Okur-yazarlıktan ötesine sahip olmayan Nafiye isyanını ancak erkek egemen değerler üzerinden dışa vurabiliyor.
Valerie Solanas’ın ölüm yıldönümünde büyük teyzemi, anneannemin kızkardeşini, düşündüm. Benim kuşağıma gelinceye dek ailemizin tek ‘feministi’ olan bu büyük teyzeyi. Birinci Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre önce iç karadenizin küçük bir kentinde büyük toprak sahibi bir ailenin kızı olarak dünyaya gelen Nafiye, muhtemelen ‘feminizm’ sözcüğünü hiç duymadan ikinci dünya savaşının ardından yoksulluk içinde ölüyor.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonrasında büyük toprak sahibi baba ölüp de büyük anneanne iki kızıyla kalakalınca geleneksel çözüme uyup henüz 16 yaşındaki anneannemi otuzuna yakın bir erkekle evlendiriyor. Böylece başlarında bir erkek olmuş oluyor. Gürcistan göçmeni bu yoksul erkek ‘iç güveysi’ koşuluna güle oynaya razı oluyor.
İç güveysi olarak boynu bükük durmayan dedem bir erkek olarak bu üç kadın üzerindeki egemenliğini pekiştirmek için ne gerekiyorsa yapıyor. Büyük anneanne ve anneannem bu tutumu olağan karşılarken Nafiye isyan bayrağını açıyor. Kendisine dayatılan hiçbir kuralı kabul etmiyor. Pantolon giyiyor, ata biniyor, ‘kadın başına’ çevre köylere gidiyor. Ne kendisine talip olan erkeklere yüz veriyor ne de dedemin kendisini başgöz etmesine izin veriyor.
Tersine gönül verdiği bir başka göçmenle evleniyor. Daha doğrusu nikah yapmaksızın adamı evine alıyor. Nafiye kocasıyla, baba mirasından kendisine düşen bir evde yaşamaya başlıyor. Kocasının bir yabancı olarak ilk başta işsiz olmasına aldırış etmiyor. Ancak adamın iş aramadan bütün gün evde sadece yemekten yemeğe ayak altında dolaşmasına uzun süre dayanamıyor. Altı aylık hamileyken ‘topla pılını pırtını, terk et evimi’ deyip adamı kapının önüne koyuyor. Ne adamın ne de ailenin yalvarmaları işe yaramıyor. Ailenin yüz karası olarak babasız çocuk doğuruyor birkaç ay sonra. Çocuğunu bir kez bile göremeyen adam kenti terk ediyor. Çocuk nüfusta bekar görünen annesinin hanesine kaydediliyor.
Tarımdan zerre anlamayan dedem ise bu arada toprakları satıp satıp aileyi bir süre geçindiriyor. Satacak toprak kalmayınca daha büyük bir kente taşınıp terzilik mesleğini yapmaya çalışıyor. Nafiye aileyle birlikte büyük kente gitmiyor. Kızıyla birlikte hâlâ satılmamış olan evde oturuyor. Hayatına bir daha kesinlikle erkek sokmuyor.
Küçücük bir toprak parçasıyla kızını ve kendisini geçindirmeye çalışırken kuzeninin yaralama olayına karıştırılıyor. Kuzeni babasını kurtarmak için işkence altında tabancayı Nafiye’den aldığını söyleyince dört yıl süren hapishane macerası başlıyor. Anlatılanlara göre Nafiye de işkence görüyor ama suçlamayı reddediyor. Yüzleştirmede kuzeni aynı ifadeyi tekrarlayınca “Sen de erkek misin be, çocuklu bir kadını töhmet altında bırakıyorsun, ben olurum erkek, yatarım şerefimle mapusu” diyor.
Ailemin ilk ‘feministi’ olarak adlandırabileceğim Nafiye’nin yaşamı pek tabii ki ‘kadın isyanı’ dışında tamamen erkek egemen anlayış tarafından belirleniyor. Eniştesiyle geçinemiyor çünkü para kazanmak yerine toprakları satıyor. Kocasını evden atıyor çünkü eve para getirmiyor. Kuzenini bir kadını karakola düşürdüğü için yeterince erkek bulmuyor. Okur-yazarlıktan ötesine sahip olmayan Nafiye isyanını ancak erkek egemen değerler üzerinden dışa vurabiliyor.
Türkiye’nin o günkü koşullarında küçük bir Anadolu kentinde at binmek, hamile olarak kocayı kapı önüne koyabilmek, babasız çocuk sahibi olmaya cesaret edebilmek, yalnız yaşamayı göze alabilmek Nafiye’nin ‘feminizmi’ olarak adlandırılabilir sanki yine de.
Nafiye bu koşullar altında daha ne yapsın? Büyük bir direniş göstermiş her şeye rağmen, bence.
Bana ailemdeki kadınlarla ilgili başka bir bakış açısı getirdi yazınız. Kendimi de sorguluyorum. Çünkü feminizm konusunda bazen çok acımasız bir şekilde kendimi eleştiriyorum, yerden yere vuruyorum kendimi ve bunu hak ettiğime inanıyorum çoğu zaman… öyle büyük pişmanlıklar yaşıyorum ki uyku uyuyamıyorum…
Bazen arkadaşlarımı da kendi içimde eleştiriyorum, nadiren de olsa bazı arkadaşlarıma bunu yansıtıyorum ve onlar da bana yansıtıyor… Şuan bu durum için büyük bir üzüntü de yaşıyorum…
Haksızlık etmeyelim Nafiye’ye, arkadaşlarımıza ve kendimize.. Abluka altında hayatlarımız, böyle bir abluka altında tamamen doğru davranmak, mükemmel bir direniş sergilemek çok zor.. Bunu anlamaya çalışıyorum ben de, öğrenmeye çalışıyorum. Kendime daha iyi davranmaya çalışıyorum, duzeltemedigimde bir hatami kendimi parça parça etmek istemiyorum, bunu da kimseye yansıtmak istemiyorum..
Dayanışma zamanla öğrenilen bir şey, birbirimizi görmemiz lazım, anlamak için çaba harcamamız lazım. Eleştiriden önce destek olmak, birbirimizin hayatlarindaki zorluğu idrak etmemiz lazım sanırım..
düşe kalka, iyi niyetle, anlayışla ve sevgiyle diyorum..
Beni öyle düşüncelere sürükledi ki yazınız… Bir düğümü çözer gibi oldu yazınız.. Teşekkür ederim, iyi ki yazmışsınız..