Distopyaların bu denli ilgi görmesi, geleceğe dair iyimser öngörülerin bozulduğuna, toplumsal endişenin arttığına delalet ediyor. Fakat Atwood’un da söylediği gibi, ütopyalar ve distopyalar birbirini tamamen dışlamaz; bir umut ışığı her zaman vardır.
Yazıldığı dönemde büyük bir ilgiyle karşılanmamış dahi olsa, zaman içerisinde kendisine belli bir hayran topluluğu edinen, hayal gücünü harekete geçirdiği için okur kitlesi tarafından sevilen ve sahiplenilen, onlarla arasında özel bir bağ kuran anlatılara “kült yapıt” deniyor. Damızlık Kızın Öyküsü de bu tanıma uyan bir kült roman; “ABD’de faşist bir darbe yapılsaydı bu nasıl gerçekleşirdi ve sonrasında kurulan din temelli patriyarkal rejim neye benzerdi?” sorusundan yola çıkarak kurgulanmış feminist bir distopya.
Margaret Atwood’un 1985’te kaleme aldığı roman, geçtiğimiz yıl on bölümlük bir dizi halinde televizyona uyarlandı ve gördüğü büyük ilgi nedeniyle yeni bölümleri çekildi. Şimdilerde ikinci sezon gösterimde.[1] Distopyaların bu denli ilgi görmesi, geleceğe dair iyimser öngörülerin bozulduğuna, toplumsal endişenin arttığına delalet ediyor. ABD’de Trump’ın temsil ettiği otoriteryanizmin yükselişi, tahmin edebileceğiniz nedenlerle bu yönde bir etki yarattı. Fakat Atwood’un da söylediği gibi, ütopyalar ve distopyalar birbirini tamamen dışlamaz; bir umut ışığı her zaman vardır. Romanda/dizide umudu, yeraltında faaliyet gösteren Mayday isimli dayanışma/ direniş örgütünün varlığı temsil ediyor; gerçek hayatta ise, kadın düşmanı, homofobik, transfobik, ırkçı populist politikalara ve sağ-popülist politikacılara karşı mücadele eden kadın hareketinin varlığı.
Yetmiş dokuz yaşındaki Margaret Atwood, ikinci dalga feminizmin kadınların hayatında yarattığı değişimi bizzat gözlemleyen, fakat yaşı itibarıyla bu kazanımlardan gençliğinde yararlanamayan bir kuşağa mensup. Harvard’da okuduğu yıllarda, “ciddi kitaplar”ın durduğu üniversite kütüphanesine kadınların alınmadığını, kendisinin de bu eksikliği edebiyatın çeperinde kalan kurgusal metinleri okuyarak telafi ettiğini anlatıyor: “O dönemde, akademide saygınlığı olan hiç kimsenin böyle yazın çeşitlerine ya da ‘bilimkurgu’ ile fantastik ve ütopik gibi onunla ilişkilendirilebilecek tür veya alt türlere herhangi bir ilgi göstermediğini belirtmem gerek.”[2] Bu yönelimin ve çocukluğunda severek okuduğu Gotik masalların sonraki yapıtları üzerinde etkili olduğu aşikâr.
Damızlık Kızın Öyküsü (ya da İngilizce adıyla The Handmaid’s Tale) esasen bir ana karakter etrafında örülen olaylar ve onunla ilişkili yan karakterlerden oluşuyor. Ana karakterin dizideki adı June; romanda ise Offred (Fred’inki) diye geçiyor. Teokratik-patriyarkal rejimin kimliklerinden kopardığı “damızlık kızlar”, çocuklarını doğurmak üzere tahsis edildikleri komutanların isimlerini taşıyorlar: Offred (Fred’inki) ya da Ofglen (Glen’inki). Bu yazıda esasen anlatının şifresini çözmeye yardımı dokunabilecek bir yan karakterden söz etmek istiyorum; damızlık June’un annesinden…
June’un annesi, tek başına yaşayan, evlenmeden çocuk doğuran, feminist-aktivist bir kadın. Geçmişe ait bir figür olarak hem romanda hem de dizinin ikinci sezonunda (üçüncü bölümde) çıkıyor karşımıza… Anne, bedeli yalnızlık olsa da hakları ve özgürlüğü için mücadele eden bir kuşağı temsil ediyor. “Siz gençler hiçbir şeyin değerini bilmezsiniz”, diyor kızına… “Sizi sadece bulunduğunuz yere getirmek için neler çektiğimizin farkında değilsiniz (…) Şu kadarcık yol almak için bile kaç tank kaç kadının yaşamını ve bedenini ezip geçti, biliyor musunuz?”[3]
June’a gelince; belli ki o mücadele geleneğini sürdürmeye -en azından başlangıçta- hazır ve hevesli değil. Şöyle dile getiriyor annesiyle olan ilişkisini: “Anneme kimi bakımlardan hayrandım, ilişkimiz hiç de kolay olmasa bile. Benden çok şey beklediğini hissederdim. Benden kendi için yaşamını ve yaptığı seçimleri haklı çıkartmamı bekliyordu. Hayatımı onun şartlarına göre yaşamak istemiyordum. Örnek evlat düşüncelerinin cisimleşmesi olmak istemiyordum. Bu konuda hep kavga ederdik. Varoluş nedenin değilim ben, demiştim ona bir keresinde.”[4]
Elbette tüm bu sözler ve duygular geçmişe, darbeden önceki döneme ait. Sonrasında, tamamı erkeklerden oluşan faşist bir teşkilatın Anayasa’yı askıya aldığını, yönetime el koyan yeni rejimin kadınların çalışmasını yasakladığını, tüm haklarını ellerinden alarak mevcut varlıklarını ve banka hesaplarını kocalarına ya da erkek akrabalarına devrettiğini ve June gibi doğurganlık çağındaki kadınları köleleştirdiğini görüyoruz. Ne zaman ki hayatı avuçlarının arasından kayıp gidiyor; tutsak June, “Keşke annem burada olsaydı da nihayet anlayabildiğimi ona söyleyebilseydim” diyor.
Belirsiz bir gelecekte geçiyor olmasına rağmen Damızlık Kızın Öyküsü, tarihsel bilinç taşıyan bir anlatı. Atwood romanını, cadılıkla suçlanan büyük büyükannesi Mary Webster’a adamış. Bir komşunun çocuğunu bakışlarıyla üç kez havaya kaldırmak, şeytanla ilişki kurmak, büyüyle cinayet işlemek gibi akıl almaz suçlamalara ve işkenceye maruz kalan büyükanne, asıldığı halde şansın yardımı ve olağanüstü bir iradeyle hayatta kalmayı başarmış.[5] Mary Webster’a adanan roman da zorbalığa direnen ve hayatta kaldığını/kalacağını umduğumuz kadınlar hakkında…
[1] Diziyi izleyip de romanı henüz okumayanlar için; uyarlamanın oldukça başarılı ve aslına sadık olduğunu belirtelim. Elbette senaryo geriye dönüşlerle beslenmiş, karakterler genişletilmiş; özellikle ikinci sezonda kimi sahneler gereksiz yere sündürülmüş olsa da romanın ruhu yerli yerinde duruyor.
[2] Atwood, M. (2014) Başka Dünyalar, (çev. Selin Siral), İstanbul: Kolektif Kitap, s. 90.
[3] Atwood, M. (1992) Damızlık Kızın Öyküsü, (çev: S. Altınçekiç, Ö. Kabakçıoğlu), İstanbul: Afa Yay., s. 140.
[4] a.g.e.
[5] Sullivan R. (2013) Kırmızı Pabuçlar: Margaret Atwood’un Yazarlığa İlk Adımları, (çev. Ö.S. Gayretli), İstanbul: Everest Yayınları, s. 2-7.