Duvar, kapı, pencere gibi cansız varlıklarla dura dura insan da canlılığını yitirmeye başlıyor. Özgürce dışarıya çıkabildiğim günleri hayal ediyorum, bir çiçeğin kokusuyla coşkulandığım, bir ağacın heybetiyle büyülendiğim, bir derenin çağlamasında kaybolduğum.*
Salgın başladığından beri, yani yaklaşık bir yılı geçkin süredir evdeyiz. Risk grubunda olan yakınımla beraber yaşadığımız için, dışarı ile ilişkim yetkililerin kısıtlamasından bağımsız olarak hâlihazırda oldukça kısıtlı hâlde. Dolayısıyla uzun bir süredir evdeyim. Biliyorum ki benim durumumda olan birçok insan böyle, eminim daha zor durumda olanlar, kapalı bir kimlikle aile yanına dönmek zorunda olanlar, boşanmak üzere olduğu eşiyle aynı evde kalmak durumunda kalan kadınlar, hayatları her an tehdit altında olan LGBTİQ+’lar var. Bu durum bana Henry David Thoreau’nun şu sözünü hatırlatıyor: “İnsanların büyük çoğunluğu sessiz bir ümitsizlikle dolu hayatlar sürdürüyor. Tevekkül denilen, aslında ümitsizliğin onaylanmasıdır.”[1] Peki, bir bakıma ümitsizliğin her daim onaylandığı “ev”le nasıl ilişkileniyoruz?
Kimileri duruma alışıyor, evden çıkmaya bile gereksinim duymamaya başlıyor. Ancak benim gibiler için durum çok farklı, çünkü ben yalnız canlı şeylerle ilişkilenebiliyorum, dolayısıyla evden çıkmaya gereksinim duymadığım bir durum hatırlamıyorum. İnsan, birçok canlı gibi, kendini zorlayarak birtakım durumlara alıştırma yeteneği çok yüksek bir yaratık. Bu nedenle mahzenlerde, barakalarda, beton apartman kulelerinde, camdan kalelerde bile yaşayabiliyor. Fakat nasıl? Bir şeyler kaybetmeden bu türden bir yaşama adapte olmak zor. Duvar, kapı, pencere gibi cansız varlıklarla dura dura insan da canlılığını yitirmeye başlıyor. Canlıdan kastım sadece insan değil tabii; toprak, bitkiler, ağaçlar, çiçekler, hayvanlar, dereler, denizler, göller, taşlar, kayalar, dağlar, tepeler, çukurlar, … gibi çok çeşitli canlı veya cansız ama doğal bir skaladan bahsediyorum. Bir canlı, diğerine can katar, canlılık verir; nasıl ağaç, toprakla, suyla, güneşle, kuşla ve daha başka birçok canlıyla var olabilirse; hayvan da, insan da diğer canlılar olmadan varlığını sürdüremez.
“Çünkü evlerimiz o kadar kullanışsız ki, genellikle içlerinde barınmaktan ziyade hapis gibiyiz.”[2] Bir evin içerisinde, etrafım betonla çevrili. Sola bakıyorum duvar, sağa bakıyorum duvar, karşıya bakıyorum mutfak tezgâhı, duvarlarda pencereler, kapılar, döşemede koltuklar, sandalyeler, yataklar, masalar… Hiçbiri insana herhangi bir hissiyat veremez. Buzdolabının sesi sadece rahatsız edebilir, asla arkadaşlık edemez. Düşünüyorum, bunca eşya, canlılık olmadan ne ifade edebilir? Özgürce dışarıya çıkabildiğim günleri hayal ediyorum, bir çiçeğin kokusuyla coşkulandığım, bir ağacın heybetiyle büyülendiğim, bir derenin çağlamasında kaybolduğum. Yanımda herhangi bir insan olmasa bile canlıların arasında olduğumu bildiğim, hatta hiçbiri insan kadar gaddar olmayan canlıların arasında. Toprağa ayaklarımı bastığımı hayal ediyorum, rüzgârın tenime değip geçişini, sonra bir ağacın altına oturduğumu ve yaprakların rüzgârda hışırdayışlarını dinlediğimi.
Ekranlara bakıyoruz. Hayat dediğimiz şeyin artık bir parçası, günün belli bir bölümünde, hatta bazen büyük bir kısmında ekranlara bakmak. Dünyanın dört bir yanından haberler alıyoruz. Eril zihniyetin yönettiği dünya, gözlerimizin önünde hızla yokuş aşağı sürükleniyor. Küresel ısınma, savaşlar, salgın, açlık, yoksulluk, intiharlar, yıkımlar, direnişler… Elinden hiçbir şeyin gelmemesinin getirdiği çaresizlikle dayanışacak canlılar arıyor insan, acısını paylaşacak. Çünkü duvarlar sadece konuşmaktan değil candan da yoksunlar. Belki doğaya biraz, bir küçük adım yaklaşabilsek biraz huzur bulmak mümkün. “Tıpkı suyun yanında yaşayıp köklerini suya salan söğüt ağacı gibi, biz de tüm deneyimlerimizin içinden çıktığını anladığımız, yaşamın daimi kaynağının yanında yaşamak isteriz.”[3]
* İçime yeniden biraz olsun yazma umudu düşüren Semra’ya…
[1] Thoreau, Henry David, Walden-Ormanda Yaşam, s.11
[2] a.g.e., s.38
[3] a.g.e., s.148