Filmin asıl gerilimi, Sandra’nın katil olup olmamasında değil de aşina olduğumuz kadın temsillerine benzeyip benzemeyeceğine dair.

* Filmle ilgili sürpriz gelişmeler içerir.

Buradaki düşüş patriyarkanın düşüşü olabilir mi? Benim aklıma gelen buydu. Film çıktığından beri en çok vurgulanan yanı, iyi bir gerilim filmi olması, son ana dek bu gerilimi sürdürmesi. Sandra gerçekten katil miydi değil miydi?  Seyirci film boyunca bu sorunun etrafında pür dikkat filmi izlese de sonunda bir cevap bulamıyordu. Bana kalırsa filmin, net bir cevaba ulaşamadığımız sonu ve gerilim hattından fazlası, daha önce eşine pek rastlanmayan feminist bir özne karşımıza çıkarması: Sandra. Film boyunca asıl merak ettiğim şey cinayet mi intihar mı sorusundan çok; devletin, yargının, ahlakın, hatta ailenin karşısında Sandra’nın bir kez olsun yenik bir anı olup olmayacağı idi. Kendinden menkul özgüveni ve yaşamla kurduğu özgün bağ, filmin sonuna dek devam etti.

Film, Alman bir yazar olan Sandra, kocası Samuel ve 11 yaşındaki görme engelli oğulları Daniel ile yaşadıkları ücra bir dağ evinde başlıyor. Sandra, yazar olduğu için kendisi ile tanışmaya gelen kadınla evin salonunda tatlı bir muhabbet içindeyken kocası, üst kattaki varlığını, sonuna dek açtığı müzikle belli ediyor. Film boyunca pek çok kez çalan bu şarkı, mahkemede de dile getirildiği gibi 50 Cent’in P.I.M.P. şarkısının müzikal bir versiyonu, şarkının orijinalindeki sözler ise son derece cinsiyetçi. Klasik kadın-erkek cinsiyet rollerine dayanan bu sözlerde, erkeğin kadına öfkesini de görüyoruz[1]. Kocanın, bu muhabbetten rahatsızlığını, kendini dayattığı şarkı ve tamirat gürültüsüyle anlıyoruz, bu buluşmanın sonlanması için elinden geleni yapıyor.

Film, kocanın gizemli ölümünün ardından başlayan yargılama süreciyle devam ediyor. Daniel, babasının ölü bedenini bulduktan sonra, Samuel’in üst kattan atlayıp intihar mı ettiği yoksa ilişkilerindeki gerilim nedeniyle bir öfke anında Sandra’nın mı kocasını aşağıya ittiği muğlak kalıyor. Olayın soruşturulduğu mahkeme boyunca tüm olasılıkların bilimsel ve psikolojik argümanlarla değerlendirildiğini görüyoruz, bu değerlendirme esnasında Sandra ve Daniel arasındaki ilişkiyi daha yakından görme fırsatımız oluyor.

Bingo! İlk sahnedeki gerilimi doğru tahmin ettik, kocası ve Sandra arasında haset, kıskançlık dolu bir ilişki olduğunu anlıyoruz. Ama bu haset duygusu klasik bildiğimiz kadın-erkek ilişkilerine hiç benzemiyor, roller gerçek anlamda tersine dönmüş gibi. Samuel hayatta yapamadıklarından dolayı, Sandra’yı sorumlu görüyor, onu suçluyor. Sandra ise, bulabildiği her boşlukta her koşulda yazmaya, çalışmaya devam ederken, bu suçlamalarla pek ilgilenmiyor. İstese, gerçekten yazmak istese, kocasının yazabileceğini, yazmama bahanesi olarak Sandra’yı gördüğünü söylüyor. Kocanın Sandra’ya öfkesi, kendinden menkul, anlamını bulan bir hayat yaşaması, güveni, azmi, hayatla kurduğu bağ.

Mahkeme boyunca Sandra’nın kavga esnasında kocasını öldürdüğüne dair kanıt aranıyor. Soruşturmada, Sandra’nın biseksüel kimliği, anneliği, yazarlığı cinayetin sebebi olarak işaret ediliyor. Fakat her kurulan bağ, Sandra’nın varoluşunun özgünlüğüyle havada kalıyor. Sandra öncelikle biseksüel bir kadın olduğu için suçlanıyor, evliyken bir kadınla birlikte oluşu, Samuel’in kıskançlığı, bu nedenle ilişkilerindeki artan gerilim cinayet nedeni olarak işaretleniyor. Sandra’nın güçlü kişiliğini gördüğümüz Samuel ile kavga ettikleri sahne en net olandı. Samuel, yazmadığı/ yazamadığı için Sandra’yı suçluyor. Kaza sonucu görme yetisini kaybeden oğullarına evde eğitim verdiğini, evin tamiratıyla meşgul olduğunu, bu nedenle yazamadığını, Sandra’nın bu işler için ona destek olmadığını söylüyor. Halbuki, Sandra için her şey çok açık, asla kendini suçlu veya borçlu hissetmiyor, kendi seçimleri var, oğlunun durumunu bir mağduriyet olarak görmüyor. Samuel ısrarla yaptığı işleri sayıp döküp, Sandra’nın zamanını çaldığını söylüyor. Oysa Sandra, kimsenin onu zorlamadığını, kendi yazma korkusu ile yüzleşemediği için bahaneler aradığını, bu nedenle Sandra’ya öfkelendiğini söylüyor. “Sana zaman borcum yok” derken, suçluluk duygusuyla hayatta hiç işi olmadığını anlıyoruz. Halbuki, bir kadının annelik, ev işleri, sadakat üzerinden suçlanması, sonra da bu suçlamaları içselleştirip üzülmesi, kendini ispat etmeye çalışması ne kadar aşina olduğumuz bir temsil değil mi? Ve film boyunca pek çok kez tekrar eden şarkının, düşüncelerimizdeki patriyarkal temsiller olduğunu söyleyebilir miyiz? Bence öyle, şarkı alttan alta tekrar etse de biz Sandra’nın kafamızdaki kadın temsillerine uymayışına her sahnede şaşırmaya devam ediyoruz. Dolayısıyla, filmin asıl gerilimi, Sandra’nın katil olup olmamasında değil de aşina olduğumuz kadın temsillerine benzeyip benzemeyeceğine dair. “Senin gibi yazmak istiyorum” diyen kocasına, Sandra’nın cevabı çok net: “Yap hadi! Yazarlar çocukları ya da ev işleri olduğu için yazmayı bırakmazlar!”

Mahkeme heyeti, Sandra’yı yazarlığı, biseksüelliği yanı sıra bir de anneliği üzerinden mahkûm etmeye çalışıyor. Heyete göre, ortak çocuklarının trafik kazasından sonra görme yetisini yitirmesi nedeniyle Sandra, kesin öfkeli kocasına. Onu suçladığı için de bu öfke cinayet sebebi olarak görülüyor. Çünkü, kazanın olduğu gün koca, çocuğu okuldan almakta gecikiyor. Heyete göre Sandra bu yüzden kocasını suçluyor. Israrla soruyorlar, bunun için mi kızgınsın Samuel’e? Çünkü, klasik annelik ve kadınlık rolleri bunu gerektirir heyete göre ve şarkı zihnimizin ardında çalmaya devam ediyor. Sandra kocasına kızgın olduğunu söylüyor, ama kazadan sorumlu gördüğü için değil. Baş edemediği suçluluk duygusuyla oğlunu mağdurlaştırdığı için. Çünkü Sandra, çocuğun görme engelinin gündelik yaşamında bir sorun, olumsuzluk yaratmadığını görüyor. Tıpkı, yazarlıkla ilgili fikirlerinde olduğu gibi, Sandra mağduriyet geriliminden uzak hayata bakışıyla annelik ilişkisi kuruyor.

Mahkeme heyeti; hırslı, yazar kocasını kıskanan, bencil, kötü anne, şehvet düşkünü rolleri ile Sandra’yı değerlendirmekte ısrarcı. Yazdığı kitaplardan birinde, kocasının fikrini alıp yazması, heyete göre çizdikleri kadın temsiliyle pek uyumlu. Dilin, ailenin, cinsel kimliğin zapt edemediği bu kadın, ayrıca ancak etik değerlerden yoksun biri olarak yazar olabilir! Sandra, bunun ilham almak olduğunu açıklarken kavga sırasında kocasına, keşke sen de benim yazdıklarımdan esinlenseydin diyor. Ama yok, kocası ve mahkeme sırf kendine has varoluşu olduğu için Sandra’yı pişman etmekte kararlı. Yazdığı romanlardan birinde, kocasını öldürmek isteyen bir kadının hislerine yer verdiği için de suçlanıyor Sandra. Gerçeklik ve kurgu arasındaki farkın tekrar tartışmaya açıldığı bu anda, Sandra’ya atfedilen kadınlık rollerinin de ne denli kurgusal, fantezi, gerçekdışı olduğunu görüyoruz.

Siz de zihninizin ardında sürekli çalan o şarkıyı duyuyor musunuz? “Bana borçlusun” diye seslenen, olmadık yerlerde, olmadık işlerden, görevlerden bizi sorumlu tutmaya çalışan o sesi? Ama evet, temsil değişiyor. Sandra bize, o kadınlara yıktıkları suçluluk, borçluluk hissinden uzak haliyle yeni ufuklar açıyor. Borçlu olmak şöyle dursun, erkeklerden ve devletlerden alacaklı olduğumuz kesin. Ama, bu hayat, bu beden bizim! Şarkının tekrarı bunu değiştiremiyor!

[1] Şarkının orijinalindeki sözlerin çevirisi için: https://sarkicevirisitesi.blogspot.com/2012/09/50-cent-pimp-turkce-ceviri-dinle.html

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.