İstanbul Sözleşmesi, son dönemdeki paradigma değişiminin pek çok noktasına birden dokunuyor. Uluslararası bir sözleşmeyi bu detayda öğrenmemize yol açan bu süreçte küresel saldırının tüm bu farklı boyutlarını birlikte ele almak önemli.

On gün sonra, 1 Temmuz itibariyle, çok şaşırtıcı bir gelişme olmazsa, İstanbul Sözleşmesi’nin ilk imzacısı Türkiye, sözleşmenin 10. yılının kutlandığı 2021 yılında, imzacı ülkeler arasından çıkan ilk ülke olacak.

20 Mart gece yarısı cumhurbaşkanı kararıyla atılan bu resmi adım, pandemiye rağmen, Türkiye’nin pek çok ilinde kadınları hızla sokağa döktü, milyonlarcası sosyal medyada tepkilerini dile getirdi. Bugün de eylemler son hızıyla devam ediyor. Türkiye dışından da Türkiyeli feminist ve LGBTİ+ grupların tepkisine destek mesajları ardı ardına geldi.[1] Türkiyeli kadınların mücadelesine desteğin ve ulusötesi feminist dayanışmanın önemi ve etkisi tartışılmaz. Bu yazı ise ulusötesi feminist biraradalığı destek ilişkisinin ötesine taşımayı gerekli kılan, İstanbul Sözleşmesi’nde somutlaşması hiç de tesadüfi olmayan, küresel bir saldırının altını çizmek için yazıldı.

Sözleşme karşıtı söylemler Türkiye’de ilk kez 2020’nin yaz aylarında dillendirilmeye başlandı. Bir anda gündemimize uluslararası bir sözleşmenin düşmüş olması başta şaşırtıcıydı, ancak daha geniş bir çerçeveden bakınca bu tartışmanın pek de yeni olmadığını gördük. Aynı yaz aylarında, iki ülkede birden, devlet görevlilerinden İstanbul Sözleşmesi’ne karşı açıklamalar duyduk. AKP grup başkan vekili İstanbul Sözleşmesi’ndeki toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim meselelerinin “bizimle uyuşmadığını” söyleyerek imzalamak yanlıştı dedi. Polonya’da da Adalet Bakanı aynı ay içinde, sözleşmenin Polonya kültürüne ve aile değerlerine aykırı olduğunu söyleyerek sözleşmeden çekilme çağrısı yaptı. Bu çağrı Polonya’da hemen karşılığını buldu ve Başbakan Mateusz Morawiecki, Anayasa Mahkemesi’ni İstanbul Sözleşmesi’nin yasal zemini sorgulamaya çağırdı. Bu da ilk kez atılan bir adım değildi, zira 2018’de Bulgaristan’da sözleşme anayasaya aykırı bulunmuştu. Halihazırda sözleşmeyi imzalayan 45 ülkeden 12’si henüz sözleşmeyi onaylamamış durumda ve bu bürokratik bir oyala(n)ma nedeniyle değil, kamuoyunda süren, devlet kademesinde karşılığını bulan sözleşme karşıtlığı nedeniyle böyle.

Erkek şiddetine karşı yıllardır mücadele eden feministler sayesinde kadına yönelik şiddet bugün artık kabul edilemez görülse de, amacı tam da bu meşru görülemez olanı engellemek olan İstanbul Sözleşmesi üzerinden yürüyen bu tartışmalar şaşırtıcı değil. Zira sözleşme, son yıllarda daha da güç kazanan aşırı sağın cinsiyetçi, homofobik, ırkçı ve ulusalcı söyleminin sinir uçlarına dokunuyor.

İstanbul Sözleşmesi, öncüllerinden farklı olarak ilk kez, şiddetle bu şiddete sebep olan güç ilişkileri—adını koyarsak—patriyarka arasındaki bağlantıyı ortaya koyuyor. İlkini engellemenin ancak ikincisine müdahale etmekle mümkün olduğunu söylüyor. Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli ayrımcılığa karşı, toplumsal cinsiyet sistemini hedef alan sözleşme bir yandan şiddetin hedefindeki farklı grupları tanırken, diğer yandan şiddetin sebebini doğallaştırılarak sabitlenmiş cinsiyet hiyerarşileri ve eşitlik karşıtlığı olarak teşhis ediyor. Yani, sözleşme karşıtlarının anladığı doğru. Tüm dünyada yükselen toplumsal cinsiyet karşıtı söylemler, bunları savunan örgütlenmeler ve bu politikayı devlet kademesine taşıyan siyasetçiler için kullanılan “anti-gender” (toplumsal cinsiyet karşıtı) tanımını son dönemde çokça duyar olduk. Kadın düşmanı, homofobik, transfobik söylemlerinin temeline insan doğasını, “fıtrat”ı koyan bu politik duruş, çoğunlukla dini referanslarla besleniyor.[2] Bu bakış açısının İstanbul Sözleşmesi’ne karşı olması şaşırtıcı değil. Bu görüş, sözleşmedeki cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği farklarını tanımadığı gibi, toplumsal cinsiyet rollerini doğallaştırarak bu rollerden beslenen hiyerarşiyi doğal bir farka indiriyor; kadınları annelik ve diğer cinsiyetçi rollere sabitliyor. Bu rolleri kuran aileyi temel değer olarak benimseyerek, sözleşmenin buna zarar verdiğini söylüyor.

İstanbul Sözleşmesi’nin bugün bu düzeyde tartışılmaya açılmasını destekleyen diğer bir gelişme ise ulusötesi insan hakları söylem ve sistemlerinin giderek güç kaybettiği bir dönemden geçiyor olmamız. İstanbul Sözleşmesi’ni imzalayan 45 ülkeden 32’si sözleşmenin imzaya açıldığı ilk üç sene içinde imzasını atmış. Şiddet alanında çalışan kurumlar, feminist ve kadın örgütlerinin dışında bu durumun bu ülkelerde kamuoyunun dikkatini çekmiş olduğuna pek ihtimal vermiyorum. Daha düne kadar, uluslararası sözleşmeler yazılır, imzalanır, pek de kimsenin ruhu duymazdı. Özellikle de uluslararası hükümet dışı örgütlerin küresel insan hakları standartlarını savunma konusunda konumlarının kabul gördüğü, 90’lar ve 2000’lerde durum böyleydi. En azından söylemsel düzeyde temel hakların savunulduğu bir dönemden, hem bu hakların sorgulandığı hem de uluslararası düzeyde bir hesap verebilirliğin artan ulusalcı söylemlerle engellenmeye çalışıldığı bir döneme geçmiş bulunuyoruz. İstanbul Sözleşmesi’nin getirdiği yeniliklerden biri tam da bu hesap verebilirliği sağlayan izleme mekanizması. GREVIO raporları[3] sayesinde bugün, sözleşmenin kamuoyunda tartışılmadığı ülkelerde bile nasıl sorunlu şekillerde uygulandığını, tüm kadınların eşit düzeyde bu korumadan yararlanamadığını öğreniyoruz. Sadece farklı devletlerin birbirine, ulusötesi kurumların devletlere/hükümetlere değil feminist ve LGBTİ + örgütlenmelerinin, kadın kurumlarının da politika yapan ve uygulayanlara hesap sorma hakkını tanıyan bir izleme mekanizması bu.

Bugün Sözleşmenin tartışıldığı ülkelerde sıkça görülen anayasaya aykırılık tartışması da ulusal hukuk sistemi ve anayasal değerlerin üstünlüğünü savunan çok eski bir tartışmayı yeniden ancak oldukça geri bir yerden alevlendiriyor. (Bu noktada aslında Türkiye’nin, kendi yasalarıyla çatışan bir durum olması durumunda uluslararası sözleşmelere öncelik tanıyan bir ülke olduğunu hatırlatmak istiyorum. Ancak ne yazık ki, cumhurbaşkanlığı kararıyla bir gecede çıkılabilen uluslararası sözleşmelerin yasal üstünlüğü bundan sonra ne anlama gelecek, onu hep birlikte göreceğiz.) Bugün korunmak istenen “ulusal değer”, aile birliğini temel alan, eşitliğe inanmayan, onların deyimiyle “toplumsal cinsiyet ideolojisine” karşı, homofobik ve transfobik bir değerler sistemi. Örneğin, aşırı sağ parti lideri Orban’ın, Macaristan’da 2010’da yönetime gelir gelmez ilk yaptığı icraatlardan biri anayasayı değiştirmek ve evliliğe bir kadın ve erkek arasındaki birliktelik olarak anayasal statü kazandırmak olmuştu. Yine, erkek-kadın birliği olarak tanımlanan evliliği anayasayla garanti altına almış olan Slovakya’da Sözleşme karşıtları, anayasaya aykırılık konusunu gündemden düşürmüyor. Sözleşmenin anayasa mahkemesine taşındığı ülkelerden biri de Letonya. Ancak geçen hafta verilen kararla, Letonya’da Sözleşme anayasaya uygun bulundu,[4] ancak bu kamuoyunda tartışmanın benzer politik hatlardan ilerlemesini engellemiyor. Sözleşmeyi anayasaya aykırı bulan ve bu açıdan “örnek ülke” Bulgaristan’da Temmuz 2018’de Anayasa Mahkemesi kararında sözleşmedeki toplumsal cinsiyet ifadesinin Bulgaristan anayasasının ikili cinsiyet sistemini temel alan anlayışıyla çeliştiği ifade ediliyor.[5]

Ulusal sınırları kesen birbirinden farklı değerler ve inanç sistemlerinin, belli konularda birbirini bu düzeyde “örnek” alabilmeleri ve birbirlerinden destek bulabilmeleri, söz konusu olanın küresel bir saldırı olduğunun kanıtı. Malum Türkiye Cumhuriyeti İletişim Bakanlığı, cumhurbaşkanının kararına tepkiler sonrasında yaptığı açıklamada İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili ciddi endişeleri olan tek ülke biz değiliz diyerek, sözleşmeyi imzalamayan AB ülkelerini sıralamış, Polonya’ya da özel yer vermişti.[6] Bu özel yeri oldukça hak eden Polonya’nın[7] halihazırda, sözleşmeye alternatif bir başka uluslararası sözleşme hazırlığında olduğu ortaya çıktı. Hırvatistan, Çekya, Slovakya ve Slovenya’nın içinde olduğu ortaya çıkan bir grup ülkeye Polonya Adalet Bakanlığı tarafından İstanbul Sözleşmesi’ne alternatif bir sözleşme hazırlama vizyonu ile bir çağrı yapıldı. Böyle bir çağrının onlara ulaşmadığını ya da destek vermeyeceğini açıklayan ülkeler oldu ancak çağrıdaki uluslararası biraradalık vurgusu oldukça ilginçti. Çağrıyı yapan Romanowski, mailinde “Bu günlerde aileyi korumayı sadece ulusal düzenlemelere bırakamayız, Avrupalı ülkelerin birlikte geliştireceği uluslararası çözümlere ihtiyacımız var,” diyordu.[8] Uluslararası ayağı ne hızla ve ne şekilde örülür bilinmez ama İstanbul Sözleşmesi’ne alternatif bir sözleşme olarak Aile Hakları Sözleşmesi’nin yapılmasını öneren “Aileye Evet, Toplumsal Cinsiyete Hayır” projesi Polonya parlamentosunda kabul edilmiş durumda; alt komisyonlarının onayını bekliyor.[9]

Kısacası, İstanbul Sözleşmesi, son dönemdeki paradigma değişiminin pek çok noktasına birden dokunuyor. Uluslararası bir sözleşmeyi bu detayda öğrenmemize yol açan bu süreçte küresel saldırının tüm bu farklı boyutlarını birlikte ele almanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bitirmeden önce, bu yaklaşımla hareket eden bir gruptan da söz etmek isterim. Sözleşmenin 10. Yılında, 11 Mayıs’ta Türkiyeli feminist ve LGBTİ+ örgütlerinden kadınların çağrısıyla kurulan uluslararası bir grup #United4IstanbulConvention[10] (İstanbul Sözleşmesi için Birlikte) adıyla bir kampanya başlattı. Bu kampanya grubunun çağrıcılarından biri olarak baştan itibaren İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışmasını ulusötesi bir düzeyde de ele almanın önemli olduğuna inanıyor ve elimizden geldiğince böyle bir çabayla hareket etmeye çalışıyoruz.

Tüm bu artan baskı ve saldırı altında, en temel mücadeleye, eşitlik mücadelesine geri döndük gibi. Ancak bugün artık kadın-erkek eşitliği değil, ikili cinsiyet sistemini aşan bir eşitlik istediğimizi söylüyoruz. Farklı iktidar ilişkilerinin kesişimlerini gören, erkek şiddeti ve tüm diğer şiddet biçimleriyle bu iktidar ilişkilerinin ilişkisini kuran ve iktidarları sarsmayı hedefleyen; bunun için mücadele eden farklı politik aktörlerin konumlarını ve politikayı belirleme haklarını tanıyan; bunu ulusal sınırlara asla sıkıştırmadan haklarımızı savunuyoruz. Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıyor olması, kadınların ve LGBTİ+ların yaşamlarını doğrudan etkileyecek; halihazırda sözleşmeyi tartışan diğer yönetimlere güç verecek. Ancak biz mücadelemizi büyütmeye, bizi sıkıştıranlara inat ufkumuzu da alanımızı da biraradalığımızı da en geniş, en büyük yerden kurmaya devam edeceğiz. İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmeyeceğiz.

[1] https://catlakzemin.com/istanbul-sozlesmesi-kararina-karsi-ulus-asiri-dayanisma-dayanismamiz-nefretinizden-guclu/

[2] https://kaosgl.org/gokkusagi-forumu-kose-yazisi/avrupa-da-ve-dunyada-toplumsal-cinsiyet-esitligi-karsiti-akimlarin-etkileri

[3] https://rm.coe.int/horizontal-review-study-2021/1680a26325

[4] shorturl.at/hCLMO

[5] https://neweasterneurope.eu/2021/02/02/sexism-and-violence-against-women-will-this-nightmare-in-bulgaria-end/

[6] https://www.iletisim.gov.tr/turkce/haberler/detay/turkiyenin-istanbul-sozlesmesinden-cekilmesine-iliskin-aciklama

[7] Baytok, Cemre; İstanbul Sözleşmesi, Toplumsal Cinsiyet Politikaları ve Ötesi: Polonya ve Türkiye, Hafiza Merkezi Berlin, https://www.hm-berlin.org/wp-content/uploads/2021/06/HMB_Pub2_ENG_v2.pdf

[8] https://balkaninsight.com/2021/03/15/polands-replacement-for-istanbul-convention-would-ban-abortion-and-gay-marriage/

[9] https://wyborcza.pl/7,173236,26937747,parliament-moves-ahead-on-draft-law-to-replace-the-istanbul.html

[10] https://united4istanbulconvention.medium.com/

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.