir olduğunu düşündüğümü, bunu Judith Butler’a sorduğumu ve cevabının bana acı verdiğini bilmiyorlar. Sokakta önümden yürüyen genç bir kızın korku içinde dönüp bir erkek miyim diye bana baktığında kalbimin kırıldığını bilmiyorlar. Her gün tanımadığın bir kadının ölüm haberini almanın acı verdiğini bilmiyorlar. Ölmeden önce son düşüncesini biliyor olmayı, bilmiyorlar. Her şeyden önemlisi dünyanın bu akıl almaz düzeni karşısında bana acı veren şeylerin yasını tutmadığım, buna izin vermediğim için tüm bunların en sonunda Sakız’ın gözlerine dönüştüğünü bilmiyorlar.

Bu yazdığım paragraf can sıkıcıydı. Afedersiniz. Ama acıyla ilgili yazmamın diğer yanı da mutluluğu aramamdı.

Çünkü acıdan kaçarak geçirdiğim yıllar, acının bağlamından kopartılmasının aynı zamanda mutluluğu da anlamsızlaştırdığını öğretti bana. Acı olmaksızın mutluluğun “şeyleşmesi”, bireysel bir çabanın ürünü halini alması onu ileride, ulaşılamayan bir hedefe dönüştürdü. Mutluluğun geçtiği bir yol yoktu artık, mutluluk bir hedefti ve kaynağını aramıyorduk. Bu bana bembeyaz bir odada oturup boş duvarlara bakmak gibi hissettiriyordu.

İşte bu acı çekmenin cinsel politikasıydı. Güçlü olmanın kazandığı toplumsal anlamda beni oluşturulmuş duygular hiyerarşisi içerisinde aşağıya yerleştiren şey, acı çekiyor ve bunu gizlemekte zorluk çekiyor olmamdı.

Serçe parmağımı vurduğum sehpadan kaçar gibi acı verici olandan kaçıyorum. Çünkü erkekliğin sahip olduğu tanımlardan uzaklaştığım, kadınlığa yüklenen anlamlara yaklaştığım, ağladığım, paylaştığım, bağırdığım ölçüde zayıftım. Kırılabilir olmak beni güçsüz yapıyordu bu duygular paradigmasında; dolayısıyla incinmenin, hakikatin, dile getirmenin, güçlü bağlar inşa etmenin yerini, içimizde acıyan yerlerin üzerini kat kat örtülerle kapatmak alıyordu. Bu nedenle dışarıda patriyarkal iktidar ilişkileriyle mücadele ediyor olsak da duygular politikası içsel mekanizmalarımızı sakatlıyor, bizleri sahici olandan koparıyordu.

Belki de ben bu hislerle boğuşurken tamamen yalnızdım ya da bu duyguların işlevi tam da beni bundan şüpheye düşürmekti.

Oysa uzun zamandır acıya, kayıba, yasa ve acının yerini almak zorunda kaldığı her bir duyguya yer açmadan burada olduğumu hissedemiyorum. İlaçlarla giderilmesi gereken bir duyum olarak tarif edilen acı, sembolik düzenimden çıktığında, açılan kapı yalnızca anlamsızlığa çıkıyor. Toplumsal dolayımını unuttuğumda acı, bireysel, yalnızca benim üstesinden gelmem gereken bir sürece dönüşüyor. Kurtulmaya çalıştığım, patriyarkanın bana güçlü ol dediği, mutlu ol (sadece) dediği, ruhumdan çekip almaya çalıştığı acı, bana mücadelenin de gücünü veren şey. Yalnızca öfke değil evet, acı.

Çünkü acı bağdır. Koptuklarında acı veren bağlar hakikidir diyor Jünger. Yine haklı. Acı olmadan sevmiş, yaşamış ve inanmış olamayız. Acı verici olandan uzaklaşmak canlı bağlardan uzaklaşmak demek; geriye kalan mekanik bir rahatlık ve göz yoracak kadar aydınlık bir anlam yokluğu. Uğruna acı çekmediğim hiçbir şey için savaşamam.

Serçe parmağımı vurduğumda acır ama hissettiğim diğer şey serçe parmağımın hâlâ orada olduğudur. Varlığımın burada olduğunu bana hatırlatan şeylerden biridir yani acı; hızla kaçılacak olumsuz bir duygu değil, burada olarak neye sahip olduğumu, nasıl bağlar kurduğumu, benim için neyin anlam içerdiğini ve neyin uğruna mücadele etmeye değeceğini. Acı hissizleşmekten, anlam ararken bitap düşmekten kurtuluşun ilk adımıdır belki. Acı duymaya, yas tutmaya, hissetmeye izin vermeye gücüm diyebilir miyim, belki derim.

Belki sanılanın aksine, bir banka çöküp kalbimi kıran her şey için hıçkıra hıçkıra ağlamak bu düzeni iki yakasından tutup silkeleyecek ilk şeydir.

Görürseniz, oturun. Yanım boş olacaktır.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.