Sarı Duvar Kâğıdı sana dünyanın ne küçük, ah ne büyük! ne acımasız, ne sahici olduğunu ve senin gibi yüzbinlerce kadının buralardan nasıl geçtiğini; nasıl direndiğini hatırlatmıştı.
Seni tanıyorum.
Sarı Duvar Kâğıdı’nı okudun.
Daha yarısındayken durdun. Kitabı, elinde çok tehlikeli bir şey tutuyor gibi, bir kıvırmayla imlemekten bile imtina ettin; kaldığın sayfa numarasına göz ucuyla bakıp kapattın, yanına koydun. Kapakta sırıtan yazarın adını yüksek sesle söyledin. Yüzüne kapattığın yastıkla başının altındaki yastık o esnada duvara dayalıydı, sırtın da onlara. Odaya göz attın. Başını cama çevirip hafifçe perdeyi araladın; buradayım, dedin. Bu yüzyılda, bu günde, bu saatte, bu yaşımda buradayım. Bu kadını tanıyorum, sarı duvar kâğıtlı odadaki kadını; ama o ben değilim, kimse beni bu odaya kapatmadı; orada, ilk çekmecede birkaç kâğıt ve kalem var; kimse aklımla oynamıyor, ağlayan bir bebeğim yok. Hatırlattın kendine. Bir öykünün seni bu odaya kilitlemesine, duvarların konuşmasına izin vermesine, sana delirdiğini söyleyen doktor bir eş ve erkek kardeş vermesine, seni tarih öncesine atmasına direndin. Yazarın adına tekrar baktın, tekrar pencereye kaydı gözlerin, sakinleştin. Kitabı tekrar açtın.
Sabah yüzüne kapadığın yastığın gözyaşlarınla ıslanmış uyandın. 19. yüzyıldan bir kadın sana bunu yapmıştı, sana bunu yapmasına izin vermiştin. Sana bacaklarını tavşan gibi karnına çektirmişti; dünyanın ne küçük, ah ne büyük! Ne acımasız, ne sahici olduğunu ve senin gibi yüzbinlerce kadının buralardan nasıl geçtiğini; nasıl direndiğini hatırlatmıştı. Kısacık, dedin. Yirmi sayfa. Seni lal etti. Doğrulmaya gücün yok, yatakta dön, sadece bunu yapabilirsin. Biri senin sessizliğini ve yokluğunu fark edip hasta olup olmadığını kontrol etmek için odana gelene kadar, biri sana bir fincan kahve uzatana ve sen ona tedirgin gözlerle bakana kadar dur öyle. Çivi gibi kazı Charlotte’un adını aklına. Bir hafta içinde diline çevrilmiş bütün metinlerini okuyacak, ilk Amerikalı süfrajetlerden olduğunu öğrenecek ve adını bir daha asla unutmayacaksın; minnetle.
Seni tanıyorum.
Merci, Francine.
“Bu kâğıdın tuhaf bir özelliği var. Benden başka kimse fark edecek gibi görünmüyor. Işıkla birlikte değişiyor.
Güneş ışığı doğudaki pencereden düştüğünde (hep o ilk uzun, dik ışığını gözlüyorum) öyle hızlı değişiyor ki gözlerime inanamıyorum nerdeyse.
Bu yüzden gözlüyorum onu hep.
Ay ışığında (mehtap varsa odayı aydınlatıyor) bunun aynı duvar kâğıdı olduğuna inanamıyorum.
Gece, herhangi bir ışıkta, lamba, mum ya da alacakaranlık, en kötüsü de ay ışığında, parmaklık haline geliyor! Üstteki deseni kast ediyorum. Arkasındaki kadın da düpedüz gözler önünde!
Uzun zaman alttakinin ne olduğunu anlayamadım, o alttaki belirsiz desenin. Ama şimdi kesinlikle biliyorum ki o bir kadın.
Gündüzleri boyun eğmiş gibi sessiz. Sanırım onu böyle sessiz kılan üstteki şekiller. Çok akıl karıştırıcı. Beni bir süre sessizleştiriyor.”*
* Charlotte Perkins Gilman, Sarı Duvar Kâğıdı
Not: Bir arkadaşımın (sevgili Senem’e çokça teşekkür) sosyal medyada paylaştığı bu Francine Van Hove resmi, bana Sarı Duvar Kâğıdı’nın yaptıklarını yaptı. Charlotte ile Francine, birbiriyle hiç tanışmamış farklı zamanlar ve coğrafyalardan bu iki kadın; yanlarında ben, omuz başımda resimdeki model; birlikte bir yol yürüyelim istedim. Dahası, Francine Van Hove’un resmi bana çokça kadın edebiyatçılarla yürüdüğüm yolları hatırlattı. Resim sanatıyla hiç ilgisi olmadığını düşünen ben, bu resimlere mıhlandım! Bedenimi kilitleyen, aklımı ise oradan oraya karınca gibi zıplatan bu eserlerle ilgili daha diyeceklerim var. Şimdilik, merci Francine!