Cinsiyetsizlik mücadelesi verip kazanan çocukla birlikte gururla yaşamama rağmen, benim olan bir tek cinsiyetim var. Özellikle göç etmek zorunda bırakıldığım, göçmeni olduğum ülkelerde kadın olmaktan yana yaşadığım tüm süreçlerin gözüne baka baka “Kadınım ben” diyorum.

The Wounded Healer, Marija Gauci, 2014

“Hayatta kalanın suçluluğu”

Böyle demişti bulunduğum ülkede beni korumaktan sorumlu olan Diane. “Yaşadığın şeyin adı depresyon değil, survivor’s guilt”. “Hah işte bir tanım daha oldu, bir bu eksikti” diye araştırmadan reddetmiştim söylediğini. “Hayır, bu tam olarak bipolar depresyon. Her sene deneyimliyorum,” demiştim.

Diane, sevdiği kadını kanserden kaybettikten sonra Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) tedavisi gören, sonrasında ise kendini bu araştırmalara dahil eden, şu anda bulunduğu toplumda, özellikle dini kurumlardaki çocuk istismarcılarının kurumun geri kalan mensuplarında yarattığı tahribatları çözmek için bu gibi kurumlara davet edilen danışman. Kendimle baş başa kaldığımda bu tecrübesini dikkate alarak “bir bildiği vardır” diyerek araştırmaya başladığım, sonrasında terapistimle görüştüğümde tam olarak bundan muzdarip olduğumun söylenmesiyle kabullendiğim, “geçici” olduğu söylenen yeni bir yönüm bu dolayısıyla. Hayatta kaldığı için suçlu hisseden.

Peki neydi hayatta kalanın suçluluğu ya da diğer adıyla hayatta kalan sendromu?

Birçok yerde tanımına rastlamış olabilirsiniz. Ben bugün rastgele medicalnewstoday’in[1] verdiği bilgileri kullanacağım ve aynı duyguları paylaştığım insanları, yaşadığım duyguları sizinle paylaşacağım. Nitekim bundan kurtulmanın yollarından biri de dile getirmekten geçiyormuş[2]:

Hayatta kalanın suçluluğu, travmatik bir olay veya can kaybıyla bağlantılı olarak ortaya çıkan; başkalarının hayatta kalamadığı bir olaydan sağ çıktığında suçluluk duygusuna kapılan, diğerleri hayatını kaybederken neden ölümden kurtulduğunu sorgulayan, travmatik olayı önlemek veya diğerlerini kurtarmak için yapabilecekleri bir şey olup olmadığını merak edip sürekli kurcalayan kişilerle ilgili, bir zamanlar kendi başına bir teşhis olup, daha sonra mental sağlık uzmanları tarafından önemli bir TSSB olarak değerlendirilen vakalar için kullanılan terimdir.

Bugüne kadar hayatta kalanın suçluluğunu yaşayanlar olarak; savaş gazilerini, ilk müdahale ekiplerini, soykırımdan, kanserden, kazadan, doğal afetten kurtulanları, nakil alıcılarını, travmatik bir olayın tanıklarını, ölümcül kalıtsal bir durum geliştirenlerin aile üyelerini, bir aile üyesinin intiharını deneyimleyenleri, çocuklarını geride bırakan ebeveynleri ihtiva etmiş literatür.

Okurken düşündüm de dahil etmedikleri ne çok şey var bu tanımlara. Hayatta kalanın suçluluğunu deneyimleyebilecek başkaları da var zira. Bence…

  • İdeolojik savaşın bulunduğu ülkelerden sağ kurtulanlar.
  • Baba şiddetinden, koca şiddetinden, toplum şiddetinden kaçıp kurtulanlar.
  • Memleketindeki öldürülen kadınların adı değil sayısı haber olurken hayatta kalanlar.
  • Yurtlarda taciz edilen çocukların yanında olamayanlar.
  • Kendini kurtarıp kendileri gibi hayatlar yaşayan kadınların hayatlarına dokunamayanlar.

***

Bana gelince; ilk kez değil bulunduğum ülkeden sağ kurtuluşum. Şimdi düşününce, ben, doğduğum ülkede İsa[3], sonra Elina[4] intihara sürüklendiklerinde yanlarında olamadığım, oradan kaçtığım, mücadeleyi sürdürmediğim için de aynı duyguları yaşamıştım. “Ben orada olsam daha kalabalık, daha güçlü olabilirdik” düşüncesiyle.

Bayram’ın[5] uydurulmuş intiharını duyduğumda da hâlâ daha o ülkeye dair suçluluk yaşadığımı tekrar hissettim son günlerde.

Ben…

Bir adım yok benim; zaten bilseniz bile telaffuzda ve hatırlamada sorun yaşayabilme ihtimaliniz yüzünden Ayşe deyin siz bana. Türkiye’deyken çok kullandım bu ismi zira.

Bir dinim yok. Çoğunun arasında gittim geldim. Sonra geldim, bir daha gitmedim.

Konuştuğum, yazdığım, çevirisi konusunda iyi olduğum söylenen diller arasında bir dilim yok. Rüyalarımı bile hangi dilde gördüğümü bilmiyorum.

Hayatımın 10 seneden fazlasını göçmen olarak sürdürdüğüm için olsa gerek, ya da belki de salt aidiyetsizlik hissinden dolayı bir ülkem de yok.

(Nilgün Marmara’yı okurken ortak sahip olmadıklarımıza bakınca bir de buradan kuruyorum yaşam ortaklığını.)

Bir yönelimim yok. Sadece bir kadına aşığım.

Cinsiyetsizlik mücadelesi verip kazanan çocukla birlikte gururla yaşamama rağmen, benim olan bir tek cinsiyetim var. Özellikle göç etmek zorunda bırakıldığım, göçmeni olduğum ülkelerde kadın olmaktan yana yaşadığım tüm süreçlerin gözüne baka baka “Kadınım ben” diyorum. Öyle “güçlü” sıfatını da sevmem. Güçlülük zorundalık değil, tercih oluncaya kadar en azından. Ben sadece hayatta kalan bir kadınım.

Oysa “kadın olunca şiddete uğramanın kaçınılmaz olduğu” düşüncesine eriştiğimde, şiddetle tanıştığımda, altı yaşındaydım ben. Altı yaşıma kadar anneannemin yanında büyümüştüm.  Evlerine geldiğimde babamın anneme, annemin bize uyguladığı şiddet döngüsü içerisinde kaybolurken sahip çıkmıştım cinsiyet kimliğime. Annem gibi olmamak için çıktığım yola, “annem gibi” senelerce şiddete maruz kalarak devam etmiştim.

Ben o, mahkemelerde göçmen kadın olduğu için aşağılanan, yine göçmen kadın olduğu için ölümün soluğunu ensesinde hissederken 183’ten hizmet alamayan, ahlaksızlıkla “itham” edilen, “beni ahlaksızlığımla savun” dediği avukatı tarafından bile ciddiye alınmayan kadındım. Evliyken “öldürülürsem ne olur susmayın, hikayemi anlatın” diye arkadaşlarına yalvaran, hayatta kaldığına inandıktan sonra bile “benim günüm ne zaman gelecek” kaygısıyla bekleyen, hayattan en önemli dileklerinden biri “öldürülmemek” olan kadın. Misyon edinmiştim şiddete uğradığına dair haber yapılıp adı birkaç gün sonra medyadan silinen kadınlara ulaşıp “birlikte güçlüyüz” demeyi. Hayatta kalan birçoğuna ulaşmıştım da. Ancak o günlerde güçlüyüz derken geceleri yastığımın altında bıçakla uyuduğumu söyleyememiştim onlara. Uyurken kendime sarıldığımı, her sese irkildiğimi, kırılan her eşyadan korktuğumu, üzüldüğümde kendi elimi tutup kendimi sakinleştirdiğimi söyleyememiştim.

30 yaşıma kadar bildiğiniz her türlü şiddete maruz kalmıştım. Adını bile bile. Sadece fiziksel, cinsel, ekonomik, dijital şiddete dair kanıt istemişlerdi mahkemelerde, kanıtlarım araştırılmadan yeterli bulunmamıştı. Psikolojik şiddet zaten kimsenin umurunda değildi. Bir tek ısrarlı takip için uzaklaştırma kararı aldırabilmiştim.

Bunlar yetmemişti. O hayattan kurtulduktan sonra bile, içinde olmayı seçtiğim ortamlarda beyanımın olmadığı konularda her türlü fobiye maruz kalmıştım. Bu yüzden kutlarım her LGBTİQ+ görünürlük gününü. En çok da biseksüel görünürlük gününü. Nitekim ben de az maruz kalmadım bifobiye, biseksüel olmadığım halde. Ha bir de afobiye, aseksüel olmadığım halde. Lezbiyen beyanımı reddetmemse sadece belirlenmiş lezbiyen “formuna” uymamamla bağlantılıdır halen.

Lakin benimle yaşayan çocuklardan biri (“çocuğum” tanımını sahiplik eki içerdiğinden dolayı kullanmıyorum) trans olarak açılıncaya kadar bir daha kaçıp kurtulmayı düşünmemiştim bulunduğum ülkeden-Türkiye’den. Nitekim kurduğum hayat, yeşerttiğim dostluklar, kendimi adadığım mücadeleler aslında oraya aitti. Ancak bir kız, bir de trans (kendini kız veya cinsiyetsiz olarak tanımlamak zorunda hissetmediğinden ortak bir tanım kullanıyorum) çocukla beraber yaşayan birisi olarak hem onların uğrayacakları şiddet türlerine hem de öldürülüp onları yaralı bırakma ihtimaline dair korku sarmıştı her yanımı. Kurtulmalıydım. Kurtulmalıydık. Ne pahasına olursa olsun. Süreç çok zorluydu, bundan bahsetmeyeceğim. Ama sonunda o gün geldi ve güvenli bir yerde hayat kurduk. Ardımızda bi’ ton hasret bırakarak.

O günden sonra başladı her şey. Önce 8 Mart’ta, sonra İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilme kararını duyduğumda. Şimdi yaklaşan Onur Haftası etkinlikleri hazırlıklarında. Bir süre sonra büyük ihtimalle 25 Kasım’da tekrarlayacaktır yine.

Şu anda, tam da şu anda kimim ben diye sorarsanız;

8 Mart’ta yanınızda yürümediği, Boğaziçi direnişine katılmadığı, İstanbul Sözleşmesi nöbeti tutmadığı, takip edilmesi gereken davalarda adliyede olmadığı, Gülistan Doku nerede diye bağıramadığı, bunun yerine “özgürlük ülkesi”nde rahat yatağında oturup twitter’dan olanları takip ettiği, çevresindekilere İstanbul Sözleşmesi ile birlikte neleri kaybediyor olduğumuzu bir türlü anlatamadığı, pandemide eve tıkılan, şiddetten kaçamayan kadınların varlığını bile bile sokakta özgürce yürüdüğü, 100’den az vaka için “bu da çok bee, güvende değiliz” şımarıklığı yaşadığı ve bunun gibi sayamadığım bir çok ayrıcalıkları kabul ettiği için suçlu olduğunu hisseden, suçlu olduğunu bilen bir kadın. Bu genişleyen karanlıktan bizzat sorumlu olmadığımı ben de biliyorum. Arkadaşlarımın, sponsor takımımın telkinine pek ihtiyacım yok aslında bu yüzden. Ben orada bir ses eksik olduğunuz için suçlu hissediyorum. O zincirde iki el eksik olduğunuz için. Geride hepinizi bırakıp en önemli dertlerinden biri kargo şirketlerinin ürünleri söz verdiği tarihte teslim etmediği konusu olan bir yerde sizden gelen mailleri “artık katılamam nasılsa” diyerek okumayı bıraktığım için suçlu hissediyorum. O “birlikte güçlüyüz” dediğim kadınları yaşanan o korkudan kurtaramadığım için suçlu hissediyorum. Stockholm sendromu gibi algılamayın bunu. Siz orada biber gazı soluyarak direnirken, ben Onur Yürüyüşü’nde güvende olduğumdan emin olarak yürüyeceğim için de suçlu hissediyorum.

Kendim “hayatta kalıp” arkamda sizi bıraktığım için suçlu hissediyorum.

Yanınızda mücadele edip düzeni tersine çevirmenize yardımcı olamadığım için özür dilerim kız kardeşlerim (sahiplik duygusu içereninden), sevgilim.

Sevgi ve hasretle,

Hadi Ayşe olsun…

[1] What is survivor’s guilt?, https://www.medicalnewstoday.com/articles/325578

[2] What We Need to Know About Survivor’s Guilt, https://thepsychologygroup.com/survivors-guilt/

[3] https://www.cnnturk.com/haber/yasam/diger/azerbaycan-da-lgbt-aktivisti-intihar-etti

[4] https://minorityaze.org/204-bakida-lezbiyan-deyilib-qisnanan-sagird-intihar-etdi

[5] https://gazetekarinca.com/2021/05/azerbaycanli-anarsist-bayram-memmedov-istanbulda-olu-bulundu/

1 Yorum

  1. İçten ve sarsıcı bir yazı Ayşe, elinize sağlık.

    Okurken aklımdan geçen fikirleri, hisleri sayamadım. Üşüşen birkaç soruyu da sormadan edemedim. Unutmadan, “arkadaş ya da sponsor takımı”ndan değilim sadece benzer bir suçluluk duygusu ve PTSD üzerine sıkça düşünen biriydim:

    Siz olmasaydınız o çocuklara ne olurdu? Onlara kim nasıl bakardı, onları ne kadar anlardı?

    Ve yalnız bıraktığınız için suçluluk duyduğunuz kadınlara olduğunuz yerden destek vermenin bir yolu bulunamaz mı? Öyle bir yol yoksa o yol en azından açılmaya başlanamaz mı?

    Ümitle,

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.