Terapinin amacı kadının uyum sağlaması mı? Cinsiyetçi ayrımcı, kadınlar aleyhine, eşitsiz bir dünya anlayışına uyum sağlanması demek, eşitsizliği kabule uyum demek olmaz mı?
Kadınlara cinsiyetleri yüzünden uygulanan şiddet biçimleri kadınları sindirmek, cezalandırmak, aşağılamak ve bedenlerini ve öznelliklerini yaralamak amacı güden; özel ya da kamusal yaşamda tehdit, baskı ya da zor kullanımı içeren; fiziksel, cinsel ya da ruhsal acılar veren bütün edimleri kapsamakta. Birçok kadını doğrudan yaralayan şiddet biçimleri, potansiyel kurbanlar olarak bütün kadınları etkiliyor.[1] Erkek şiddeti nedeniyle travmatize olmuş kadınların yeniden travmatizasyon riski yüksek; ayrıca destek ve dayanışma ilişkileri içerisinde yaşanan dolaylı, ikincil travmatizasyonlar var. Kadınların bedeni “savaş” alanı olmaktan nasıl çıkabilir? Bu soruya yanıt ararken mağdur konumuna kadın ruh sağlığı penceresinden tekrar bakalım.[2]
Erkek şiddetine maruz kalan kadının yüzü, feminist hareketin ikinci ve sonraki dalgalarıyla değişti. “Mazoşist kadın” ve “kurban” portresi “hayatta kalan” mücadeleci, güçlü kadınların çehresine evrildi. Mağdur rolünü tanımlamakta yıllar yılı kullanılagelmiş olan “mazoşist”, “kurban” gibi sıfatlar, kadın ruh sağlığı alanında yapılan araştırmalarda kaydedilen gelişmelerin seyrini göstermesi bakımından önemli.
Birçok kültürel stereotipe göre makbul “kadınsı” kadın, “iyi anne”nin bütün özelliklerini kapsayan kadındır: Temizleme, besleme, duygusal anlayış gösterme, rahatlatma, yumuşaklık ve sıcaklık sağlama becerileri olan fakat güç ve kontrol gibi kıskanılan özellikleri barındırmayandır.[3] Bu çerçeve içerisinde kadınların acı çekmesi gerektiği düşünülür, toplumsal cinsiyet normları kadınlardan acı çekmesinin beklenmesi etrafında şekillenir. Fedakarlık, utanç ve suçluluk, kendine ihanet etme, bağımlılık, değersizlik, öfke, depresyon kadın ruhsallığının özellikleri olarak doğallaştırılır.
Kadınlar sıklıkla (enerjilerini kendi kişisel hedef ve yönlerini belirlemeye yatırmak yerine) kendilerini feda ederek ilişkileri korumayı, başkalarının duygu ve davranışlarının sorumluluğunu almayı, başkaları için “yeterince” duygusal emek harcamadıklarında kendilerini bencil ve ihmalkar hissetmeyi öğrenir. Kadın terapistler de terapide sınır çizme kapasitesinde sorun yaşayıp kendilerini aşırı verici ve sorumlu, kurtarıcı, tamir edici pozisyonda, bir çeşit mağdur konumunda bulabilir.[4]
Ruhsal hastalıklar dünyanın her ülkesinde kadınlarda daha çok görülüyor. Özellikle depresyon, kaygı bozuklukları, travma sonrası stres bozukluğu gibi hastalıklar kadınlarda erkeklerden neredeyse iki kat daha fazla. Aynı zamanda bu hastalıklar kadınlarda daha şiddetli seyrediyor; kronik seyir daha sık, standart tedavilere daha az yanıt alınıyor ve daha çok yeti kaybına yol açıyor. Kadın ruh sağlığını bozan en önemli iki etkenin şiddet ve yoksulluk olması, malumun ilanı.
Öte yandan birçok kadın kendi yaşadığı güncel ya da geçmişteki erkek şiddetini asıl sorunu gibi görmez; kendilerine başkalarının yakıştırdığı eksik etek, ezik, canavar anne, cadı, çatlak, histerik, frijit… (sad, bad, mad) gibi—çoğu yanlış—sıfatı kabullenir. Şimdiki zamanda yaşadığı zorluklarla geçmiş istismarlar arasında bağ kurmaz. Kısmen, bu bağ onlar için şimdiye kadar hiç kimse tarafından kurulmadığı için. O zaman o zaman, şimdi ise şimdidir; ikisi arasında bağlantı olduğunu görmek için cesaretlendirilmemişlerdir.[5] Feminist bakış açısıysa yerleşik tanı kavramlarına meydan okur: Terapinin amacı kadının uyum sağlaması mı? Cinsiyetçi ayrımcı, kadınlar aleyhine, eşitsiz bir dünya anlayışına uyum sağlanması demek, eşitsizliği kabule uyum demek olmaz mı? Kadın olmanın kişisel ve kültürel anlamları nasıl şekilleniyor? Kadınlar adına konuşulup, kadınlar kendi adlarına konuşmadığında nasıl bir iyileşme olabilir?
“Mazoşist kadın” miti
Kadın ruh sağlığı alanında yapılan ilk araştırmalarda kullanılan örneklem grupları hemen hemen sadece ruhsal tedavi gören kişilerden oluşuyordu. Döven koca ile dövülen kadın, “sapık ilişki” içinde değerlendirilip kişilik özellikleri ve bu davranışlarının psikanalitik nedenleri inceleniyordu. 1980’lere kadar teorik olarak dayak, kadın psikolojisinde bir anormalliğin sonucu olarak görülmüş, kadın mazoşizminin bilinçdışı doğasına vurgu yapılmış, sonuçta kadın doğasına içkin bir “mazoşist kadın miti” yaratılmıştı.[6] Bu mit şiddet uygulayan partneri terk etmeyen, ilişkiyi değil şiddeti bitirmek isteyen kadınları damgalamaya ve sonuç olarak mağduru suçlamaya elverişliydi.
1975 yılında sığınakta kalan, eşinden şiddet gören, intihar girişimleri olan 100 kadınla görüşülerek yapılan bir çalışmada, kadınlar ilişkilerini sürdürmeleri için pek çok pratik ve ekonomik neden ileri sürmüş. Buna rağmen çalışmayı yürütenler, kadınların özgeçmişlerindeki evlilik öncesi ve evlilik dışı ilişki gibi özelliklere odaklanıp (şiddet içermeyen ilişki içindeki kadınlarla bir karşılaştırma dahi yapılmaksızın) dövülmenin cinsel serbestlikle ilişkili olduğu sonucuna varmış. Bu çalışmaları yapan kişiler “örselenen kadın sendromu” konusunun uzmanları olarak şöhret olmuş ve bulguları yıllarca popüler kavrayışa temel oluşturmuş.
Bulgularının ne ölçüde genelleştirilebileceği şüpheli bu çalışmanın arkasından “dövülen kadın” stereotipini araştıran çalışmalar gelir. Beck ve ark. (1982) psikiyatrik hastane ortamında şiddet öyküsü olan ve olmayan kadınlarla karşılaştırmalı bir çalışma yapar. Ruhsal hastalığı ve şiddet öyküsü olan kadınlarda kendine zarar verici veya “mazoşistik” kişilik özelliklerinin, aynı ruhsal durumda olup şiddet görmeyen diğer kadınlardan daha fazla olmadığı; yani “mazoşizm”in dövülen kadınlara özgü bir psikolojik özellik olmayabileceği sonucuna varılır.[7]
Mazoşistten “kurban”a geçiş
1970’lerde dövülen kadınların kurban imajı, suçun dövenle yaşamaya devam eden kadına yüklenme yollarını gizlemiştir. L. Walker 1979’da ABD’de eşi tarafından dövülen kadınlarla bireysel terapi görüşmelerine dayanarak yayınladığı kitabında psikolojik bir terim olan “öğrenilmiş çaresizlik” teorisiyle kurban stereotipine ışık tutarak bir “şiddet döngüsü” tanımlar: “Şiddet döngüsü’nde kadın, partnerinde çok az kontrol edebildiği giderek tırmanan bir gerginlik evresi yaşantılamakta, bunu dayak takip etmekte, ve sonunda döven erkeğin özür dileme, pişmanlık/nedamet evresi gelmektedir.” Ancak Walker’in kullandığı “öğrenilmiş çaresizlik” terimi, çıkışı olmayan bir kafeste köpeklere elektrik şoku verilerek tepkilerinin ölçüldüğü davranışçı deneylerden türemiştir. Bu deneylerde, köpeklerin defalarca şoklandıktan sonra bir çıkış yolu bırakıldığında bile kendilerini şoklardan kurtaracak kaçma girişiminde bulunmadıkları gözlenmiş; “pasif ve çaresiz olmayı öğrendikleri” sonucuna varılmıştır. Breines ve Gordon (1983), Walker’ı köpeklerin laboratuar ortamındaki davranışlarını dövülen kadınların davranışlarına genellemekle eleştirerek, insan olmayan bir türün laboratuvar ortamındaki davranışlarının, kadının dövülmesi gibi sosyal, duygusal ve yapısal olarak karmaşık bir durumdaki insan davranışını temsil edemeyeceğine işaret eder.[8]
“Hayatta kalan” mücadeleci ve güçlü kadınlar
1980’lerde yürütülen çalışmalarda, kadının ne kendi “mazoşistik psikolojisinin” ne de şiddetten kaynaklanan korku, umutsuzluk gibi ruhsal streslerin pasif kurbanı olduğu gösterilir: Şiddet gören kadın, durumunu sürekli olarak yeniden değerlendirmekte ve değişim fırsatlarını kollamaktadır. Bireysel kişilik özelliklerinin ötesinde, kadının şiddete ve şiddeti görmezden gelen, damgalayan topluma tepkisi önemlidir. Bu çalışmalar, toplumsal cinsiyeti şiddete katkıda bulunan bir etken olarak ele aldıkları ve şiddeti kadınların perspektifinden anlamaya çalıştıkları ölçüde feministtir.
Ferraro ve Johnson (1983) şiddet gören kadınların içinde yaşadıkları çevreyi anlamalarını, duygusal olarak baş edebilmelerini ve sonunda terk edebilmelerini sağlayan psikolojik mekanizmaları incelemiş.[9] Kadınların kullandığı “rasyonalizasyon” (akla uydurma) tekniklerinin, yakın ilişki içindeki her partnerin gösterdiği, sevgiyi ve duygusal yakınlığı sürdürme çabaları olduğu sonucuna varmış. Yani şiddet gören kadının ilişkide kalma çabası ve bu kalma çabası içinde edindiği ruhsal özellikler, hastalıklı bir psikolojinin değil, normalliğin yansımalarıdır. Koşulları değişen, destek gören kadınlar durumlarını aktif olarak yeniden değerlendirir. Bu, kadın açısından çok büyük miktarda efor gerektiren, önceki araştırmalarda yaratılan pasif stereotipten çok uzak, “savaşçı” bir kadının yüzüdür.[10]
Şiddetten kurtulan bazı kadınlar, kişisel değişim deneyimlerini toplumsal değişim eylemleriyle birleştirir: şiddet gören kadınlara yardım eden organizasyonlarda ya da sığınaklarda çalışmak, şiddet gören arkadaşlarına destek sunmak, kişisel deneyimini dillendirip rol model olmak suretiyle toplumun şiddet konusunda bilinçlendirilmesine katkıda bulunmak gibi. Bu kadınların hikayesi “geçmişi unutma” ya da “arkasında bırakma” değil, hatırlama ve daha güçlü bir kendilik, doyumlu bir yaşam, değişen bir toplum için geçmişi kullanma ve yeniden biçimlendirme sürecidir.
Kadınlar kendilerini mağdur, savaşçı ya da aynı zamanda hem mağdur hem de savaşçı olarak nitelendirebilir. Hepimiz, bazen kahraman bazen mağdur olabiliriz. Her iki terimin de kadınların söyleminde yeri var, ikisi de önemli. İlki, şiddet uygulayanın kendilerini değişmeye zorlama sürecini; ikincisi, bu etkiyi değiştirmek için nasıl davrandıklarını adlandırırken kullanışlı olabilir.
Şiddet uygulayan partneri bırakmak bir süreç. Kadınların anlatımlarında bu süreç döngüsel görünmekte. Öfke, korku, düşük özgüven ve özsaygı, kimlik belirsizliği, izolasyon nadiren “arkada bırakılır”, şiddetin izleriyle yaşamın farklı dönemlerinde tekrar tekrar yüzleşilir, her seferinde öğrenilir ve giderek iyileşilir.[11]
Şiddet uygulayan partneri bırakabilen kadınlar, çabalarını zorlaştıran kendi kültürleriyle de mücadele ediyor. Çiftlere kolaylıklar gösteren bir toplumsal düzende bekar ya da boşanmış anne olmanın zorlukları, şiddet gören kadının medyada ve toplumda damgalanmasının kadının kendi deneyimini tanımlamasını zorlaştırması, bunlardan bazıları.
Görünmeyen ağrı, görünen yara
Şiddete uğrayan kadınlara susmak öğretilir ya da dayatılır. Dile getirilemeyen, konuşulamayan, işlenemeyen, sindirilemeyen suskunlaştırır. Suskunluk faili güçlendirir, sonra da mağduru suçlar. Acı verdiği için unutmak ise büyük bir boşluk hissi bırakır. Mağdurların kendilerine yaşatılan travmatik olayı, bu kez sonunun farklı olması isteğiyle bilinçdışı olarak yeniden canlandırmaları sonucu yeniden istismar edilme ve şiddete maruz kalma riski yüksektir.
Aile içi cinsel ve fiziksel istismarlarda sosyal destek veren ve travmatize eden ortamın bir ve aynı olması kafa karıştırıcıdır. Çocukluk çağı travmasına maruz kalan kadınlar ve erkekler, benzer acıları yaşar ancak bunu genellikle farklı yollarla ifade eder. Erkekler kendilerine yapılanı başkasına yapma eğilimi gösterir, çünkü saldırgana izin vermektense saldırgan tepki vermeyi (acting out) öğrenerek sosyalleşmişlerdir. Kadınlarsa karşı gelmemeyi öğrenerek sosyalleşip, içe yönelik eyleme geçerek (act out by acting in) tepki verirler.[12]
Ensest mağduru kadınlar, içlerinde biriken öfkenin volkandaki lav gibi yükselip kendilerini yaktığını ifade eder. Feminist şair Adrienne Rich’in sözleriyle: “Birçok kadın bu öfkeye dokunamamıştır bile, onu tırnaklarıyla içine akıtmak dışında…”
Kendini kesme, kendini kusturma, intihar girişimleri, kendini zorlantılı (kompulsif) şekilde tehlikeye atma gibi kendine zarar verici davranışlar, travma sonrası stres bozukluğunun sık görülen izleridir. Semptom, ne kadar tehlikeli ya da yaralayıcı olursa olsun hayatta kalmayı sağlayan yetenek, beceridir. Kendine zarar verici davranışların birçok işlevi var: Tuhaf bir şekilde, hem başkalarını belli bir mesafede tutmaya hem de çok yalnız hissetmemeye yararlar. Davranışın kendisi bir ilişki olarak yaşanır. Aşırı uyuşukluk, hissizlik anlarında canlı hissetmeye yardım eder. Paradoksal olarak, artık taşınamayan gerginlik, öfke ve keder duygularının uzak tutulmasına yardım eder. Aynı zamanda bir yardım çığlığı, bir çocuk olarak alınamayan korumanın talebidir.[13]
Travmatize olmuş kadınlarda duygu-düşünce-davranış alanlarında kopmaların olduğu (dissosiyatif) savunmalar, geçmişi sıkıca kilitli ve uzakta tutmaya yarar. Bu yeni ve “uyum-suz” ruhsal yapılanmada bir yanda korunma ve ilgi açlığı, diğer yanda terk edilme ve sömürülme korkusu belirgindir. “Travmatik bağlanma” gerçekleştiğinde kadınlar kıskançlıkla kontrol ya da takip edilmeyi tutkulu aşk olarak yorumlayabilir. “Ev tipi cezaevlerinde” uzun yıllar süren ağır koşullara dayanıklılık kadın için gurur vesilesi haline gelebilir. Bütün bu nedenlerle, erkek şiddetiyle baş etmek, ancak ses çıkararak, görünür kılarak, isyan ve dayanışmaya çağıran özgürleştirici bir dille mümkün.[14]
“Kadın, yaşam, özgürlük”
Toplumun yarısını oluşturan kadınlar olarak “azınlık” ve “mağdur” psikolojisi içinde, penis kıskançlığından muzdarip, aşağı ve ikinci cinsiyet olduğumuza dair hezeyanlarla yaşamaya zorlanıyoruz. Kapitalist patriyarka bizi diğer kıskaçların yanısıra kahraman ve mağdur ikilemine de sıkıştırıyor.
Judith Herman’ın (1992) belirttiği gibi, travmatik olaylar doğal olaylardan belki daha fazla artık insan eliyle meydana geliyor. Partner şiddeti küresel bir sorun ve artıyor. İnsan eliyle oluşturulan travmaların ortak özelliği gizlilik; unutma ve unutturma. Oysa inkar ve bastırma bariyerleri ne kadar yükseltilse de bastırılan yaratıcı bir enerjiyle geri dönüyor. İyileşme bağların onarılmasıyla oluyor: kamusal ile özel dünyalar, birey ile toplum, kadın ile erkek arasındaki bağların.[15] İçinden geçtiğimiz korona günlerinde “hayırlı/iyi savaş” yüceltmesiyle militarist dil içimize sızarken barışı hatırlamak ve hatırlatmak zor olsa da elzem: “Kadınların bedeni savaş alanı değildir.” Biz kadınlar, birbirimizin sadece acılarına, incinebilirliğine değil direngenliğine, dayanıklılığına, esnekliğine de tanıklık ediyoruz. Bedenlerimizle barışık ve şiddetten uzak hayatları hayal etmeye, birlikte kurmaya devam edeceğiz.
[1] Alemany C, Şiddet Biçimleri, Eleştirel Feminizm Sözlüğü içinde. Ed: Hirata H, Laborie F, Le Doare H, Senotier D. Çev: Acar Savran G. Kanat Kitap, İstanbul; 2009, s. 312-317.
[2] Saner S, Kadın ve “Mağdur” Konumu. III. Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Kongresi, İstanbul, 18-20 Mayıs 2012; s.174-179. Erişim tarihi: 14.4.2020. https://www.ttb.org.tr/kutuphane/kadinhek3.pdf
[3] Lerner HG, Women in Therapy. Perennial Library, New York; 1989; s. 3-23 ve 127-139.
[4] A.g.y.
[5] Harris M, Trauma Recovery and Empowerment, The Free Press, 1998.
[6] Caplan PJ. Women’s Masochism. Mandarin, London; 1989; s. 17-43.
[7] Kirkwood C. Leaving Abusive Partners. London, Sage Publications; 1993; s. 3-21.
[8] A.g.y.
[9] A.g.y.
[10] Lerner HG, The Dance of Intimacy. Perennial Library, New York; 1990; s. 1-10.
[11] Showalter E. The Female Malady. Virago Press; 1985; s. 248-251 ve Herman J, Travma ve İyileşme: Şiddetin Sonuçları, Ev İçi İstismardan Siyasi Teröre, Çev.: Tosun T., Literatür Yayıncılık; İstanbul, 2007.
[12] Miller D, Women Who Hurt Themselves. Basic Boks, New York; 2005. s. 1-10.
[13] A.g.y.
[14] Yenier Duman Ö, Kadına yönelı̇k şı̇ddetten kadın cı̇nayetlerı̇ne uzanan yol: Ev tı̇pı̇ cezaevı̇nden mektuplar. III. Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Kongresi, İstanbul, 18-20 Mayıs 2012; s.166-171.
[15] Herman, a.g.y.