Eşyaların Patriyarkası gazeteci Rebekka Endler’in 2021 tarihli kitabı. Endler, kamusal alanın tasarımı, tıbbın teşhis ve tedavi biçimleri, teknolojinin ne şekillerde geliştirildiği, kültürün neler üzerinden şekillendiği gibi birçok alana mercek tutuyor ve çok kapsamlı bir bakışla dünyanın cis-erkekler için kurgulanışını ele alıyor. Pantolon cebinin, araba tasarımının, ofis sandalyesinin, avukat cübbesinin, Wikipedia içeriklerinin, hatta kalp krizi tedavisinin, yani gerçekten dünyanın, cis-erkeklere “göre” olduğunu çeşitli bir malzeme ile önümüze koyuyor. Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da okur buluşmasında dinlediğimiz Rebekka Endler’le sohbetimizi aktarıyoruz.

Kitabın önsözünde, çok eskiden beri tanıdığınız bir dostunuz ve iş arkadaşınızdan kitabın “huysuz” (grumpy) olmaması gerektiği konusunda bir uyarı aldığınız yazıyor. Kitabın gerçekten “huysuz” olduğuna inanıyor musunuz? Kitapta ele aldığınız konular ve patriyarka açısından huysuz olmanın nasıl bir işlevi olduğunu düşünüyorsunuz?

Bence aslında “şirret” (bitchy) daha iyi bir çeviri, “huysuz” cinsiyetsiz, tarafsız görünüyor, “huysuz kedi” gibi. Şirret (bitches) derken kadın okurlardan bahsediliyor. Aşağılayıcı olarak kullanılan terimlere sahip çıktığınızda başka bir şeye dönüşürler. Ve kitabımın biraz şirret olma hakkına sahip olduğunu düşünüyorum, çünkü baktığım her yerde, araştırdığım her konuda, iyi belgelenmiş, ama hâlâ üzerine çok az konuşulan, tasarım kaynaklı ayrımcılık biçimleri buldum. Bu yüzden, akademik araştırma yapmanın, referanslar, tanıklıklar ve veriler toplamanın yanı sıra, bu işi okuyucu ve kendim için onu daha eğlenceli ve elle tutulur hale getirmenin yolu, biraz da şirretlik (bitchiness) yapmaktan geçiyordu.

Sizi bu konuda koca bir kitap yazacak kadar kızdırdıkları için geri çeviren editörlere de teşekkür ettiğinizi söylüyorsunuz. Editörlüğün patriyarkasından da bahseder misiniz?

Nerden başlasam? Yayıncılık ve editörlük başlı başına ayrıcalıklı bir çalışma alanı çünkü sesinizi duyurmak ya da yazmak, duyulmak ve okunmak hep bir azınlığın elinde oldu. Şu anda, sosyal medya ve internet, bloglar, sizinki gibi web siteleri aracılığıyla, teknik olarak yayıncılığın demokratikleşmesine ve seslerin çeşitlenmesine rağmen, kimin takip edileceğine, hangi fikirlerin duyulacağına ve geniş çapta yayılacağına karar veren bu zorlu mekanizmalar hâlâ var. Yani büyük yayınevleri ve medya şirketleri hâlâ bu tür bir sosyal gücü elinde tutuyor. Bugüne kadar bu şirketlerin ön saflarında yer alan ve kimin kitaplarının yayınlanacağına, belgesellerinin finanse edileceğine ya da fikirlerinin radyo yayınına dönüştürüleceğine karar veren çoğunlukla yaşlı, beyaz, cis-erkekler oldu. Türkiye’de Almanya’dakine benzer bir şekilde toplumsal baskı yaratıldı mı bilmiyorum ama Almanya’da yayıncılık endüstrisine cis-erkekler ve beyaz olmayanlar tarafından yazılan daha çok kitabın basılması yönünde çağrılar yapılıyor. Dolayısıyla son iki yılda bu konuda az da olsa iyileşme gözlendi. Bu da yaşlı beyaz erkeklerin çalışmalarının artık hiç yayınlanmadığına dair iddialara yol açtı. Keşke bu doğru olsa ama değil. Onların eserleri hâlâ tüm yayınların çoğunluğunu oluşturuyor ve bu yolla fikirleri hâlâ toplumda en çok duyulan, öğretilen ve tartışılan fikirler. Sanki normlarmış gibi, onların görüşlerini hâlâ çok önemsiyoruz.

Kitabı yazma sürecinde deneyimlerini paylaşan kadınlara, kimlerle konuşacağınıza ve bu deneyimlerin nasıl bir çerçevede aktarılacağına nasıl karar verdiniz?

Sadece kadınlarla röportaj yapmak isteyerek yola çıkmadım. Bu durum zamanla gelişti çünkü araştırma konuma iletişime geçtiğim bazı erkekler tuhaf tepkiler verdi. Alman devlet radyosunda çalışan bir gazeteci olarak herkesle konuşmak zorundayım ve bazen tatsız konuşmalar yapmak zorunda kalıyorum. Bu yüzden kendi küçük kitap projemde kendime toksik maskülenlik, askıntılık, mansplaining ile uğraşmama ve kitabımın dayandığı temeli, yani patriyarkal bir toplumda yaşadığımız önermesini, savunmak zorunda kalmama lüksünü tanımayı düşündüm. Tüm bunlardan kurtulmanın en kestirme yolu, cis-erkeklerle röportaj yapmamaktı. Diğer bir sebep de yukarıda belirttiğim gibi, medyada genel olarak fazla temsil edilmeleri. Onlara sınırlı platformumu açmayacak olmanın yanı sıra, daha da fazla temsiliyet bulmalarına katkıda bulunma arzum olmadı.

Kitapta kapitalizm ve patriyarka arasındaki ilişkiyi sıklıkla vurguluyorsunuz. Bu iki sistemin neden kitabın çerçevesini oluşturduğunu biraz açar mısınız? Çalışmanız için neden temel bir yerde duruyorlar?

Patriyarka, kapitalizmden önce gelişti ve belirli açılardan kapitalizm, patriyarkal iktidarın sonuçlarından biridir. Özetle, kapitalizmin başarılı olması için gerekli iki faktör: birikmiş servetin oğullara geçmesi ile birlikte bir evlilikte tüm ekonomik gücü elinde tutan kocalar ve ekonomik gücün eşitsiz dağılımıdır. Bugüne kadar iki sistem birbirine bağlı ve iç içe ilerlemiştir. Dolayısıyla geleceğe bakıldığında, patriyarkaya karşı mücadele aynı zamanda antikapitalist bir mücadele, eko-adalet ve gezegenimizin korunması için bir mücadele olmalıdır.

Ek olarak, erkekler derken cis-erkekleri kastettiğinizin altını çiziyorsunuz. Bu terim araştırmanıza nasıl bir katkı sağlıyor?

Dil kullanımımda spesifik olmaya çalışıyorum. Erkekleri kastettiğimde (umarım her zaman yapabildim bunu) erkekler dedim. Konu araba güvenliği, spor malzemeleri, oda sıcaklıkları, batı tıbbı veya penis sahibi olmakla ilgili herhangi bir şey (kamusal alanda işemek gibi), yani vücut morfolojisi ile ilgili olduğunda, cis-erkek olarak belirttim. Burası önemli çünkü trans erkekler erkektir ve bir vücudun bir ilacı metabolize etme şeklindeki farklılıktan bahsederken, aslında cis-cinsiyetli bedenlerden bahsettiğimiz bilgisi olmadan erkekler ve kadınlar arasındaki farklılıklardan bahsetmek yanlış olur. Aynı şey regl olan insanlar hakkında konuşurken, “regl olan insanlar” için de geçerlidir. “Kadınlar”dan çok daha belirlidir, çünkü regl olan tüm insanlar kadın değildir ve tüm kadınlar regl olmaz. Dil kullanımım mükemmel olmaktan uzak. Hâlâ öğrenecek ve geliştirecek çok şeyim var, ancak net ve kapsayıcı olmaya çalışmak, kendi içinde ataerkil tasarım ve baskıcı olan ikili cinsiyet kavramıyla savaşmanın bir yoludur.

Kitapta birçok kez kapsayıcı feminizme odaklanıyorsunuz. Sadece cis-kadınlara hitap eden ve zaten kapsayıcı olmayan bir dünya sizin açınızdan mümkün değil diyebilir miyiz? Kapsayıcılığı nasıl ele alıyorsunuz?

Evet, kapsayıcılık bizim için çok öncelikli olmalı! Geleceğin kesişimsel feminizmde olduğuna inanıyorum; bu feminizm de kapsayıcı bir pratiğe denk düşüyor, üyelerinin sadece beyaz cis kadınlardan oluştuğu dışlayıcı bir kulüp gibi bir şey değil. Audrey Lorde, bell hooks, Kimberly Crenshaw gibi siyah feminist liderlerin yazdıklarını okuduğumda, önümüze çizeceğimiz yolun -benim gibi, ayrıcalıklı beyaz, engelli olmayan kadınların kendileri için toplumsal cinsiyet eşitliği hedefine ulaştığı zaman değil- şimdiden toplumlarımızda en çok ezilenlere odaklanmaktan geçtiğine ve onların güvenlik ve refahını sonradan düşünülecek bir şey değil, bir öncelik olarak kabul edilmesi gerektiğine işaret ettiklerini görüyorum. Kendimizi ve toplumu dönüştürmek için tek yolun bu olduğuna inanıyorum.

Kitabın ikinci bölümünde Garten der Frauen‘den bahsediyorsunuz. Geçmişte – ve bugün – neredeyse hiç kamusal alan temsili ve hakkı olmayan kadınların yalnızca kendilerine ait bir mezarlığa sahip olması, kamusal alan hakları konusunda ne diyor? 

Doğru, görünür kılındıkları yer bir mezarlık, dolayısıyla, tanım gereği, hepsi ölü. Bunu daha önce hiç düşünmemiştim ama haklısın, burada bir ironi var! Sanırım bu ölü insanlara odaklanmak hatırlama kültürünün doğasında var. Yine de Garten der Frauen, kadınların kamusal alanda temsili için çok özel bir yer. Türkiye’de bu kamusal alanda “içinde yürünebilen kadın mekanı” konusunun da kültürel bağlama bağlı olduğunu anladım, çünkü örneğin İstanbul’da gördüğüm mezarlıklar hiç de öyle insanı içinde gezmeye teşvik eden davetkar mekanlar değil. Ancak bir sevdiğinizi ziyaret edecekseniz gidersiniz. Ama burada, Türkiye’de kadınların kamusal alandaki temsiline dair de epey bir sohbet ettim. Mesela üniversitedeyken öğrenciler okul ve sokak isimlerinin cinsiyetlendirilme haline dair hızlı bir araştırma yaptı. Bunun üzerine, kamusal alanda görünürlük verilen az sayıda kadının da nasıl hep birtakım önemli erkeklerle – anne, eş, kız evlat olarak – bağları çerçevesinde tanınabildiğini konuşmaya koyulduk. Böylece, internette mevcut olan veriler ve öğrencilerin kendi gözlemleri aracılığıyla, İstanbul’daki sokak adları ile Virginia Woolf’un yüz yıl önce, kadınların her zaman iktidardaki erkeklerle olan ilişkileri tarafından tanımlandığı şeklindeki gözlemi arasında doğrudan bir bağlantı kurabildiler (Kendine Ait Bir Oda). Bu, kadınların ve diğer marjinalize edilmiş insanların toplum içindeki rolünü konuşmak için harika bir başlangıç noktası.

Bu kitabı yayınlamanızın nasıl etkileri oldu?

Dürüst olmak gerekirse, kendi kitabımın etkisini değerlendirmek zor. Ama fark ettiğim ve beni çok mutlu eden bir şey var. Sadece benimki değil, diğer feminist kitaplar da artık toplumun çok daha geniş bir kesimi tarafından okunuyor. Metni konuyla ilgilenen ama akademik söylemin derinliklerine inmek zorunda olmayan insanlara ulaşma fikriyle yazdım. Bir gazeteci olarak, akademik bilgiyi erişilebilir ve -umuyorum ki- eğlenceli bir şekilde aktarmaya çalışmak, yazmamın ana nedeni. Ünlü Alman feminist dergisi Missy Magazine bu tür için bir isim buldu: Edutainment [Eğitlence: education (eğitim) ve entertainment (eğlence) kelimelerinin birleşimi]. Bilgi konusunda çok ciddi ve kibirli olma yönündeki Alman dürtüsüne karşı gelse de “eğitlence”yi seviyorum.

Bu kitap, Almanya’daki feminist hareketle veya feminist gündemle hangi yönlerden bağlantılı? Kitapta elbette onlarca örnek ve tartışma var ama sizin yaklaşımınız (sorunları ele alış biçiminiz) Almanya’daki güncel feminist yaklaşımlarla örtüşüyor diyebilir miyiz?

Fransa veya ABD gibi diğer ülkelerde olduğu gibi, Almanya’da da, daha genç feministlerde (ki sadece genç feministlerde değil) kendilerini, beyaz ve dışlayıcı feminizmden ayrı tutmak ve bu hareketten başka bir şeye doğru evrilme durumu var. Bu hareket, zamanında, Almanya’da kürtajın kriminalize edilmesini engellemek, evlilik içi tecavüzün suç sayılmasını sağlamak gibi, birçok kazanıma sebep oldu. Eski ve yeni hareketler arasındaki mesafe, şimdi yeni bir kitap için araştırma yaptığım bir konu, birden kendimi kimi önemli konularda benden yaşı ileri kadınlardan farklı düşünürken buldum. Trans kadınlar ve trans erkeklerin hakları ve feminist harekete katılmaları, seks işçilerinin hakları, Müslüman kadınların feminizmlerinin başka (beyaz) kadınlar tarafından sorgulanmaması gibi konular şu sıra gündemde.

Kapitalizm konusu biraz daha karmaşık çünkü Almanya’daki kesişimsel feministler arasında kapitalizmin sorunlarımızın temel kaynaklarından biri olduğu konusunda uzlaşı var ancak tüketime karşı bireysel direnişlerin ötesinde nasıl toptan mücadele edileceğinin cevabı ise o kadar kolay değil (benim kitabım da bir ürün mesela ve benim de geçimim için insanların kitabımı almasına ihtiyacım var). Öte yandan, işin sınıfsal boyutu çok açık burada çünkü tüketime direnmek Almanya’da son derece ayrıcalıklı bir pozisyon, birçok insan topluma katılmak ve beklentileri karşılamak için trendleri takip etmek ve örneğin ona göre giyinmek durumunda. Tüketime katılmak ve alışveriş yapabilmek Almanya’da hâlâ kimlikle çok ilişkili (Doğu’da DDR zamanında tüketim yoktu ve Batı’da göçmenler, özellikle Türkiye’den gelenler, düşük maaşlara sabitlenerek tüketimden dışlanıyorlardı). Tüm Alman feministler adına konuşamam ama fikir alışverişinde ve ilişkide olduklarım adına, biz sınıf ve kimlik meselelerinin farkında olarak yetiştik ve bu, kapitalizmin yıkılması gerekliliğiyle ilgili başlı başına gerekçe veriyor.

Son bölümde kitabı bir “umut” duygusuyla bitirmek istediğinizi söylüyorsunuz. Kitabınızda patriyarkal dünyanın birçok örneğini okuduktan sonra söz ettiğiniz bu umudu nasıl anlamalıyız?

Kitabı yazmayı bitirdiğimde hâlâ pandeminin ortasındaydık. Arkadaşlarımın evde çocuklarıyla nasıl başa çıktıklarını, bazılarının üstlendikleri bakım işleri nedeniyle iş başvurularını yazmaya zaman bulamadıklarından gelirlerini kaybettiklerini görüyordum. Ayrıca, ailelerde fiziksel ve ruhsal istismara uğrayan kadınlar ve çocuklar ortaya çıktı. Kadın cinayetlerinin oranı geçmiş yılların üzerine çıktı. Bunların hepsi çok iç karartıcıydı ve hâlâ değişen çok bir şey yok. Buna birkaç savaş ve gezegenin yok edilmesini eklediğimizde tablo bir hayli karanlıklaşıyor. Ama sonra, ABD’de kürtaj karşıtları bir zafer kazandıktan sonra, Amerikalı gazeteci ve feminist Rebecca Traister’ın bir röportajını gördüm. Şöyle diyordu: “Umudu, iyi hissetme aracı olarak kullanmak değil, amaç. Bunu taktiksel bir gereklilik, ahlaki ve yurttaşlık sorumluluğu olarak görmeliyiz. Umudu hissetmeli, ilerlemeye ve mücadeleye devam etmeliyiz.” Buna gerçekten bir mantra gibi sarıldım. Ahlaki ve yurttaşlık sorumluluğu olarak umut, İran’da, Almanya’da, ABD’de veya Türkiye’de, dünya çapında feministlerin mücadeleye devam etmesini sağlayan şey.

Geçenlerde insanlarla tanışıp kitabınızdan bahsettiğiniz bir etkinlik oldu. Türkiye’de bir süre kalacak mısınız ve planladığınız başka etkinlikler var mı?

İstanbul’da Tarabya Kültür Akademisi misafiri olarak son günlerim, burada insanlarla konuşarak, araştırarak ve yazarak dört ay geçirdim. Kitabımın bu dönemde çıkmış olması güzel bir tesadüf oldu. Oldukça güzel geçen kitap tanıtım gecesinden beri en kısa zamanda bunu nasıl tekrar organize edebiliriz, onu düşünüyoruz. Ama henüz bir şey netleşmedi.

Bir cevap yazın

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.