İnsanlar ikiye ayrılır; çok fazla ikiye. Sen de bu çok fazla iki’de birden çok kategoriye elbette girebilirsin; güzel, akıllı, entelektüel, aydınlık, zengin, kaygılı.
Seni tanıyorum…
Evi seviyorsun. Boşluğuyla fiyatı doğru orantılı olarak artan bu yerlerden en güvenli muhittekilerden bir tane! Bağımsız salonlu, mümkünse açıklığa bakan, geniş bir mutfak, möblesiz, kendin seçersin. Seni sokaktan ve dolayısıyla sayıları gitgide artan suçların bir tarafı olmaktan (evet biliyorum sadece mağduru değil – bir cinnet anında faili de olmaktan), dillerini anlamadığın yabancıların ortasında kalmaktan, fanatik taraftarlardan ve amigo kızlardan, mahalle düğünlerinden, sokaklarda yıkanan halılardan, sabahın en erkeninde yükselen okul zilinden, kötü kaldırım taşlarından, tükürüklerin kuruyup havaya oradan da genzine karıştığı kötü kaldırım taşlarından, hep topuğunu yakalayıp kıran mayın kaldırım taşlarından, curcunanın ortasında birden bir polisin kaskına doğru yönelen arsız kaldırım taşlarınd-! Neyse…
Zeytinyağının ısındıkça hafiflemesini seviyorsun; kendini bırakmasını, sıvının nasıl daha da sıvı olduğunu, kimyayı gözünle görmeyi… Sarımsakların yaralarını ayıklamayı. (Bitkilerin çürüyen yerlerine “yara” dendiğini öğrendiğin gün takviminde işli. O günden beri bıçağın ucuyla, nazikçe ayırıyorsun onları yaralarından ve tencereye atmadan evvel biraz süre veriyorsun; yarasız ve izli ömürlerine birkaç saniye daha. Hem bir yerde okumuştun, seni tedirgin eden yeraltı edebiyatı alıntılarında, adlı adınca değil ama aklında kaldığı kadarı: yara izi iyidir, hâlâ yaşıyorum demektir. Gibi bir şey. Yeraltıyla ilişkilenmeyi kaldırabileceğin tek olasılık edebiyat. Konumuz bu değil, kafan çok hızlı karışıyor bu günlerde… Hangi günler?)
Eski eşyaları da seviyorsun. Güzel ve güvenli muhitinin etrafındaki antikacıdan aldın o mavi çiçekli fincanı, ucunda taşınırken olmasını umduğun minnacık bir kırık; bu dağınıklıktaki yaşanmışlık hoşuna gidiyor. Sen de yaşıyorsun elbet; kim inkar edebilir; bak alnın hafif hafif kırışmaya başladı, özellikle televizyonun karşısında kaygıyla oturup dışarı’yı izlerken. İnsanlar ikiye ayrılır; çok fazla ikiye. Sen de bu çok fazla iki’de birden çok kategoriye elbette girebilirsin; güzel, akıllı, entelektüel, aydınlık, zengin, kaygılı. İnsanlar ikiye ayrılır: dışarı’yı pencerelerden izleyenler ve dışarı’yı televizyonlardan izleyenler. Senin pencerelerin geniş açıklıklara bakıyor. Bu bile kaygını azaltmaya yetmiyor; ne yazık!
Mis gibi bir duştan sonra, perdeleri uçuşan pencerenden giren sıcak hava kurutuyor seni, havluya bornoza hacet yok. Saçlarını alelade bir topluyorsun, fincanında soğumuş kalan kahven de yanında. Küçük televizyonunun karşısındasın. Küçük televizyonun sana ötekini, sınırları, sorumlulukları ve hakları, düzeni ve devleti hatırlatıyor.
Nobel ödüllü kadın yazarlar listesinden seçtiğin, okurken anksiyeteni göklere taşıyan –evin tavanı bile koruyamamıştı seni!– Doris Lessing’in Hayatta Kalma Güncesi’ni hatırlıyorsun. Dünyanın bu koordinatında ve bu zaman diliminde, bu bölüşüm krizinin orta yerinde kendine kurduğun güvenli alanın kırılganlığı telaşını katlıyor. İnsanlar ikiye ayrılıyor; tarafını seçmek zorunda kalman uzak değil…
Seni tanıyorum.
Merci, Francine.
…
“Her şey, toplumsal örgütlenmenin bütün biçimleri dağılır, tersyüz olurken, biz yaşamayı, hayatlarımızı yeni duruma uydurmayı sürdürdük; çok temel, çok önemli bir şey olmuyormuş gibi. Sıradan bir yaşam sürme çabalarımızdaki azim, inat, yenilenme, kendi kendini onarma gayreti şaşırtıcıydı. Eski halimizden, daha on yıl öncesine kadar “elde bir” saydıklarımızdan geriye hiçbir şey ya da pek az şey kaldığında, eski cisimlere, eski değerlere hâlâ sahipmişiz gibi konuşmayı, davranmayı sürdürdük. İşin aslı, eski düzen –gıdalar, yaşamın zevkli yanları, hatta lüksler– daha üst seviyelerde hâlâ geçerliydi, hepimiz biliyorduk bunu; ama bunların tadını çıkaranlar dikkat çekmemeye özen gösteriyordu elbette. Düzenin küçük zaman, küçük mekan dilimlerinde varlığını gösterdiği de oluyordu – haftalık, aylık dönemlerde ya da belli bir bölgede. Bu süreçlerde insanlar hiçbir şey değişmemiş gibi yaşar, konuşur hatta kendilerini buna inandırırdı. Gerçekten bir şey olduğunda da, örneğin bir bölge tamamen mahvolduğunda, insanlar akrabalarının ya da dostlarının yanına sığınır, haftalar bazen aylarca kalırdı; daha sonra işlerini, ev yaşamlarını –düzeni– kaldığı yerden sürdürmek üzere, muhtemelen soyulmuş, yağmalanmış olan evlerine dönerlerdi. Akla gelebilecek her şeye alışabiliyorduk; bu basmakalıp bir laf, farkındayım, fakat bunun ne denli dehşet verici bir gerçek olduğunu anlayabilmek için bizim yaşadığımız süreçten geçmelisiniz belki de.”*
* Doris Lessing, Hayatta Kalma Güncesi, çeviren: Püren Özgören