Hukukçu ve yapımcı Aslı Akdağ ilk belgeseli Bekleyiş ile geçtiğimiz günlerde 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde jüri özel ödülü aldı. Bekleyiş’te Türkiye’de bekar bir kadın olarak hamilelik sürecini belgeliyor. Aslı Akdağ ile Bekleyiş’i ve Türkiye’de bekar bir kadının hamileliğini nasıl deneyimlediğini konuştuk.
Türkiye’de bekar anne olmakla ilgili yegane iş oldu belgeselin. Belgeseli yapmaya hangi aşamada karar verdin?
Evet bugüne kadar bekar annelik veya babalık üzerine başka bir işin yapılmamış, olmamış olması hayli enteresan. Halbuki hayatın doğal akışı gereği çok fazla tek ebeveyn de mevcut etrafımızda. Ama galiba bu konuyu yok saymayı tercih ediyoruz toplum içerisinde. Bu şekilde yaşayanlarsa zaten mevcut durumlarını dillendirmekten imtina ediyorlar belki de aynı nedenlerle.
Belgeseli yapmaya benimle benzer hikayeleri olan kadınlara ulaşma ihtiyacını hissettiğimde karar verdim. Topluma söyleyecek sözlerim de vardı. O nedenle çocuğuma bırakacağım görsel bir günce fikriyken başlangıçta bu proje, sonraları daha çok insana ulaşabileceğim bir belgesel fikrine dönüştü.
Annenin evli bir kadın olarak sana ve kardeşine bakım veren tek ebeveyn olma deneyimini de paylaşıyorsun belgeselde. Her ne kadar bekar anne olma kararına dair bir belgesel olsa da gerek annenin deneyimi gerek çeşitli akraba ve tanıdıkların göstermelik de olsa bir baba/koca olsun öğütleri baba olmaktan ne anlaşıldığına dair bir toplam sunuyor. Sen ne düşündün bu konuya dair?
Tam da bunu göstermeyi istedim. Bizde birçok ailede baba var ama aslında yok; sadece adı var. Yani babalık yapmadan baba denilmesi dahi bir insana bana doğru gelmiyor. Genlerden daha çok emeğin önem arz etmesi gerekmez mi bir noktada? Annelerin tek başlarına yetiştirdiği çocuklardan oluşan bir toplumuz adeta. Sonra aman evde erkek olsun, ceketi asılı olsun; kadınların kendilerine yaptığı bir haksızlık gibi de geliyor bu bana. Göstermelik olarak ideal evli çift, harika karı-koca görüntüsünü verebilmek adına insanlar zoraki evlilikleri sürdürebiliyorlar sonra da.
Kadınların nasıl davranması ve gebe kadınların kamusal alandaki varlıklarına dair söz söyleyen siyasi/kamusal figürlerin söylemlerini de kullanıyorsun. Senin deneyimlerinde bu söylemlerin nasıl etkileri olduğunu düşünüyorsun?
Gebelik çok doğal bir yolculuk. Ancak bebeği taşımadan doğum anına kadar kadının kendisini dahi yabancılaştırıyoruz bu sürece. Halbuki gebe olarak da hayatın içinde olmamız çok normal elbette. Kamusal alanda olmamız, çocuğumuzu emzirmemiz, çalışmamız doğal olan. Ben kendi sürecimi kendi doğrularımla yaşadım. Markette de emzirdim, son güne kadar işyerime de gittim. Hatta doğumdan bir hafta sonra yine toplantılara gidiyordum. Ancak dışarıdan karışanlar olmuyor muydu? Elbet oluyordu, fiziken ve de manen kendimi zorlamadığım sürece sorun yok bence bu nedenle kulak asmadım karışanlara.
Esasen bizdeki siyasi figürlerin o anlamda çok fazla malzeme verdiği de bir gerçek ancak konuyu ekseninden kaydırmamak adına sınırlı şekilde yer verdik bu söylemlere. Hani sözüm ona İstanbul’da modern kadının hiç sorunu yok ya; en basitinden ekranlarda, orada, burada duyarak maruz kaldığımız bu ataerkil üst sesi de bir şekilde hatırlatmayı istedim. Evet, ben İstanbul’da yaşayan, ekonomik özgürlüğüne sahip bir kadınım ancak bu toplumdaki her kadın gibi toplumsal baskıyı gayet de güzel yaşadım. Nasıl duracağımı seçebilirim ancak nelere maruz kalacağınızı seçemiyorsunuz işte. Ve insanız, etkilenmememiz mümkün değil.
Herkesin ne kadar muhafazakar olduğuna dair bir tespitin var belgeselde. En beklemediğin nerelerden geldi bu muhafazakarlık?
En beklemediğim tepkiler gayet aydın görünümlü, kendisini yetiştirmiş birisi olarak addettiğimiz erkeklerden geldi. Sahte evlilik yapma önerilerinden, önce evlenseniz sonra boşanırdınız gibi çok cin fikirli (!) çözüm önerilerine… Bir de alakam olmayan akrabalar var, yıllardır görüşmemişiz… Birden herkes ahlaka dair beklentilerini size yüklemeye bayılıyor biraz norm dışı bir iş yaptıysanız. Halbuki bu kadar zor olmamalı kabullenmek; yürümedi, olmadı… zorlayacak bir durum yok. Bana bunları tavsiye etmek yerine herkes dönüp kendi çevresine baksa; sürekli kutsallaştırılmış aile kavramı üzerinden zoraki evlilikler yerine mutlu birliktelikleri mühimsese… Yani özetle herkes önce bir kendisine dürüst olsa çok daha güzel olacak bence her şey.
Türkiye’de bekar kadın olmakla ilgili yapılan çalışmalar kadınların kendilerini korumak için çeşitli taktikler geliştirdiklerini gösteriyor. Kapının önüne ayakkabı koymaktan, belli mahallelerde yaşamayı seçmeye karar vermeye kadar farklı stratejiler. Bu deneyime aşinasındır diye düşünüyorum, bir de üstüne anne olmak neleri ekledi?
Bekar olmadan da taktikler geliştirmek durumunda kaldığımız için çok fark olmadı sanırım. Daha lisede erkeksi yürüyerek göğüslerimizi saklamakla baş koyduk biz bu yola 🙂 İşi şakaya vurmadan cevaplamaya kalkarsam gerçekten çok içim sıkışıyor bu konuda; ülkede hakikaten çok ciddi bir erkek baskısı ve şiddeti mevcut. Nitekim her gün cinayetlere varan sonuçları oluyor bu tahakkümün. İyi görünen, eğitimli olan erkeğin bile psikolojik şiddet uyguladığını, ilişkisini manipüle ettiğini görüyoruz; yaşıyoruz. Böyle bir ortamda hiçbir gerekçe olmaksızın İstanbul Sözleşmesinden çekilmiş olmamız da inanılmaz, aklım almıyor.
Açıkçası ben yeni stratejiler geliştirmedim; görmemek, duymamak en güzel çözüm oluyor. Ancak ben yine şanslı bir muhitte yaşayan birisiyim, onu da eklemek isterim. Sesini duyurma imkanına sahip olmayanlara hukuki destek nasıl verebiliriz onu da değerlendiriyoruz şu ara ortağımla.
Türkiye’de “özel hayat” üstüne soru sorulmaması gereken bir mahrem gibi davranılsa da gebe kaldığın anda bu mahrem ortadan kalkıyor. Evli ol, olma herkes gebeliğin ve anneliğin hakkında konuşmakta beis görmüyor. Özel hayatının taksi şoföründen banka görevlisine, komşudan tanıdığa herkes için rahatça soru yöneltilip akıl verilebilir bir konuya dönüşmesi ile nasıl baş ettin?
Kesinlikle çok doğru. Sanıyorum herkesin en uzmanı olduğu konu bu; annelik, ve evlilik. Neden? İki birbirinden ‘kutsal’ konu. Dolayısıyla en mükemmel şekilde bu rollerin gereği yerine getirilmeli. Halbuki her şeyden evvel doğum da doğal ölüm de; ölümle anne babasını kaybetmiş insanlar da var bu toplumda; boşanmış çiftlerin çocukları da… Neden hayatın doğal akışında oluşan bu gerçeklerin dahi varlığını göz ardı ediyoruz?
Bunların hepsinin sadece insan için olduğunu ve insan olmanın doğal sonuçları olduğunu bir kavrasak… Sadece mahallelide değil, okul kitaplarında da var bu zorba dil; yazılı, görsel basında da… İnsanlara sürekli çocuğu varsa eşi de vardır; ufak bir çocuksa mutlaka annesi babası vardır diye hayatın akışına ters bir öngörüyle yaklaşılıyor bireylere ve sürekli buradan hareketle kurulan cümlelerle çocuklara eksik hissettiriliyor.
Sadece bir kısmını belgeselde gördüğümüz, gündelik hayattan bürokrasiye akraba ilişkilerinden arkadaşlık ilişkisine pek çok zorluk yaşadığına tanıklık ediyoruz. Seni güçlendiren neler oldu?
Beni güçlendiren çekirdek ailemin duruşu ve yanımda duran diğer kadınlar oldu. Ayrıca bu süreci dokümante ediyor olmam da adeta bir misyon yüklediği için belgesele, beni çok güçlü kıldı. Adeta bir terapi gibiydi. Yönetmen arkadaşım Banu Sıvacı her anımda yanımdaydı, Canset Özge Can harika müzikler yaptı, Yasemin Akıncı ile aylarca kurgu masasındaydık, Kıvılcım Aka, doula olan arkadaşım Damla… İhtiyacım olan her an yanımdaydılar. Film Yapan Kadınlar adında bir topluluğumuz var, oradan birçok arkadaşım da destek verdi. Ekibimizin de çoğu kadındı zaten ve hepsinin desteği, varlığı bana çok iyi geldi.
Belgesel birinci tekil şahıs belgeselinin bir örneği. Bu türün bir kadın olarak kendi deneyimini anlatmakta nasıl imkanlar taşıdığını düşünüyorsun?
Benimkisi otobiyografik de bir anlatı olacağından bu yolu seçmem elimdeki tek etkili olasılıktı tabii. Genel olarak da karakter odaklı hikaye belgesellerde bu anlatım şeklini seviyorum. Daha çok empati kurduran bir tarafı var. Eğer odağı gerçek hikâyede tutabilirsek, yani duygusallığa, yapaylığa kaçmazsak gerçekten samimi işler çıkıyor. Bu bağlamda kadınların deneyimlerini anlatabilmek adına oldukça etkili bir anlatım biçimi olduğunu düşünüyorum ve başkaca kadın hikayelerini de benzer şekilde belgeselleştirmeyi istiyorum.
Maalesef istisnaları saymazsak Türkiye sinemasında filmlerde kadını daha çok yan karakter olarak görüyoruz. Birisinin karısı, birisinin annesi olarak konumlandırılmış, derinlemesine yazılmamış dolu karakter var. Bu da aslında kadının görülmek istenildiği alanın bir izdüşümü gibi; yani ya anne ya eş rolünde. Ya da hayat kadını veya aldatan kadın olarak filme dahil ediliyor kadınlar.
Bu karakterlerin hepsi var gerçek hayatta da filmlerde de olacak elbet; ancak söylemeye çalıştığım şey şu: Bir anne de bir eş de bir hayat kadını da öncelikli olarak bir kadın ve insan. Bu karakterleri de aktarırken toplumsal roller ve klişelere saplanmış bir yerden anlatmaktan çıkarmak ve daha gerçek karakterlere yer vermek gerek Türkiye sinemasında. Kadınlar birisinin annesi, eşi değil; ya da bir anne veya eş değilse kötü kadın da değildir. Bireydir her şeyden evvel, artısı ve eksisiyle. Filmlerde de öyle olmalı.
Belgesel ilk gösterimini Antalya Film Festivali’nde yaptı ve jüri özel ödülü aldı. Proje geliştirme sürecinde ve gösterimden sonra nasıl tepkiler aldın?
Proje geliştirme sürecinde Antalya Film Foruma katıldık; yurt dışı platformlardan da davet almıştık ki pandemi nedeniyle iptaller oldu. Ancak ülke ve Avrupa dahilinde beni şaşırtan şu oldu; “İstanbul’da bir kadın neden zorluk yaşasın ki?” cümlesi.
Öncelikle bu Avrupa’nın daha çok görmeyi istediği oryantalizmle bezenmiş, Anadolu kadınını anlatan, bol dramalı bir iş değil; öyle bir iddiası da yok. İkinci olarak kızdığım “neden zorluk yaşayasın ki?” kısmı. Bu düşünce külliyen yanlış; çünkü yaşadığımız toplumun dinamiklerinden ve genel geçer kabullerden kendimizi ayrıştıramayız. Geliştirme sürecinde sektör tarafından duyduğum yine bu erkek bakış açısı yorumu beni rahatsız etmişti.
Gösterimden sonra tepkiler çok iyiydi; anlatmak istediğimi anlatmışım bunu görmek çok iyi geldi. İzleyiciye anlatmak istediklerimin geçtiğini görmek… Tabii bazı çatlak sesler oluyor arada, ancak onları da düşünmeye sevk ettiğimi fark ediyorum. Bu da bana iyi geliyor, amacına ulaştı diyorum yaptığımız iş.
Teşekkürler 🙂