Yine her gün akşam oluyor ama akşamın oluşu baharla farklılaşıyor. Yazlıklarda, bağlarda, bahçelerde ne güzeldir bu “akşam oldu” saatleri.
Evde kapanıp kalmışlığın getirdiği bunaltıyla hayatımı sürdürmeye yani çalışmaya ve temel ihtiyaçlarımı karşılamaya devam ederken bir gün, her gün farklı bir Ermenice sözcük paylaşan Aras Yayınları’nın sosyal medya hesabından Ermenicede nisan anlamına gelen “abril”in aynı zamanda yaşamak demek olduğunu öğrendiğimde nisan ayına girmek üzere olduğumuzu fark ediyorum. Bu iki anlamlı sözcük hem biraz tetikliyor hem de az buçuk hafifletiyor beni. Yaşadığımı hatırlatıyor, kendime telkinlerimi değiştiriyor: Biraz silkelen, canlan, yaşıyorsun. Nisanda da yaşayacaksın; yine çağla çıkacak, tüyleri dili gıdıklayacak, mayhoşluğu dişleri kamaştıracak.
Tabii nisan günleri de biz çoğunlukla evdeyken ardı ardına, hızla tükeniyor. Olsun daha mayıs var diye ufak bir sevinç kırıntısını içimde tutmaya çalışıyorum. Dünyanın durumu, hayat gailesi derken zamanın geçişine ve akıp giden yıllara hüzünlenme lüksünü kaybetmişiz zaten. Ve mayıs geliyor. 1 Mayıs’ta, kutlamalar, anılar, duygular şelale gibi akıyor ama mayıs da evlerden çıkabilmek, bahara tanık olabilmek adına pek ümitvar değil. Bakıyorum etrafta bahar temizlikleri başlıyor. Tabii bahardan umulan hafifleme ihtiyacı da aslında yine kadınlara iş yükü olarak dönüyor. Halılar çırpılıp kaldırılıyor, yorganlar açılıyor, bir hallaç gibi pamukları didik didik ediliyor, tozlar havalanıyor[1]. Tüm o geçen yılların muhasebesini de geleceğe dair kalp çarpıntılarını da halı gibi çırpıp havalandırabilsem diye umuyor insan.
Sonra ikindi vakitleri, akşamüzerleri, akşamlar değişiyor. Yine her gün akşam oluyor ama akşamın oluşu baharla farklılaşıyor. Yazlıklarda, bağlarda, bahçelerde ne güzeldir bu “akşam oldu” saatleri. Şehirde de trafiğin çok akmadığı, görece sessiz bir sokakta ikamet ediyorsanız, hele iyi kötü bir balkona ya da avluya çıkma şansınız varsa az çok yakalarsınız bahar vakti bu saatlerin uyandırdığı hissi.
Bir yerlerden bir bardakta şıngırdayan kaşığın sesi işitiliyor. Şanslıysanız kuşların akşam ötüşleri geliyor kulağınıza, talihsizseniz şımarık bir çocuğun tekrar tekrar aynı sesi çıkaran oyuncağının gürültüsü düşüyor bahtınıza. Kaba saba, “bağırmak denen bir adam”ın[2], tehditkâr “ben size kaç kere söyledim şunu şöyle yapmayın” ihtarları bir uğultu oluyor, binalara çarpa çarpa ilerlerken un ufak dağılıyor. Açılıp kapatılan tencere kapakları, meşhur bir tv programının jeneriği, yine şanslıysanız bir melodi…
Kim bilir şimdiye kadar kaç kişi akşamın oluşunu dinledi, bu sesler üzerine düşündü, bu seslerle uzaklara daldı, bu sesler üzerine bir şeyler yazdı. Kim bilir kaç kişinin bu seslerle gözleri doldu ya da kaç kişinin içinde bir kahkaha koptu. Kaç kişide öfke uyandırdı kim bilir bu bahar akşamlarının evler arasında yayılan sesleri. Ya da kaç kişiye huzur verdi.
Kim bilir kaç kadın bahar mevsiminin “akşam oldu” saatlerinde mutfağa, ertesi gün bir şeyleri değiştirme istenciyle girdi, kim bilir kaçı yarın akşama ne pişireceğini düşündü.
Karşı pencerelerin birinde bir ışık yandı söndü, bir yerde bir elektrikli ev aleti çalıştı, bahçelerin birinde bir hayvanın yaprakların üzerinde eşindiği işitildi. Bugün de akşam oldu.
[1] Nisan ayında doğmuş Didem Madak’ın, “Pulbiber Mahallesi Tarihi” şiirindeki “Dünyaya bir kadının eli değse Zeyna! / Şöyle ağır bir halı gibi çırpılsa / Tozlar havalansa…” dizelerinin verdiği ilhamla.
[2] Yine Didem Madak’ın “Büyümüş Çocuk Şiiri”nden.