Kendi duyduklarım, gördüklerim ve yaşadıklarım üzerinden şunu tartışmak istiyorum: Akademideki genç bir kadın akademide olmayı nasıl tarif ediyor?
Akademi ve üniversiteler toplumun küçültülmüş hâli gibi ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddet başta olmak üzere pek çok şiddet biçimini bu kurumlarda görebiliyoruz. Şiddete uğrayınca ne yapmamız gerektiğine dair farklı tartışmalar var. Kimileri yasal süreçlerin doğrudan işletilmesi gerektiğini söylüyor. Kimileri kendilerini güvende hissettikleri kişilerle yaşadıklarını paylaşarak kendi şiddet deneyimlerinin yükünü azaltıyor. Kimi ise ifşa ediyor.
Elbette benim henüz denk gelmediğim başa çıkma yöntemleri de vardır. Burada özellikle not düşmek isterim, ben bu yazıyı kendi duyduklarım, gördüklerim ve yaşadıklarım üzerinden kuruyorum ve şunu tartışmak istiyorum: Akademideki genç bir kadın akademide olmayı nasıl tarif ediyor?
Berna Türkiye’de akademisyen genç bir kadın olmayı Türkiye’de kadın olmaya benzetiyor. Ona göre yaşanan en büyük sorunlar öğrenci sarkıntılıkları, ciddiyetsizlikler, giyim tarzına karışılması, çalıştığı kurumda söylenen cinsiyetçi esprilere sessiz kalmak zorunda olması, konuşsa bile hiçbir çözüm bulamaması ve kendisinden şüphe duyması. Böyle düşünen bir tek Berna değil. Fatoş da bu konuda şöyle söylüyor:
“Aslında Türkiye’de diğer mesleklerdeki kadınlardan bir farkımız yok. Aynı zorluklardan geçiyoruz. Fakat yurtdışında akademideki kadınlara uygulanan pozitif ayrımcılığın eksikliğini hissediyorum. Örneğin kadınlara özel bir destek sunan bir kurum yok veya bir desteğe başvurduğunuzda kadın olduğum için şansım artmıyor. Bu da ülkenin kadını nerede konumlandırdığıyla oldukça ilgili bir durum. Dışarıdan bakan gözlerin kadın akademisyenlere ‘üniversite öğretmeni’ gibi bakıyor olması bile basit ama kadının ülkedeki konumu tanımlayan bir gerçek bence. Sanıldığı gibi sabah 8 akşam 5 bir iş değil akademisyenlik ve kadın olunca işler bu şekilde kolaylaşmıyor. Kısacası Türkiye’de kadın olmak her meslek için olduğu gibi akademide de çok zor.”
Seda ise akademide kadın olma tecrübesini mücadele etme gerekliliği üzerinden tanımlıyor ve şunları söylüyor:
“Deneyimlerim ve gözlemlerimden hareketle akademisyen kadınların, genellikle kadınlara uygun görülen ‘öğretmen’ rolü üzerinden değerlendirildiği, kadın akademisyenlerin bunu aşmak ve idari görevler alabilmek için ‘erkekleştiği’, akademi dışındaki hayatlarını göz ardı ettikleri veya iki yaşamı da idare etmek üzere oldukça yıpratıcı bir süreç içine girdikleri, araştırma görevlileri özelinde kadınlar üzerinde sonu gelmeyen bir mobbing uygulandığı yorumlarını yapabilirim.”
Nilüfer için ise akademisyen olmak başlı başına zorken bir de cinsiyet temelli ayrımcılıkların akademi tecrübesini daha da zorlaştırdığını ifade ediyor. Toplumsal cinsiyet rollerinin yükünün kadınların sırtında çok ağır bir yük olduğunu söylerken yaşadığı hayal kırıklığından şu şekilde bahsediyor: “İnsanların, hayatlarına şekil verdiği yıllarında onların yanında olmayı, onlara destek olmayı ve bunlar olurken de akademik olarak kendimi sürekli geliştireceğim bir hayatım olacağını düşünmüştüm. Ama tecrübe ettiğim şey, bundan epeyce uzak”.
Toplumsal cinsiyet rolleri akademide nasıl tecrübe ediliyor sorusuna Sevil’in anlattıkları ile cevap verebilirim. Sevil için akademide kadın olmanın en can sıkıcı yanı Türkiye’de kadınların hizmet etmek zorunda olduğu fikrinin herkesin içine işlemiş olması. Onun için bir kadının doktorası olmasına rağmen “hadi canım bir kahve koy sen” cümlesi ile muhatap olmak zorunda kalabilmesi de bunun en büyük örneklerinden biri.
Görünmeyen bu emekten bahseden bir diğer genç kadın da Ayça ve aklında hiç bitmeyen sorular olduğunu ve yeterli olmayan vaktiyle ev ve akademi arasında parçalara bölünüp hep eksik hissettiğini söylüyor. Hep bölünüp eksik olma duygusu öyle yaygın ki. Sanki buraya ait değilmişiz hissini farklı yer ve zamanlarda yaşayabiliyoruz. Dilan da tam da bu ait olmama hissi üzerinde duruyor ve şunları söylüyor:
“Akademisyen bilimle uğraştığı için sanki sadece erkeklere özgü bir işmiş de kadınlar olarak daha çok kumda oynuyormuşuz gibi bir hava var buralarda. Kadının bilimsel yeterlilikleri ve çalışmalarından ziyade, kurumsal olarak konuşursam belli bir yaşa geldiğinde evlenmesi ve sonrasında çocuk doğurması bekleniyor ve yönetim katı tarafından bile bu bir sorun olarak şaka yollu da olsa dile getirilebiliyor. Uzun süredir evliyseniz ve çocuğunuz yoksa, sizi hırslı olmak, hayatını bir iş için yok etmek ve mutlu bir aileye sahip olamamakla suçlayan insanlarla karşılaşabiliyorsunuz. Öte yandan, hamile bir kadınsanız ‘akademiye çocuk doğurmaya mı geldiniz’ gibi ithamlarla da karşılaşabiliyorsunuz. Yani biraz ne yaparsan yap suçlusun mantığı işliyor. Kısacası pek istendiğimizi düşünmüyorum.”
Evli olmanın ve çocuk sahibi olmanın akademi tecrübesine olan etkisini önceki yazılarımda da anlatmıştım. Bir kez daha üzerinde durmak istiyorum. Görüştüğüm pek çok kadın, medeni durum/ilişki durumu ve çocuk bakımının üstlenilmesi meselesi ile akademinin belli olmayan çalışma saatleri arasında çelişkili bir ilişki olduğundan bahsetti. Meryem’in tam da bu konuda söyledikleri genç bir araştırmacı olarak beni çok etkilemişti. Cinsiyetçi üsluba sahip üst titrdeki hocalara karşı rahatsızlıklarımızı dile getirmenin mümkün olmadığını çünkü alanda ilerleyebilmek için onların referansına ihtiyaç duyabileceğimizi söylemiş ve bu zorunluluğun aslında toplumsal bir inşa olduğu üzerinde durmuştu. Meryem sözlerine şu cümlelerle devam etmişti:
“Geçenlerde bir şey dikkatimi çekti, bölüm içinde herkesin doğum günü kutlanır ve pasta kesilir. Sona kalan kirli tabak ve bardakları hep kadın bir araştırma görevlisi yıkamak zorunda kalıyor, bu da aslında toplum içerisinde bize biçilen rolleri akademi içerisinde de çok kıramadığımızı, akademinin zaten bu konuyu pek de dert edinmediğini gösteriyor olabilir.”
Toplumsal cinsiyete dayalı boyutuna genç olma meselesi de eklenince çoklu bir ayrımcılıkla karşılaşıyoruz. Naz sürekli sınır çekmek zorunda kaldığından yakınıyor ve şunları söylüyor:
“Ne bildiğime ne öğrettiğine bakmaktan daha çok yaşımla, benimle iletişimde ne kadar ileri gidebileceklerine bakmakla ilgileniyorlar. Karşılarında genç ve kadın akademisyen görmek benimle ilgili deneyimsiz, eksik hissi veriyor sanırım onlara. Bazen çalışmalarım için görüşmeler yaptığımda akademi dışındaki insanlarda da benzer bir şey gözlemliyorum. Kadın olmak zaten dezavantajlı bir konumda olmaya neden olurken bir de genç olmak/görünmek bilgiye erişimde, bilgi üretiminde yetersiz olacağımız önyargısı doğuruyor sanıyorum. Bir yandan da bu önyargıdan dolayı bildiklerim, düşündüklerim, bahsettiklerimle fazla zeki yakıştırması alıyorum. Oysa ne çok zeki ne eksiğim, meraklı, çalışkan ve disiplinliyim hepsi bu; geri kalan yakıştırmalar onlarla ilgili, benimle değil.”
Hiçbir zaman bitmeyen bir kavga ve bölünme alanı gibi akademi. Yaş, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim, aile yapısı, kurum kültürü ve bunun gibi pek çok etken akademide kadın olma tecrübesini etkiliyor. Bu yazı bize çok sınırlı bir örneklem içinden çok sınırlı bir tecrübe yelpazesi sunuyor. Bunun farkındayım. Ancak zaten hiçbir nitel araştırma herkesin her tecrübesi üzerinde duramaz. Araştırmacı vardır. Araştırmacı oradadır. Araştırmacının sesi hikayeleri birleştirirken ve yorumlarken duyulur. Bu da benim kendi sesimi duyurma çabam. Buradayım, burada olmaya devam edeceğim. Hep beraber olmaya ve tecrübelerimizi paylaşmaya devam edeceğiz. Kim ne derse desin!
Hep sinema sektörüne girmek istediğim halde taciz olayları ve dönen dedikodular yüzünden hiç girmeye çalışmadım. Bunlardan korktuğum için akademik kariyere yöneldim. Şimdi akademinin içinde de aynı sorunların olduğunu, nereye gidersem gideyim kaçamayacağımı düşünüyorum. Ben akademide tartışmayı, kavga etmeyi seven biri olarak bile bu yazılardan olumsuz etkilendim. Yine yüksek lisans yapacağım ama akademik kariyerden vazgeçtim. Bunda başka faktörlerin de etkisi oldu tabii ki. O yüzden biraz da bu alanda okumak isteyen kızları motive etmek için bir şeyler paylaşmanız gerektiğini düşünüyorum. Biraz da olumlu olaylar anlatılmalı ki , umutlanıp hayallerimizin peşinden koşma cesareti gösterelim. Bunların konuşulması, bu sorunların çözülmesi için önemli. Ama kadınlara moral vermek, onları cesaretlendirmek de önemli. Umutsuzluktan yapabileceğimiz şeyleri de yapamıyoruz sonra. Umarım bu yazı dizisine ekleyebileceğiniz olumlu hikayeler vardır. Teşekkürler. Sevgiler…